Türkiye’de bir basın özgürlüğü sorunu olduğunu bilmeyen kalmadı. Bu, gelinen aşamada hiç de tartışmalı bir konu değil. Ne var ki sorunun nasıl kavrandığı, soruna bakan kişilerin gözlük derecesine göre değişebiliyor. Meselenin hepimizce görünen yüzü, pek doğal olarak, tutuklu/mahkûm gazeteciler, yayın yasakları ve sansür uygulamaları gibi yakıcı sorunlardan oluşuyor. Bu oldukça önemli sorunlar, basın özgürlüğü konusundaki tekil müdahalelerin ötesinde bir tahakkümden kaynaklanıyor. Bu tahakkümün ise sadece devletin müdahale etmemesini gerektiren kişisel haklara değil, devletin koruma yükümlülükleriyle ilişkili sosyal haklara bakan da bir yönü bulunuyor. Bu sosyal boyutu göz ardı etmemeliyiz. Eğer gerçekten "özgür basın"dan bahsetmek istiyorsak; devletin, fikir ve haberler piyasasına müdahale etmeyip “Bırakınız yazsınlar, bırakınız çizsinler” diyeceği bir “serbesti” ortamının ötesinde beklentilerimiz olmalı. Çünkü özgür basın, sadece müdahalesizliği değil, basın mensuplarının “özgürleşmelerine” olanak tanıyan koşulları da gerektirir. Bu “özgürleşme” ise bizi kaçınılmaz olarak basın ekonomi politikası hakkında düşündürmeye zorlar.
Basın emekçilerinin ekonomik koşulları, geçim dertleri, işsizlik kaygısı, sosyal güvencesizliğini dikkate almayan bir basın özgürlüğü talebi yeterli değildir, hatta belki de yüzeyseldir. Böylesi bir yüzeysellik, piyasa rekabetine bırakılan “özgür” bir gazeteciyi, sadece sosyal yönden korunmasız bırakmaz; yaptığı haberlerden ötürü ceza tehditlerinin yanı sıra, milyonlarca liralık tazminat davalarıyla, “ensesi kalın” ve “arkası sağlam” kişilerin “tuttuğu” avukatlar ordusuyla da muhatap edebilir. Bu ise asgari meslek sigortası dahi olmayan gazetecinin ekonomik yönden kıskaca alınması anlamına gelir. Bu ve benzeri nedenlerle basın özgürlüğü sorununun, diğer birçok konuda olduğu gibi, bütünlüklü kavranması, Türkiye’de bir “demokratik restorasyon” arayışı olacak ise konunun sosyal hak boyutunun da kesinlikle dikkate alınması gerekir.
Bu yazıda, basın özgürlüğü alanında daha az konuşulan üç soruna değinmek istiyorum. Bu, mevcut sorunun bu üç alanla sınırlı olduğu anlamına gelmemektedir. Fakat aktaracağım başlıklar var olan sorunu her geçen gün daha da derinleştirdiği için önceliklidir.
Türkiye’de ifade özgürlüğü konusunda dikkate değer kurumsal sorun, medya sahipliğiyle ilgilidir. Bağımsız İletişim Ağı (BiaNet) ve Sınır Tanımayan Gazeteciler’in hazırladığı Türkiye’de Medya Sahipliği Raporu’na göre Türkiye’deki medya takipçilerinin yüzde 71’i dört medya grubu tarafından paylaşılmaktadır. Turkuvaz/Kalyon (yüzde 30), Ciner (yüzde 15), Demirören (yüzde 15) ve Doğuş (yüzde 11) gruplarından müteşekkil bu medya oligarşisi, başta enerji, inşaat, madencilik gibi son yılların sosyal güvenlik açıkları bağlamında en tartışmalı alanları olmak üzere birçok kârlı sektörde de faaliyet sürdürüyor. Dahası, son yıllarda üçüncü havalimanından metro inşaatına ve büyük AVM’lerden kentsel dönüşüm projelerine kadar çok çeşitli ve önemli kamu ihalelerinde aynı isimlerle karşılaşılıyor.
Bu görüntü, daha ilk bakışta Anayasa’ya aykırıdır. Anayasa’nın konuyla ilgili 167’nci maddesi şöyledir:
“Devlet, para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici tedbirleri alır; piyasalarda fiili veya anlaşma sonucu doğacak tekelleşme ve kartelleşmeyi önler.”
Anayasa’nın bu açık hükmü oldukça önemli ve kullanmasını bilen ellerde epey güçlü olabilirdi. Ne var ki yasama organının hareketsizliği bu anayasal hükmü açıkta bıraktı. Türkiye’de basın kesimindeki sermaye sahipliği konusunda tek dikkate değer sınır, RTÜK Kanunu’nda yer alır: “Bir gerçek veya tüzel kişi doğrudan veya dolaylı olarak en fazla dört karasal yayın lisansına sahip medya hizmet sağlayıcı kuruluşa ortak olabilir. Ancak, birden çok medya hizmet sağlayıcıya ortaklıkta bir gerçek veya tüzel kişinin doğrudan veya dolaylı hisse sahibi olduğu medya hizmet sağlayıcı kuruluşlarının yıllık toplam ticarî iletişim geliri, sektörün toplam ticarî iletişim gelirinin yüzde otuzunu geçemez” diyen kanun, buna ek olarak yabancı sermaye için en fazla iki medya kuruluşuna en fazla yüzde 50’lik paylarla ortaklık tanınabileceğini söyleyerek (md. 19) bir sınır getirmeye çalışıyor. Oysa bu hükümler yetersizdir, 1982 Anayasası bile daha fazlasına izin vermektedir. Anayasa Mahkemesinin bu konuyla ilgili 2004’te verdiği bir kararında söylediği gibi:
“Basın ve haber alma özgürlüğünün gerek kamu erkini kullanan kurum ve kuruluşlara gerekse özel hukuk gerçek ve tüzel kişilerine karşı korunması amacıyla, görsel ve işitsel medya tekelinin oluşmasını engellemek için etkili sınırlamalar koymanın, medyanın çoksesliliğini sağlamaya yönelik koruyucu önlemler almanın Devlet'in görev ve sorumluluğunda olduğu açıktır. Bu doğrultuda bağımsız ve yansız yayıncılığın sürdürülebilmesine olanak sağlanması bakımından Anayasa'nın 26. maddesinde belirtilen nedenlerle sınırlı olarak medya sahipliğine ilişkin kimi kısıtlamaların getirilebileceği de kuşkusuzdur.”
Bu yöndeki yetersizlik, çapraz birleşmeleri kısıtlayan, medya sahiplerinin kamu ihalelerine ve borsaya girmelerini engelleyen etkili hükümlerin yokluğundan kaynaklanmaktadır. Bırakalım karma ekonomi koşullarının gereklerini, bu bağlamda serbest piyasanın kendi kuralları dahi işlememektedir. Zira böylesi durumlara karşı bir anti-tröst işlevi göreceği varsayılan ve fakat yedi üyesi birden Cumhurbaşkanı tarafından atanan Rekabet Kurumu, diğer “bağımsız düzenleyici kurullar” gibi fiilen hükûmete bağlı durumda olduğu için müdahale etme gücüne ve meşruluğuna sahip değildir. Yasalar, iktidar çevrelerinden gelebilecek yandaş sermaye manipülasyonlarına karşı frenleme yetkilerini yeterince sağlayamamaktadır. Böyle bir bağlamda kliyentalist (ahbap-çavuş) ilişkilerini iyi geliştiren medya patronları, basın özgürlüğünün üzerinde belli bir siyasal eğilimin ve ekonomik tercihin tahakkümünü kurmaktadır. Ancak burada bir tuzağa düşmemek gerekir. Bu durum yeni değildir. Yeni olan şey, belli bir siyasi eğilimin oluşturduğu karteldir. Fakat öteden bu yana farklı siyasi eğilimleri ortaklaştıran şey, ekonomik eğilimleriydi. Medya patronları kendi aralarında yaptıkları “centilmenlik anlaşmaları” uyarınca işten çıkardıkları gazetecileri baskılayabiliyor, işten çıkarmadıklarının üzerinde de Demokles’in kılıcını sallayabiliyorlardı. Bu biraz da sendikasızlıktan kaynaklanıyordu.
Türkiye’de basın özgürlüğü sorunun bu denli derin olmasının en önemli nedenlerinden biri bu kesimdeki örgütlülük düzeyinin düşüklüğüdür. Gerçi burada bir sarmal vardır. Basın, özerkliğini yitirdikçe kamuoyu nezdinde itibarını kaybediyor. Kaybedilen itibar, sektörü daha yalıtılmış duruma ve iktidarın çerçevelediği alanın içine sıkıştırıyor. Bu sıkışmışlık içinde kalan güvencesiz çalışanlar, daha da sert sömürülüyor. Az önce değinilen centilmenlik anlaşmaları türünden dışlayıcı tutumlar, basın emekçilerini yalnızlaştırdığı için sendikaların etkileri daha da kırılıyor. İlk fırsatta kapı dışı edileceğini bilen bir gazeteci, sadece işsiz kalma değil sektör dışında kalma baskısı altında ve kaygısı içinde, yakıcı konulara girmeyip kamuoyunun bekçisi rolünden vazgeçen hatta kendi kendine otosansüre yönelen bir meslek erbabına dönüşüyor. Böylesi bir ortamda zihninin yarısını kullanmaya zorlanan gazeteci, haberci refleksini kaybederken; kendisine, mesleğine ve doğal olarak emeğine yabancılaşıyor. Bu yabancılaşma ortamında da sendikalaşma olanağı daha da azalıyor.
DİSK’in Türkiye’de Sendikalaşma, Toplu İş Sözleşmesi Kapsamı ve Grevler (2013-2019) Raporu’na göre 2019 yılında basın, yayın ve gazetecilik alanındaki işçi sayısı 86 bin 366 iken, sendikalı sayısı sadece 6 bin 707 (yani yüzde 7,8) ve toplu iş sözleşmesi kapsamındaki üye sayısı 3 bin 591 (yüzde 4,2)’dir. Dahası, Hak-İş gibi “sarı sendika”lara yapılan teşvik, bu alanda gerçek bir örgütlülüğün önünü kapıyor. Bu bakımdan en çok iş güvenliği, sosyal hizmet ve gazetecilik mezunlarının işsiz kaldığı yönündeki veri de sürpriz olmuyor. Her ne kadar 1961 Anayasası döneminin basın kesimini, işveren baskısına rağmen sosyalleştiren mirası (özellikle 212 sayılı Basın İş Kanunu) bu sektörde çalışanları bir nebze korumuşsa da bu kanunun güvenceleri neoliberal iklimde aşamalı şekilde eritilmiş bulunuyor. Örneğin daha bu yılın başında, Basın İş Kanunu’nun 14’üncü maddesindeki “Gazetecilere ücretlerini vaktinde ödemeyen işverenler, bu ücretleri, geçecek her gün için yüzde beş fazlasıyla ödemeye mecburdurlar” hükmünün emekçilerin hakları yönünden değil; medya patronlarının, “teşebbüs” ve “çalışma özgürlüğü” yönünden kavranarak Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş olması bunun tipik örneğidir. Geçmişte “çalışma koşulları bakımından işçilerden farklı bir konumda olan ve kamuoyunu doğru bilgilendirme görevleri bulunan gazetecileri işveren karşısında korumak amacıyla getirildiği” ve “basın özgürlüğü yönünden önemli bir işlev” gördüğü söylenen bu hükmün, bugün holdinglere ve onların teşebbüs hürriyetine yüklenen ölçüsüz bir külfet olarak kavranmış olması, emek-sermaye çelişkisinde geldiğimiz aşamayı ve eşitlik ilkesinin sahip çıkanları sahnede bulunmadıkça nasıl olup da tersyüz edildiğini göstermiştir:
“Bu hâliyle kural, basın sektöründe çalışanlar için diğer çalışanlara göre nesnel ve makul bir nedenle de olsa orantısız bir farklı muamelenin getirilmesine yol açmaktadır. Bu itibarla kuralla gazeteciler lehine kabul edilen farklı muamelenin ölçülü olduğu söylenemeyeceğinden kural eşitlik ilkesiyle de bağdaşmamaktadır. (AYM, E.2019/48, K.2019/74, 19/09/2019, § 36)”
Basın kartı keyfîliği: Akreditasyon ve “yıpranma hakkı”
Basın özgürlüğünün liberal ve sosyal haklar bağlamında kesişim noktalarından birini “basın kartı” uygulaması oluşturuyor. Bu kartın basın özgürlüğünün liberal yönü açısından önemi, akreditasyonla ilgilidir. Basın kartı, her şeyden önce basın kuruluşlarına bağlı gazetecilerin TBMM ve diğer devlet kurumlarına girebilmeleri ve basın toplantılarına katılabilmelerinin ön koşulu olan “akredite olma” için önem taşıyor. Hem haber alma hem de güvenlik nedenleriyle evrensel olarak uygulanagelen bu uygulama için yapılacak başvurular Türkiye’de uzun yıllar Başbakanlığa bağlı Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü (BYEGM)’ne yapılmaktaydı. 2017 Anayasa değişikliğinden sonra bu kurumun yetkileri de Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığına bırakıldı. Akreditasyon ve sarı basın kartı verme yetkisinin Cumhurbaşkanlığı İletişim Daire Başkanlığı’na devredilmesinden sonra yaklaşık bir yıldan uzun süre boyunca sarı basın kartı komisyonu toplanmadı. Türkiye Gazeteciler Sendikası ve gazeteciler cemiyetleri temsilcileri dışlanarak; iki üyesi Cumhurbaşkanlığı’ndan, üç üyesi ATV, Star ve Daily Sabah gibi hükûmete yakın medya organlarından ve iki üyesi de Anadolu Ajansı ve TRT’den olmak üzere oluşturulan Komisyon’un “sarı basın kartı” yerine “turkuaz basın kartı” vermesi uygulamasına geçildi. Bu süreçte, henüz son kullanma tarihi geçmemiş ve e-devlet sisteminde halen “kullanımda” şeklinde kayıtlı tüm sarı basın kartları iptal edildi. Bu idari kararla hukuken kazanılmış hak olarak basın kartı sahibi olan yüzlerce gazeteci, henüz kendilerine turkuaz renkli yeni kartları da teslim edilmediği için gerekçesiz şekilde kartsız hâle geldi. Bu fiili durum, TBMM, bakanlıklar, valilikler gibi pek çok kamu kurum ve kuruluşunu izleyebilmek amacıyla basın kartı taşımaları gerekli olan gazeteciler için “fiili engelleme” yaratmış oldu.
Bu sorunun bir de sosyal haklara bakan bir yönü oldu. Basın ve gazetecilik alanlarında çalışan sigortalıların fiziksel, ruhsal ve fizyolojik bakımlardan insan sağlığını olumsuz yönde etkileyen ağır ve yıpratıcı koşullar altında çalıştıkları ve bu nedenle fiilî hizmet zammı hakkından yararlandırılmalarını düzenleyen bir kural, bu yılın başında Anayasa Mahkeme önüne geldi. Basın emekçilerinin bu “yıpranma hakkı” olarak bilinen tazminatının basın kartı sahibi olmalarına bağlı tutulmasını ele alan Mahkeme, basın kartı sahibi olma koşullarının kanunla düzenlenmeyip yürütmenin yönetmeliğiyle belirlenmesinin Anayasa’ya aykırı olduğunu söyledi. Zira sosyal bir hakkın kanun yerine yürütme işlemiyle sınırlandırılması Anayasa’ya aykırıydı:
“Kuralla fiilî hizmet zammından yararlanacak basın kartı sahibi olanların tespiti Basın Kartı Yönetmeliği’ne bırakılmıştır. Böylece basın kartı sahibi olmak için gerekli şartlar ve dolayısıyla fiilî hizmet zammının uygulanacağı basın ve gazetecilik mesleğinde çalışanların belirlenmesinde temel esaslar ve ilkeler kanunla düzenlenmeyerek bu konudaki düzenleme yetkisi yönetmelik aracılığıyla bütünüyle yürütme organına verilmiştir. Basın ve gazetecilik mesleğinde fiilen çalışanların fiilî hizmet zammından yararlanmaları için kuralda olduğu gibi Basın Kartı Yönetmeliği’ne göre basın kartı sahibi olmaları şartının öngörülmesi yeterli değildir. Kanunilik ölçütünün gerçekleşmesi için sosyal güvenlik hakkının sınırlanmasına yol açan söz konusu düzenleme nedeniyle basın kartının niteliği ile ne şekilde verileceği konusunda ve bu kartın verileceği kişilerde aranacak şartları içeren temel ilkelerin anılan hakka keyfi bir şekilde müdahale edilmesini önleyecek şekilde kanunla açık bir şekilde ortaya konulması gerekir. Kanunda söz konusu temel ilkeler ve kanuni çerçeve belirlenmeksizin itiraz konusu kuralla sosyal güvenlik hakkına sınırlama getirilmesine imkân tanınması temel hakların ancak kanunla sınırlanabileceğini öngören Anayasa hükmünü ihlal etmektedir.” (AYM, E.2019/62, K.2019/98, 25/12/2019, § 15.)
Yani Anayasa Mahkemesi basın emekçilerinin lehine değer taşıyan “yıpranma hakkı” kullanımının basın kartı sahibi olunması koşuluna bağlı olmasında bir sorun görmedi fakat bu güvencenin Cumhurbaşkanlığının keyfîliğine bırakılmaması için yasal bir düzenleme yapılması gerektiğini söyledi. Bu nedenle bu hükmü iptal ederken yasama organına 9 aylık bir süre tanıdı. Buna göre söz konusu hakkın etkili biçimde kullanılması için basın kartına ilişkin kanuni bir düzenleme yapılması gerekiyordu. Bu süre 14 Kasım 2020 günü sona erecek. Böyle giderse, Anayasa Mahkemesinin basın emekçilerinin güvencesini pekiştirmek üzere attığı adım, TBMM’nin ihmaliyle durumu daha da geriye götürecektir. Basın emekçileri basın kartı verilme koşullarının keyfîliğine tabi olmakla kalmayacak, sahip oldukları “yıpranma hakkı”ndan da yoksun kalacaklardır.
Sonuç olarak, bugün basın özgürlüğü sorununun yakıcı gündemleri tutuklama, hapsetme, mülkiyete el koyma, yayın yasağı ve benzeri türden müdahalelerle ilgili görülebilir. Fakat sorun sadece bunlara sınırlı değildir; aynı zamanda bir sosyal hak ve haysiyetli yaşam sorunudur. Vahşi kapitalizm koşullarında fikirlerin serbest rekabetinden bahsetmek, hatta ifade özgürlüğünden eşitlikçi şekilde yararlanıldığını söylemek gerçekçi değildir. Türkiye’de demokrasinin ve adaletin pekiştirilmesi arayışı içinde olanların demokrasiye ve adalete “sosyal” bir nitelik katması kaçınılmaz olmalıdır.