Türkiye, 1950’li yılların tuhaf bir tekrarını yaşıyor. Demokrat Parti (DP) iktidarı döneminde, gazetecilerin hapsedilmesi, basın özgürlüğünün boğulması, üniversite özerkliğinin ve yargı bağımsızlığının mesleki tasfiyelerle mahvedilmesi, laiklik ilkesinin yozlaştırılması, ekonomik kriz vb. çok benzer. Bu karşılaştırmayı daha önce bu sayfada yapmıştım. Dileyen okurlara, metni okumalarını ve benzerliği bizzat karşılaştırmalarını öneririm.
Türkiye’nin içine girdiği otoriterlikten totaliterliğe doğru giden günümüz Türkiye’sinde tek eksik, “Tahkikat Komisyonu” idi. Yani bir o eksikti, bu tartışmalarla birlikte tam oldu.
Komisyon’un 1960 yılındaki kurulma amacı, Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) kriminalize edilmesi ve esasen kapatılmasıydı. Komisyon’un varlığı, ülkenin kurucu liderlerinden İsmet İnönü’nün başkanlığını yaptığı CHP’nin, “ülkedeki bütün yıkıcı grupları çevresinde topladığı, halkı, orduyu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırttığı” gibi iddialardı. Bu girişim, yangına körükle gitme anlamı taşıdı. Parti’nin mallarına el konulmak istenmesi, gazetesinin (Ulus Gazetesi’nin) kapatılması ve kimi vekillerinin yargısal olarak taciz edilmesi yönündeki girişimlerin yetmediğini, baskıcı yönetimin daha da ileri gittiğini göstermişti.
Bu adımlar Türkiye’nin hayrına olmadı. Her şey daha kötüye gitti. Ülke demokratikleşme konusunda geriye düştü.
Olan oldu biten bitti. Fakat asıl trajedi şurada: Bundan hiçbir ders çıkarılmamış. Elli yıllık deneyim, bazıları için hiçbir şeyi değiştirmemiş.
Şöyle ki, bazı yandaş kalemşörler, her dört seçmenden birinin oy verdiği, 10 milyondan fazla oyu, bir milyondan fazla üyesi olan, Cumhuriyet’in kurucusu olan ve hâlihazırda ülkenin ana muhalefet görevini üstlenen bir partinin kapatılması gerektiğini telkin edebiliyorlar.
“Yazıklar olsun” deyip geçebiliriz ama geçmeyelim. Bazı notları düşelim.
Bu telkinlerin “liberal” geçinen kişilerden gelmesi, bu kesimlerin “hoşgörü” söylemlerinin ne denli kof olduğunu ve ilkesel duruşlarının sınırlarını göstermesi açısından anlamlı. İktidar çevrelerinden bir kişinin dahi “yahu olur mu öyle şey, bu ne zırvalıktır” diyememesi ve diğer bazılarının “istemem yan cebime koy” türü bir tavra meyletmesi de öyle. Kendi deyişleriyle “devlet adamlığı” iddiasını taşıyanların, daha sorumlu davranması gerekmez miydi? Gerekirdi ama olmadı.
Bunlardan başka; bir de meselenin, Anayasa Mahkemesini zan altında bırakan yönü var. Zira bu yazarların bazıları, CHP’nin kapatılması gerektiğini, utanmadan sıkılmadan dile getirmekle kalmadı, iktidarın kafaya koyarsa bunu gerçekleştirebileceğini söyledi.
Bunun anlamı, Anayasa Mahkemesinin talimatla karar vereceğidir. Böylesi ağır ithamlar için elinizde bir delil veya delil başlangıcı olmalıdır.
Yargıçları, kendilerini atayan kişilere göre değerlendirmeyi ilkesel olarak doğru bulmuyorum. Fakat bir an için Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından atanan üyelerin, böylesi bir güdülenmeyle hareket edeceği düşünülse bile (ki bu kategorideki üyelerin hepsi birden öyle bir performans gösteriyor değildir) Anayasa’ya (md. 149/3) göre; “bir siyasi partinin kapatılmasına ya da Devlet yardımından yoksun bırakılmasına karar verilebilmesi için toplantıya katılan üyelerin üçte iki oy çokluğu şarttır.” Bu, tüm üyelerin toplantıda hazır bulunması durumunda on üyenin kapatma yönünde oy kullanması gerekir demektir. Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından atanan üye sayısı yedidir.
Mahkemenin kararlarına dönük çalışmalar sürdüren biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki hem bu üyelerin tamamının bu yönde oy kullanacağı kuşkuludur hem de TBMM’nin seçtiği veya Abdullah Gül’ün atadığı üyelerin kapatma yönde irade göstereceği şüphelidir. Dolayısıyla Mahkeme’nin bu bağlamda talimatla karar vereceği söylemi, haksızlık olması bir tarafa gerçekçi de değildir.
Öte yandan; konu, salt bir nicelik meselesi de değildir. “Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olan; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayan; suç işlenmesini teşvik eder” (md. 68/4) bir tutum, CHP’nin grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsenmiş değildir. Bu türden eylemler, “doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işleniyor” da değildir. Dolayısıyla CHP’nin yaptırıma uğraması için Anayasa’nın (md. 69/6) aradığı koşullar da yoktur.
Bu konuda tek olasılık, CHP’nin “yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım” aldığının (md. 69/10) kanıtlanmasıdır. Bu türden bir bulgu hâlihazırda yoktur. Bu konudaki Türkiye’deki tek tartışma, AK Parti ile Almanya menşeili bir vakıf olan “Deniz Feneri e.V.” arasındaki ilişki bağlamında yaşanmıştır. CHP yönünden değil.
Hülasa; partili Cumhurbaşkanı tarafından atanan sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, CHP hakkında bir kapatma davası açabilir mi açabilir ama böyle bir davanın, kapatmayla sonuçlanması güçtür. Bu sürecin ekonomik ve sosyal yıkım getireceği ise açıktır.
Buraya kadar yazılanlar fiktif, yani olasılıklara dayanan varsayımlar. Gelgelelim aslında ortada CHP hakkında açılan bir dava var. Kamuoyunun dikkatinden kaçmış olabilir ama Parti, eylemli olarak yargılanıyor.
CHP, 2020 yılının yaz mevsiminde “21 Soruda FETÖ’nün Siyasi Ayağı” isimli bir kitapçık yayımladı. Bu kitapçık, “FETÖ/PDY” diye adlandırılan örgüt ile AK Parti üyesi milletvekilleri arasında bağ kurmaya çalışıyor ve bu siyasi ayağın bizzat iktidarda olduğu iddiasını içeriyordu. Söz konusu kitapçık hakkında bir mahkeme kararı ile basım, dağıtım ve satış yasağı getirildi ve kitapçığın toplatılmasına karar verildi. Bu karara karşı Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yapıldı. Mahkeme, bu konuda henüz karar vermedi.
Kısa bir süre sonra da CHP’nin Merkez Yönetim Kurulu (MYK) üyelerinin tamamı hakkında suç duyurularında bulunuldu. Anılan tarihte CHP MYK üyelerinin tamamı milletvekili olduğu için, yargısal süreç bir kişi hariç olmak üzere “milletvekili dokunulmazlığı” nedeniyle ilerlemedi.
CHP MYK’nin genç üyesi Gökçe Gökçen, milletvekili olmadığı için davalar onun üzerine yığıldı. AK Partili yetkililerin müşteki sıfatını taşıdığı, hakkında altı ayrı suçlamayla üç ayrı dava açılan Gökçe Gökçen sanık sandalyesine oturtuldu. Yani hâlihazırda, bu davalarda Gökçe Gökçen nezdinde CHP yargılanır oldu.
Gökçen hakkındaki davanın konusu “İftira” ve “Cumhurbaşkanına Suikast ve Fiili Saldırı”. Zira iddiaya göre söz konusu yayın, “Cumhurbaşkanına Hakaret Suçu”nun (TCK md. 299) ötesine geçmiş “Cumhurbaşkanına saldırı” (TCK md. 310) niteliğine ulaşmıştı.
Yabancı dil bilgisi ve akademik araştırmalarıyla anayasa hukuku alanında parlak bir akademik gelecek vadeden, Avrupa’da sosyal demokrat ve sosyalist partilerin gençlik kollarının çatı örgütü olan “Avrupalı Genç Sosyalistler”in başkan yardımcılığını yapan ve pek çok gencin feyz alacağı etkinliklerde bulunan Gökçen’in davasının akıbeti, ülkenin demokratik geleceği açısından da önemli ve sembolik bir köşe taşıdır.
Şunun altını çizelim. Bu dava, sembolik ama tek değil. Örneğin CHP’nin, hangi yetkilinin ne kadar ve kaç maaş aldığını ortaya koyan “Arpalık A.Ş.” kitapçığı da yasaklanmıştı. Keza, kara para aklama süreçleriyle ile ilgili “Sabıka Holding” broşürünü dağıtan gençler gözaltına alınmıştı. Örnekleri çoğaltabiliriz.
Tüm örnekler bizi CHP’nin yayınları yasaklanmaya ve bu yayınları dağıtan kişilerin de taciz edilmeye başlandığı yeni bir döneme girdiğimiz gerçeğine ulaştırıyor. Bu davalar, CHP hakkında kapatma davası açılmasa bile CHP’nin fiilen kriminalize edilmesi anlamına geliyor.
Buradan bakıldığında aslında son dönemdeki söylemler, pişirilmekte olan yemeğin bir sosu. Bu menüyü kabul etmiyoruz.
Bu aşamada Anayasa Mahkemesine düşen şey, “21 Soruda FETÖ’nün Siyasi Ayağı” isimli kitapçığa dönük yasaklarla ilgili sembolik önem taşıyan kararını geciktirmeden açıklaması ve bu konuda “yol gösterici” belirlemeleri ortaya koymasıdır. Zira Mahkemenin asıl işlevi, örneğin komşular arasındaki laf dalaşlarının görüldüğü davalardaki usuli sorunlara veya düşük bedelli bir mülkiyet davasındaki muhakeme koşullarına dönük kararlar vermekten çok (veya bunlardan önce) anayasal önemi yaşamsal olan konuları karara bağlamak ve “Anayasa’nın bekçiliğini yapmak”tır.
Bu nedenle, Mahkemenin, söz konusu davada, Türkiye’yi daha otoriter bir yere sürükleyecek bu kapatma iddialarına set çekecek türden bir kararı gecikmeden vermesi kritik önemdedir.
Mahkeme, bu şansı kaçırmamalı, tarihsel ödevini yerine getirmelidir.
***
Bunları kaydettikten sonra şimdi, başta söylediğimiz noktaya dönelim. Eskiden ünlü bir filozofa atıfla “tarihte olaylar ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak tekerrür eder” derdik. Bugün, karşı karşıya olduğumuz şey ise iki arada bir derede, bir tür “trajikomedi” kabilinden sayılabilir. Bu trajikomedinin hangi yönünün ağırlık taşıyacağını ise Mahkemenin tutumu ve yaklaşan seçimler gösterecek.