Türkiye'de toplumsal yaşamı, dinsel referanslara göre biçimlendirme projesi hız kesmiyor. Bu konuda, daha önce, alkol yasakları bağlamında adım adım ilerleyen muhafazakârlaştırmadan bahsetmiş ve bunun laiklik ilkesiyle de çatışan kısa tarihine değinmiştim.
Belli bir yaşam tarzının tüm topluma dayatılması yolculuğu, muhafazakâr otoriterlik durağından İslamcı totaliterliğe doğru ilerliyor. Siyasi iktidar, bu yolculuğunda, görsel medyayı fazlasıyla kullanmakta. Bir tür "sansür kurumu" gibi etkinlik gösteren RTÜK aracılığıyla iktidarın ideal saydığı bir yaşam tarzı pompalanıyor. Bu yaşam tarzında alkole yer yok ama dahası var: Alkol kullanımına karşı açık bir düşmanlık sergileniyor. İçki içmek ile alkolizm adeta eş anlamlı görülüyor. Anayasa'nın "gençlerin alkol düşkünlüğünden korunması" (md. 58/2) biçimindeki halkçı kuralı, "toplumun alkolden korunması" biçimindeki İslamcı siyasete alet ediliyor. Gerçekte helal-haram ikiliğine göre belirlenen bu siyaset, "sağlıklı yaşam" etiketiyle pazarlanıyor. Hükûmetin, hazır gıdalarla, hızlı beslenmeyle, şekerli ve tuzlu besinlerle mücadelede, alkolle mücadelesinde olduğu kadar cengâver bir tavır sergilemiyor olması, bu gizlenen gerçeği doğruluyor.
Söz konusu tutucu riyakârlık, cinsellikle ilgili olarak da fazlasıyla geçerli. Türkiye'nin yakın siyasi tarihine baktığımızda, başta Millî Görüş hareketi olmak üzere İslamcıların, kadın-erkek ilişkileri konusunda hukuksal ve buna bağlı toplumsal durumla kavgalı olduğunu biliyoruz. Her türlü toplantısını, mümkün olduğunca haremlik-selamlık biçiminde organize eden, kızlı-erkekli evlerden veya kadınların ulu orta kahkahalarından rahatsız duyan, muhataplarını "kadın mıdır kız mıdır" diye sorgulayan, sistemli biçimde kürtaj karşıtlığını yayıp çiftlerin kaç çocuk doğurması gerektiğine kadar uzanan bir "müdahalecilik demeti" geliştiren ve üniversitelerdeki cinsiyetlerarasılığı bir tür "fuhuş zemini" olarak görüp üniversiteleri bu bakışla yeniden biçimlendirmeye çalışan söz konusu yaklaşımın, eş cinsellik konusundaki tutumu da farksız. Eş cinselliğin, Araf ve Hud sureleri ile Lut Kavmi efsanesine referansla "sapıklık" olarak lanetlenmesi, yatay bir tartışmanın değil, çatışmacı bir iktidar söyleminin parçasına dönüşmüş bulunuyor. Bu yapılırken de bilimsel verilerin hiç edilmesinde beis görülmüyor. Örneğin eş cinselliğin 1973 yılından sonra APA ve WHO tarafından hastalık sayılmadığı ve ICD listesinde bulunmadığı gerçeği, bizzat Bakanlık düzeyinde yok sayılıyor. Eş cinsellik "tedavisi gereken bir hastalık" olarak kodlanıveriyor. Böylelikle, bu konudaki "nefret cinayetleri" sorununu çözmek şöyle dursun, bu sorunlu iklim devletçe destekleniyor.
Bu iklimin toplumsal olarak örgütlenmesinde medya özellikle yaşamsal konumda. "Yeni Türkiye"de, tıpkı alkol gibi cinselliğin de en ufak görünürlüğüne veya imasına karşı sistemli bir sansür, adeta bir mücadele var. RTÜK, muhafazakâr dünya görüşüne uymayan her türlü yayına ceza kesiyor.
Gerçi her zaman için RTÜK'ün devreye girmesi gerekmiyor. Duruma göre aba altından sopa da gösteriliyor. Tabii ki bu sopanın muhatapları en çok, iktidar yanlısı olmayan medya oluyor. Örneğin Fox TV'de yayımlanan Yasak Elma dizisinde bir çiftin yatakta görünmesi hemen bir ceza tehdidini gündeme getirdi. Gerekli çevreler gerekli muhataplarına mesajlarını iletti. Bu bazen gizli, bazen de ayan beyan yapılıyor. Hatırlayacak olursak, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Tanıtım ve Medya Başkanı Mahir Ünal, gazeteci Cüneyt Özdemir'in bir programında "Aşk 101" isimli diziden bahsetmiş, dizide yer alan Osman karakterinin eş cinselliğini dert etmişti. Dizinin değiştirilmiş senaryosunda Osman karakterinin eş cinsel olmadığını gördük. Keza Netflix tarafından hazırlanmakta olan "Şimdiki Aklım Olsaydı" isimli Türk dizisinin senaristi Ece Yörenç, sinema eleştirisi sitesi Altyazı Fasikül'de "eş cinsel bir karakter nedeniyle dizinin çekimlerine izin verilmediğini ve bunun ilerisi için çok korkutucu olduğunu" açıkça dile getirmişti. Belli ki mesele RTÜK'e varmadan, yayıncılar, oto-sansürlerini kendileri uyguluyor. Bu nedenledir ki çok sayıda sanatsal üretimi kesilip biçilmiş biçimde TV ekranlarında izlemek zorunda kalıyoruz. Dolayısıyla sansüre bir bakıma alıştırılmış bulunuyoruz.
RTÜK'ün kestiği cezalara kuş bakışı göz attığımızda; Kurumun, müstehcenliği pornografiyle karıştırdığını anlıyoruz. Söz konusu muhafazakâr yaklaşıma göre cinsellik ile müstehcenlik neredeyse eş anlamda. Perspektif böyle olunca da "öpüşmek" bile büyük yaptırımların nedeni oluyor. Örneğin Show Tv'de yayımlanan "Çukur" dizisindeki sahnelerden dolayı kanala kesilen 1 milyon liraya yakın para cezasının gerekçelerinden biri de "yoğun öpüşme" sahneleri olmuştu. Bu nedenledir ki dizinin ilerleyen bölümlerinde bir daha öpüşmeye yer verilmemiş, böyle bir durumda akış, dizi karakterleri arasında "şimdi seni burada öperdim ama öpemiyorum" ve "ceza keserler" biçiminde ironik diyaloglarla tamamlanmıştı.
Bunun daha az popüler olan çeşitli kanallarda ve programlarda da tezahürleri var. Mesela Müzik Zamanı isimli bir programda, ATB grubunun "Could You Believe" ("İnanabiliyor musun?) şarkısının klibinde bir çiftin flört eder biçimde yakınlaşması, abartılı bir tepkiyle "pornografik" olarak nitelendirildi. Kanala para cezası kesildi. Fox Life kanalında yayınlanan 9-1-1 adlı dizinin, 24 saniyelik öpüşme görüntüsü içerdiği ve bu görüntünün "genel ahlaka aykırı" olduğu söylendi ve kanala beş kez yayın durdurma cezası verildi. Stu Segall'in yönettiği "İllegal Mavi" (Illegal in Blue) filminde bir yatak sahnesine yer verilmiş olması yaptırım konusu edildi. Zalman King'in yönettiği "İlişki" (Two Moon Junction) filmi de bazı "müstehcen sahneler" içerdiği için +18 koruyucuları bulunmasına ve gece 00.00'dan sonra yayımlanmasına rağmen ceza aldı. Yönetmen Wayne Kramer'in Moviemax'te yayımlanan, Türkçeye "Sınırı Geçmek" (Crossing Over) olarak çevrilen, ABD'de kaçak çalışan göçmenler ve kanuna aykırı sınır geçişleri gibi toplumsal bir soruna odaklanan suç drama filminde iki karakterin yatakta sohbet eder görünmesi "izleyicilerin ar ve utanma duygularını yıpratan nitelikte" sayılarak idari para cezasına konu oldu. Keza, Mitch Glazer'in yönettiği "Sihirli Şehir" (Magic City) filmindeki öpüşme sahnelerinden ötürü ceza verildi. Örnekleri çoğaltabilirim. Meraklısı RTÜK'ün, bu türden kararlarını yayımladığı sitesinden tarama yapabilir.
Ben, RTÜK'ün yayımladığı verilerden hareketle serbest biçimde bir grafik derledim. Bu verilere göre, tutucu yasakçı eğilim son yıllarda daha da artmış bulunuyor:
RTÜK'ün, bu grafiğe de yansıyan uygulamalarının anayasal yönden sanatsal ifade özgürlüğüne dönük ölçüsüz müdahale niteliği taşıdığı açık. Fakat bundan daha önemli bir nokta var. Muhafazakâr yaşam tarzı, her akşam milyonların evlerinde tekrar tekrar üretiliyor ve dayatılıyor. Belli bir İslamcı yaşam tarzı yorumu, böylelikle kamu kaynakları kullanılarak propaganda ediliyor.
Bu durum, yıllar önce, televizyonu bir "topçu kuvveti" olarak gören, "onun tepeyi bombalamasından önce piyadenin gidip o tepeyi zapt etmesinin mümkün olmadığına" inanan ve "cihadı, televizyonsuz yapmanın imkânı yoktur" diyen ve bu beyanı Refah Partisi'nin kapatılması davasında da ele alınan Erbakan'ın kendisinin olmasa da "şeriatçı" düşüncesinin bir proje olarak iktidara taşındığını gösteriyor.
Evet, adını koyalım: Tüm bu etkinliklerin muhafazakâr olmanın ötesinde, "şeriatçı" bir yönü var. 28 Şubat sürecinin yarattığı olumsuzluklar, ne yazık ki pek çokları için bunun adının böyle konmasına engel oluyor ve hepimizin gördüğü "odadaki fil" konuşulmaz oluyor. Bu sessizlik, şeriatçılığın frensiz biçimde ilerlemesine neden oldu. Laiklik, Anayasa'da varlık gösterse de içi kemirildikçe çürümeye yüz tuttu. İşin vahim tarafıysa toplum buna alıştırıldı. Alışmamalıyız.