Din özgürlüğü başlıca insan hakları belgelerinde ve anayasalarda tanınmış bir hak. Kişilerin diledikleri dini seçme ve ona göre ibadet hakkı, sadece Batı metinlerinde değil, örneğin yaygın kanının aksine Çin, Küba, Kuzey Kore, Sovyetler Birliği, Vietnam anayasalarında var. Böyle bakınca bu konuda insanlık, en azından kâğıt üzerinde, belli bir eşiğe ulaşmış gibi görünüyor.
Fakat bu özgürlüğü bir madalyon gibi düşünürsek madalyonun bir de öteki tarafı olduğunu unutmamalıyız. Bu da "dinden özgürlük" hakkıdır. Almanların "negatif din özgürlüğü" dediği bu hak, dinsel dayatmalardan azade olma güvencesini ifade eder. Kişiler, bu güvenceyle belirli bir akideyi veya dini faaliyeti uygulamaya zorlanmaktan korunur. Herkes bir dini toplulukta kalma, topluluktan çıkma veya dinini değiştirme konusunda serbest hâle gelir. Kimse, iradesi olmadıkça herhangi bir dinselliğe "maruz" bırakılamaz. Durum böyle olunca da din, gerçekten de bir vicdan meselesi olmaya yaklaşır.
Kimi okurlara çelişkili gibi gelebilir ama din özgürlüğü, gerçek değerini, dinden özgürlük sayesinde bulur. Çünkü bireyler, ancak dini zorlamanın olmadığı koşullarda, manevi alanda herhangi bir dayatma olmaksızın kendi öz kararlarını alan, sorumluluklarına sahip çıkan birer yurttaşa dönüşür, özgürlüğü gerektiği gibi tadar.
Bu koşulları sağlayan ilkeye genel olarak laiklik diyoruz. Devletin, bir kurum olarak dinden arınmasını; dinin kamusal, siyasal ve toplumsal yaşamda belirleyiciliğine engel olunmasını sağlayan laiklik, dinsel zorlamaların panzehridir. Bu panzehir yoksa, bir kurum olarak din kendisini her alanda dayatır. Farklı dinlerin/mezheplerin dayatmacılığı çatışma yaratır ve dayatmacılık, gitgide tüm alanlara yayılır ve boğulan tüm özgürlükler olur.
Dolayısıyla bir ülkede din özgürlüğünün gerçekten korunup korunmadığını ve laiklik ilkesinin hayata geçirilip geçirilmediğini anlamak istiyorsak en önce "dinden özgürlük" hakkına odaklanmalıyız. O bize çok şey anlatacaktır.
Bu kitabi bilgileri yazmakta yarar görüyorum. Çünkü bildiğimizi sandığımız kavramlar, son yıllarda kolaylıkla istismar ve ters yüz ediliyor. Bu en çok da din özgürlüğü alanında tezahür ediyor. Sadece geçtiğimiz haftanın haber başlıklarında bile bu manipülasyonu gayet net görebiliyoruz.
Boğaziçi'ndeki içki tacizi
Boğaziçi Üniversitesi bir süredir antidemokratik atamalarla gündemdeydi. Bu üniversitede baş gösteren ve gitgide artan otoriterleşme, en son öğrencilerin yiyip içtiklerine karışmaya vardı. Eline kamera alan güvenlik güçleri, kampüs içinde bira içen öğrenci avına çıkmaya başladı. Tutulan tutanaklardan anlıyoruz ki öğrenciler hakkında disiplin soruşturması yürütülecek, belki de cezalar verilecek.
Üniversite kampüsünde içki yasağı AK Parti'nin getirdiği bir yasak. Yeni nesil pek bilmese de yasağın on yılı ya var ya yok. Konunun asıl normatif dayanağı 2013 yılında çıkarılan bir kanun hükmünde kararnameydi. Kararname, "(…) her türlü eğitim ve öğretim kurumları, kahvehane, kıraathane, pastane, bezik ve briç salonları ile akaryakıt istasyonlarının mağaza ve lokantalarında alkollü içkilerin satışı yapılamaz." hükmüyle üniversitelerde de içki satışını yasaklamıştı.
Konu, o zamanlar haklı olarak AYM'nin önüne taşındı. Mahkeme, son derece sorunlu bir yaklaşımla konuyu Anayasa'nın "Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, (…) korumak için gerekli tedbirleri alır." (md. 58) hükmü ışığında kavradı ve hatalı biçimde, alkole erişimi, alkolizme giden yolun başlangıcı sayarak, bu kısıtlamayı haklı gördü. Mahkeme çoğunluğu, konuyu nüanslı (örn. öğrencilerin erişimine kapalı sosyal tesislerdeki yasak yönünden) tartışmadığı gibi, "alkol=alkolizm" biçimindeki tuhaf denkleme teslim oldu. Bu konudaki tek teselli iki üyenin kullandığı karşı oydu. Bu üyelerden Engin Yıldırım'ın o zaman için tarihe düştüğü not şöyleydi:
"Her şeyden önce yetişkin birey olan üniversite öğrencilerinin alkol tüketmelerinin makul oranlarda olmayacağı, bunun öğrencilerin suç işlemesini kolaylaştırarak kamu düzenini bozacağı görüşü tamamen bir varsayımdan ibarettir ve üniversite öğrencisi gençliğe dönük büyük bir güvensizliğe işaret etmektedir. Öğrencilerden alkollü içki tüketmeyi tercih edenlerin hepsinin alkol bağımlısı olabileceği, dolayısıyla kamu düzeni için bir tehdit oluşturabileceği son derece hatalı ve önyargılı bir yaklaşımı yansıtmaktadır."
TÜİK verilerine göre gençlerin yüzde seksenden fazlasının hiç alkol kullanmadığı, alkolizm oranının Avrupa ülkelerine kıyasla yok denecek kadar az olduğu Türkiye'de bu yasağın belli (dinci) bir yaşam tarzı dayatması olduğu apaçıktı. Zira yasaktan önce (hatta Cumhuriyet tarihi boyunca) açılış kokteyllerinde, bahar şenliklerinde veya benzeri kutlamalarda içilen içkilerden ileri gelen yaygın bir sorun veya yasaklama gündemi zaten yoktu.
Haklı çıkarılması imkânsız bir yasağın şeriatçılık dışında bir açıklaması yoktur. Gençlerin alkolizmden korunması bahanesi bir manipülasyondan ibarettir. Tartışmanın hem hukuki hem de toplumsal bağlamlarında laiklikten bağımsız ele alınmaması gerekir.
İstanbul Esenler'de Tacirler Eğitim Vakfı İmam Hatip Ortaokulu'na bir mescit açıldı. Açılış töreninde mescitte diz çöktürülen öğrencilere dualar okutuldu. Açılışa sadece memurlar ve bürokratlar değil, AK Parti'li siyasetçiler de katıldı. Etkinlik sırasında Esenler İlçe Millî Eğitim Müdürlüğü, açılışı Twitter hesabından Kuran'dan bir ayetle duyurdu ve AK Parti'li siyasetçiler kayırıldı.
Bu olay, laiklik karşıtı etkinliklerin toplu tasviri kabilindendir.
Bir defa, bir kamu kurumun sosyal medyada yaptığı açıklamalar birer idari işlem sayılır. Dinsel hizmet sunmayan bir müdürlüğün dinsel referansa dayalı idari işlemi laikliğe aykırıdır. Bu net.
İkincisi, ilgili mevzuat gereği eğitim kurumlarında siyasi propaganda yasağı, kişilerin okullarda siyasi parti temsilcisi sıfatıyla bulunmasını yasaklar. Bu yasak, siyasette dinsel istismar yasağıyla birlikte ihlal edilmiştir.
Üçüncüsü, ibadet, özel alanlarda veya ibadethanelerde yapılır. Eğitim kurumları, ibadethane değildir. Bir an için eğitim kurumlarında ibadet de edilebilir diye düşünülecek olursa bu, Anayasa'nın (md. 42/8) laik hassasiyetlerin ürünü olan şu bilinçli tercihini yok saymak anlamına gelir:
"Eğitim ve öğretim kurumlarında sadece eğitim, öğretim, araştırma ve inceleme ile ilgili faaliyetler yürütülür."
Hükmün bu açık lafzına rağmen 2018'den itibaren mescitler, okullarda zorunlu hâle getirildi. Yeni Danıştay'ın çoğunluğu bu kalkışmaya dur diyemedi ama doğruyu söylemekten geri durmayan Danıştay üyeleri de yok değildi. Karşı oy yazılarında şu gerçeği vurguladılar:
"İbadethane açılmasının eğitim öğretim faaliyetinin yürütülmesi için zorunlu hale getirilmesi laiklik ilkesine de aykırılık teşkil etmektedir."
Okullara mescit açılması girişimini, öğrencilerin ve eğitim emekçilerinin "ibadet özgürlüğü" olarak anlatmaya çalışmak bir manipülasyondur. Sayısız ibadethanenin bulunduğu ve çoğunluktakilerin ibadet özgürlüğü yönünden sorun bulunmayan bir ülkede, laik devlete düşen şey ibadethaneleri bir dayatma aracı olmaktan çıkarmak ve "dinden özgürlüğü" temin etmektir. Bu temin edilmedikçe yasaklar yeni yasakları getirecek ve dayatmalar artacaktır.
İstanbul Maltepe'deki Atilla Uras Anadolu Lisesi'ndeki bir okul müdürünün oruç tutmayan öğrenci ve öğretmenlere kantinde yeme ve içmeyi yasaklayan bir talimat yayımladığı ortaya çıktı. "Çeşitli mazeretleri nedeniyle oruç tutamayan" kişilerin yiyecek-içecek ihtiyaçlarını mutfak bölümünde gidermesini "rica" eden bu talimat, bir devlet okulunda oruç tutmayı kural, tutmamayı ise istisna kılmış oldu.
Oruç tutmamayı ancak mazeret varsa haklı sayan bu ton, bir yandan okuldaki herkesi bu ibadete zımnen zorlarken diğer yandan olmayan bir sorunu tartışıyor. Türkiye'de oruç tutmayanların makul çoğunluğu, oruç tutan meslektaşlarının karşısına geçip iştahla zaten yemek yemez. Olmayan bir sorunu köpürterek bundan tahakküm türetmek kurnazca.
Birilerinin yemek yiyip su içmesi, kimsenin ibadetine engel değil. Bu bakımdan söz konusu zorlamanın din özgürlüğünden kaynaklanan bir yönü yok. Buna karşılık dinden özgürlüğü ihlal eden yönü çok.
Malum, pandemi döneminde fırsattan istifade gece 12'den sonrası için -esasen içkili mekânlara- müzik yasağı getirildi. Geçen zaman içinde Covid-19 tedbirleri teker teker kaldırılırken bu yasak varlık göstermeye devam etti, ediyor. Buna karşılık, benzer hassasiyet 15 Temmuz'dan beri ezanın, Dünya Sağlık Örgütü'nün öngördüğü ses düzeyinin ötesinde desibel düzeyine çıkarılması; vaazların ibadete katılmayanların bile duyacağı biçimde yayımlanması veya hâlihazırda geceleri sokaklarda çalınan Ramazan davulları için gösterilmiyor. Bu iki yüzlülük, meselenin sükûnetle ilgili olmadığını gösteriyor. Yurttaşlar, belli bir dini yoruma ve pratiğe "maruz" bırakılarak devletçe endoktrine ediliyor.
İstanbul Kadıköy Çarşısı'nda cüppeli bazı kişiler, barlarda dolaşıp Kuran'dan ayetler aktararak sohbet etmekte olan yurttaşları içki içmekten vazgeçirmeye çalıştı. Yurttaşlar haklı olarak tepki gösterince de bu kişilerin din özgürlüğünü kullandığı kozu ileri sürüldü. Bu kozu yiyenler de oldu.
Oysa barlardaki yurttaşların da dinden özgürlük hakkı vardı. Buna gelmeden önce dahi, insan hakları hukukunda "proselitizm" olarak ifade edilen bu etkinlik, taciz düzeyine ulaştığında zaten koruma görmez. Bu noktada, hepsi bir tarafa, ağaca bakarken ormanı görmeyenlere şunu da sormak lazım gelir: Bu konudaki tartışmalara, Türkiye'de Cumhuriyet tarihi boyunca laiklik karşıtlığı içki sembolizmi üzerine kurulu değilmiş, Anadolu'daki bütün il merkezlerindeki içkili mekânlar şehir dışına itilmemiş, pandemi bahanesiyle gece 12'den sonra içkili mekânlara yasak getirilmemişçesine ve içki içen yurttaşlara vergi adı altında ceza kesilmiyormuşçasına yanıt vermeye çalışmak, alıklık değilse nedir? Aynı soru, yukarıdaki örnekler için de verilebilir. Din özgürlüğü kullanımı adı altında hem din özgürlüğü hem de dinden özgürlük ve genel olarak laiklik ilkesi yıpratıldı.
Laiklik bu alıklık yüzünden de değer kaybına uğradı. Daha fazla kaybetmesine tahammülümüz yok.