Türkiye’de hemen hemen her kurumda değişikliğe gidilmesine rağmen, herhangi bir esaslı değişikliğe uğramayan Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), Türkiye’nin en tartışmalı kurumu hâline geldi.
Kurumun selefi, millî mücadelecilerce 1920’de İstanbul’daki Şeyhülislamlık’a alternatif olarak kurulan ve neredeyse bakanlık düzeyinde nüfuzu olan “Şer’iye ve Evkaf Vekâleti”ydi. Bu kurum, 1924 Anayasası’nın ilanından bir ay kadar önce kaldırıldı, yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu.
Türkiye’nin kâğıt üzerinde bir “İslam Cumhuriyeti” olduğu 1923-1928 arasındaki beş yıllık dönem de dâhil olmak üzere DİB’e yüklenen işlev, maddi anlamda laikliği gözetmekti. Öyle ki 1924’te kanun önergesi veren Siirt milletvekili Halil Hulki Efendi ve 50 arkadaşının gerekçesi (günümüz Türkçesiyle) şöyleydi:
“Din ve ordunun siyasal akımlarla ilişkilenmesi birçok sakıncalara neden olur. Bu gerçek, bütün uygar milletler ve hükûmetler tarafından temel bir ilke olarak kabul edilmiştir. Bu bakımdan yeni bir hayatı kurmak görevini üstlenen Türkiye Cumhuriyetinin siyasal yapısına zaten aktarılmış olan Şeriye ve Evkaf Vekâleti ile Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti’nin var olması uygun değildir. Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması üzerine bütün vakıfların millete geçirilmesi ve ona göre yönetilmesi doğal bir sonuçtur.”
Altını çiziyorum. Bu gerekçe, Türkiye’de henüz laiklik ilkesi açıkça Anayasa’ya dahi sokulmamışken kaleme alınmıştı. Türkiye’de “kurucu baba”lar, din ve siyasetin çok iç içe geçmesinin risklerinin farkındaydı.
Laiklik ilkesinin Anayasa’ya girmesinden sonra ilk kez 1961 Anayasası’nda “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.” biçiminde sade bir hüküm bu konuya ayrıldı. 1982 Anayasası ise işlevler bağlamında ayrıntıya gitti. Bugünkü hüküm şöyledir:
“Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.”
Aslında 1982’de toplanan Danışma Meclisi’nin kabul ettiği ilk taslakta bu hükümde “İslâm Dininin gerçek kural ve ilkeleri doğrultusunda” ifadesi yer alıyordu. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanı’nın, Bakanlar Kurulu’nun göstereceği üç aday içinden Cumhurbaşkanınca atanması da öngörülüyordu. Fakat Millî Güvenlik Konseyi metne müdahale etti, hem “doğrultu”yu düzeltti hem de atama usullerini Kanun’a bıraktı; hüküm bugünkü hâlini aldı. Dahası, devlet kontrolünde kalmak kaydıyla dini, siyasal ve toplumsal yaşamdaki kutuplaşmaya karşı bir panzehir, bir tür dayanışma ağı olarak tasarlayan 12 Eylülcüler, Siyasi Partiler Kanunu'na da bu hükme aykırı hareket etme yasağı ekledi.
DİB, 1960’lı yıllardan itibaren tartışmalı bir kurumdur. Örneğin daha 1970’li yıllarda çok önemli iki (1, 2) ayrı Anayasa Mahkemesi kararına konu olmuştur.
Bu teknik yönler kamuoyuna az yansısa da etkinlikleri çok daha tartışmalı olmuştur. Örneğin DİB, 1979 yılındaki Diyanet Takvimi’nde, “cihata katılma”yı salık veriyor, Cumhuriyet devrimlerini ise İslam'ı yıkmaya çalışan akımların arasında gösteriyordu. Aynı takvimde kadınların eğitiminin fuhşa yol açacağına, medeni nikahın boşanmaları arttırdığına ilişkin ifadeler tartışma yaratmıştı. Bu türden (örn. Yahudileri düşman ilan eden, plansız nüfus büyümesini öven ve üniversite eğitimini yeren) ifadelere 1990’lı yılların takvim yapraklarında da rastlanmıştı. 1970’li yıllarda “çocuklarla cinsel ilişkinin orucu bozmayabileceğini” söyleyen Diyanet Gazetesi, 1980’li yıllardan sonra başörtüsüz anneleri olumsuzlayan ifadelerde bulunduğu için tepkilere neden olmuştu.
Bu türden tartışmalı çıkışlar, AK Parti döneminde ise çok daha yaygınlaştı. Örneğin 2008’de Türkiye Diyanet Vakfı’nın yayınında Feminizmin ahlaksızlık olduğu anlatılırken, “Alo Fetva” hatlarında bir babanın kızına şehvet duymasının normal olduğu ifade edilebilmiş veya Alevilerle evlenilmemesi gerektiğini önerilebilmişti. Ayrıca cemevlerinin ibadethane olmadığı konusundaki sorunlu pratik de DİB’in bu konudaki mütalaalarına dayandı.
Bu süreçte dikkat çeken bir gelişme de DİB’e tüzel kişilik, başkana da ruhani bir kimlik kazandırılmak istenmesi oldu. Zira Anayasa Mahkemesi de bir kararında Başkanlığın dinsel bir teşkilat olmadığını söylemişti. Ne var ki Başkan, kendilerine sıradan bir kamu kurumu muamelesi yapılmamasını istedi. Papa, Türkiye’ye geldiğinde adeta dinsel bir temsilci gibi hareket etti. Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun’a aykırı biçimde olur olmaz yerlerde cüppesiyle (memuriyet kıyafetiyle) gezen başkan, deprem, hastane vb. yerlerde spekülatif açıklamalarla öne çıkmaya başladı. Ayasofya’nın ibadete açılması sırasında cihatçı ritüelleriyle (kılıç), Yargıtay açılışındaki konumu ve dualarıyla tartışmalı hâle gelen başkan, pek çok konuda konuşmasına rağmen; konu, 1 milyon liralık makam aracı olduğunda suspus oldu.
Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin protesto biçimlerine laf yetiştiren Kurum, “Bakara-Makara” esprilerine de bazı siyasetçilerin “Allah’ın elçisi” ilan edilmesine de sesini çıkartmadı. Çifte standart hep laikliğe karşı çalıştı.
Kurum, koşullar el verdiğinde de emekçilere ve siyasal katılıma karşı konum almaktan kaçınmadı. Örneğin DİSK’in Düzce’de bir fabrikada gerçekleştirdiği greve karşı Düzce Müftülüğünün “işi yavaşlatmak ve işyerine zarar vermek, kârı azaltıcı davranışlarda bulunmak, çalışanı ağır dini mesuliyet altına sokar” diyen bir hutbe okutması, soğuk savaş bitse de bu çevrelerin üstlendiği misyonu yeri geldiğinde devam ettirdiğini gösteriyordu. Bir siyasal katılım kanalı olan sosyal medyaya dönük sansürle ilgili DİB yetkililerinin otoriter çıkışı da bunu bir kez daha doğruladı.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın laiklik ilkesiyle uyumsuzluğu, bir davada İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin de önüne geldi. İzzettin Doğan ve 202 Alevi başvurucunun davasında Mahkeme, kurumun dinsel tarafsızlık taşımadığını, sadece Hanefi-Sünni mezhebinin kabullerine ve bu mezhebe dönük etkinlik gösterdiğini belirledi. Bu yönüyle karar, kurumun köklü biçimde değiştirilmesini gerektiriyor. Fakat diğer pek çok kararda olduğu gibi bu kararda da Türkiye kararın genel tedbirler anlamında gereğini hâlâ yapmıyor.
Diyanet İşleri Başkanlığı, toplumsal ve siyasal yaşamın dincileşmesine koşut olarak nüfuzunu ve hacmini istikrarlı biçimde arttırdı. Aşağıdaki grafik, bizzat tuttuğum bütçe paylarını yansıtıyor:
Bütçedeki bu şişme, personel sayısında da farklı değil. Kurum bünyesindeki personel sayısı da sürekli olarak artıyor. 2002 yılındaki 68 bin 479 personel sayısı 2020 itibarıyla 128 bin 469’a yükselmiş bulunuyor. Bu istihdamlarda dahi eşitsizlik göze çarpıyor Bu sayının içindeki kadın oranı ise devede kulak kalıyor.
Bütün bu gelişmeler karşısında başta sosyal medya olmak üzere çeşitli platformlarda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması gerektiği savunuluyor. Bu ilk bakışta anlaşılır bir tepki. Fakat eğer arka planında bütünlüklü bir program ve kurumsal bir öneri yoksa aynı şekilde tehlikeli de.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması farklı, dönüştürülmesi farklı şeydir. Bu kurumun tamamen ortadan kaldırılıp yerine de yeni bir kurumsal yapının getirilmediği durum, dinsel alanın tamamen tarikat ve cemaatlere bırakılması anlamına gelir. Bu tür koşullarda Cuma hutbelerinden, yurttaşların dinsel ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için din işleri görecek kişilerin, çeşitli maddî ihtiyaçların ve mabetlerin sağlanması ve bunların bakımı gibi konularda yardım pratiklerine kadar pek çok konuda denetimsizliğin baş göstermesi pek olasıdır.
Böyle bir durumda tek merkezden üretilen olumsuzluk çok merkezli hâle gelir. Bu kaosun ise daha çok istismara kapı aralayacağı açıktır. Hele ki Türkiye gibi şeriatçılığın zincirinden boşaldığı bir ülkede bunun sonuçları çok daha yıkıcı olabilir.
Dolayısıyla bana öyle geliyor ki DİB’in kaldırılmasına değil dinsel tarafsızlığa ve laiklik ilkesine uygun hâle getirilmesine ihtiyacımız var. Olası bir iktidar değişikliğinde merkezileşmiş bir kurumun bu koşullara uyarlanması daha kolaydır. Bu nedenle tüm eleştirilerime rağmen DİB’in kaldırılmasına karşıyım.
Çözüm, hastalanan bir organı kesip atmakta değil iyileştirmekte.