Türkiye, ekonomik açıdan tarihinin en kötü dönemlerinden birini yaşıyor. Bunun seçmen tercihlerindeki etkisi de bir hayli fazla. Kamuoyu anketleri gösteriyor ki şu anda iktidarı destekleyenler azınlığa düşmüş bulunuyor. Bu gerçeğe rağmen iktidar çevreleri, yine de seçimlerin yenilenmesine sıcak bakmıyor.
Bu durum, demokrasinin en dar, en yozlaşmış biçimlerinden biri olan "salt sandık demokrasisi" için dahi kabul edilebilir değil. Böylesi durumlarda "erken seçim" kararı almak, bir zorunluluk olmalı. Teknik nedenlerle bunun mümkün olmaması, olsa olsa bir yasal yetersizliğin göstergesi sayılabilir ama demokrasi teorisi yönünden kesinlikle haklı çıkarılamaz. Eğer halkın çoğunluğu, oy tercihlerini değiştirmişse sandık halktan daha fazla kaçırılamaz, kaçırılmamalı.
Yürürlükteki anayasa, Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimlerinin her koşulda birlikte yapılmasını öngörüyor. Ana kural, bu seçimlerin beş yılda bir yapılması. Buna göre bir sonraki seçim, yaklaşık bir buçuk yıl sonra, yani 18 Haziran 2023 günü yapılacak.
Fakat Anayasa'ya göre seçim tarihini erkene almak mümkün. Bu kararı Cumhurbaşkanı da TBMM de ayrı ayrı alabilir. Cumhurbaşkanı, hiçbir koşula bağlı olmaksızın dilediği zaman ve tek başına erken seçim kararı alma yetkisine sahip. TBMM'nin erken seçim kararı alması ise üye tam sayısının beşte üç çoğunluğunun (yani 360 milletvekilinin) bu yönde irade göstermesini gerektiriyor.
Bugün muhalefetteki milletvekillerinin toplam sayısı 248. Yani bir erken seçim kararı alınması için AK Parti-MHP ittifakından 112 milletvekilinin daha bu yönde oy kullanması gerekiyor. Sadece MHP'nin desteği ise erken seçim kararı almaya yetmiyor. Bu nokta çokça gözden çok kaçar, o nedenle vurgulayalım: MHP'li 48 milletvekilinin erken seçim kararı alma yönünde oy kullanması durumunda dahi sayı 296'da kalıyor. Yani erken seçim kararı almak isteyen partilere bugün MHP katılsa bile bu karar hâlâ alınamıyor. (Buradaki dolaylı zorlama, MHP'nin desteği olmadan AK Partinin istediği yasaları çıkaramayacak olmasıdır.)
Dolayısıyla gerçekçi olmak gerekirse; AK Parti (hatta lafı dolandırmayalım, Recep Tayyip Erdoğan) istemeksizin Türkiye'de erken seçim kararı alınması imkânsız.
Anayasa, "erken seçim"den başka bir de "ara seçim"den bahseder. Bu ikisi, konuya yabancı olanlarca çokça karıştırılır. Erken seçim, milletvekili genel seçimlerinin, bir bütün olarak olağan zamanından daha önce yapıldığı seçimdir. Erken seçimle birlikte bir yasama dönemi biter ve beş yıllık yeni bir yasama dönemi başlar. TBMM'deki altı yüz milletvekilliğinin tamamı için yenileme gerçekleşir.
Ara seçim ise yasama dönemi değiştirmez. Ara seçim, istifa, ölüm, devamsızlık vb. nedenlerle boşalan milletvekili kontenjanları için boşlukların doldurulması için yapılan seçimdir.
Fakat ara seçimler, önemli illerde yapılırsa veya yaygın biçimde gerçekleştirilirse bir tür "genel seçim provası" etkisi gösterir. Zira artık oy oranlarına dönük spekülasyonlar anketlerde kalmaz, sandıkta karşılık bulur.
Üstelik ara seçim kararı alma yetkisi, erken seçimden farklı olarak sadece iktidarın tekelinde değildir. Anayasa iki durumda ara seçimi "zorunlu" sayar: (1) Bir ilin milletvekili kalmazsa, (2) boşalan milletvekilliği sayısı 30'a ulaşmışsa.
Şu anda on sekiz milletvekilliği boşalmış durumda. AK Parti çoğunluğu dilediği an bunlar için ara seçim yapabilir veya yapmayabilir. "Zorunlu ara seçim" açısından ise durum biraz daha karmaşık. Öncelikle, bir ilin milletvekilinin kalmaması kısa vadede olası görünmüyor, çünkü bütün illerde AK Parti milletvekilleri var. Bu AK Parti milletvekilleri çekilmedikçe/üyelikleri düşmedikçe herhangi bir ilde "üye kalmama" koşuluna bağlı "zorunlu ara seçim" olmaz.
Bu nedenle "zorunlu ara seçim" için geriye sadece milletvekilliğindeki boşalmaların sayısının 30'u bulması seçeneği kalıyor. Acaba muhalefet bu yolla ara seçime zorlayabilir mi?
Şu anda on sekiz milletvekilliği kontenjanı boşalmış durumda. Ara seçimin zorunlu olması için en az on iki üyelik daha düşmeli. Muhalefetin bunu gerçekleştirmek için yapabileceği şey, öncelikle "istifa" etmek olabilir. Fakat bu da kolay iş değildir. Zira Anayasa'ya (md. 85) göre milletvekili istifası, hemen hüküm doğurmaz. İstifanın, TBMM Başkanlık Divanınca tespit edilmesi, ardından da TBMM Genel Kurulunun bu istifanın geçerli olduğunu tespit etmesi gerekir.
Bu usul, tuhaf görünüyor olabilir. Öyle ya, biri istifa etmişse karşı tarafın kabulüne neden ihtiyaç duyulsun? Fakat bunun da kendi içinde bir mantığı vardır.
1982 Anayasası'nı hazırlayanlar, bu usulü, ‘80 öncesi deneyimlere atıfla koydu. Nitekim madde gerekçesinde bile bu kuralın, "toplu istifalar yoluyla iktidar değişikliği yapılmasına engel olmak" amacıyla getirildiği açıkça yazıldı.
Aslında söz konusu tuhaf madde, 1995'te değiştirildiğinde bu noktadan tartışma konusu olmuştu. Fakat ilginçtir; bugün AK Parti üyesi olan pek çok Refah Partisi milletvekili, "istifa tek taraflı beyanla hüküm doğurur, TBMM'nin kararına ihtiyaç yoktur" diyerek kurala itirazlarda bulunmuş ve yeni önergeler sunmuşsa da başta Mümtaz Soysal ve Coşkun Kırca gibi ağır toplar olmak üzere CHP/DYP çevreleri, buna karşı çıkmışlardı. Hocalar, bu hükmün, milletvekillerinin istifaya zorlanmalarına ve korkutulmalara veya siyasal manipülasyonlara karşı bir teminat olduğunu vurgulayarak o günkü Meclis çoğunluğunu, kuralın kalması için ikna etmişlerdi.
Bu not önemli ama konuyu dağıtmayayım. İstifalar, Meclis'in bir kararına tabidir. AK Parti çoğunluğunun bu kararı almaması, istifalara yürürlük kazandırmaması veya bu süreci geciktirme olasılığı her zaman için vardır.
En az on iki milletvekili kontenjanında daha boşalma yaratmak için muhalefetin girişebileceği ikinci pratik, milletvekillerinin istifa beyanlarının yanı sıra meclis çalışmalarına da katılmaması olabilir. Çünkü devamsızlık da bir düşme nedenidir. Fakat Anayasa'da onun da ek koşulları vardır. Anayasa'ya göre "Meclis çalışmalarına özürsüz veya izinsiz olarak bir ay içerisinde toplam beş birleşim günü katılmayan milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesine, durumun Meclis Başkanlık Divanınca tespit edilmesi üzerine, Genel Kurulca üye tamsayısının salt çoğunluğunun oyuyla karar verilebilir." Bu bakımdan bu koşul da AK Parti çoğunluğunun iradesine kalmış bulunuyor.
Dolayısıyla ara seçime zorlama biçimindeki bu politik "operasyon", sorunsuz ilerleyebilir görünmüyor. Dahası tüm bu tartışmanın, kitleleri talileştirip oldukça biçimsel kalacağını da unutmamak gerekiyor.
Buraya kadar yazılanlar, erken seçim kararının doğrudan veya ara seçimler kanalıyla dolaylı olarak zorlanmasının hukuken pirüpak olmadığını gösterdi. Fakat siyaset, salt hukuk kurallarını işleterek yapılmaz, onun ötesinde bir yaratıcılığı ve etkide bulunmayı gerektirir. Bu bakımdan, propaganda ve yaratıcı eylem ayrı bir önem taşır. Türkiye'de bu bağlamda en bilindik propaganda, "sine-i millete dönmek" söylemidir.
Sine, yürek veya göğüs anlamı taşır. Günümüz Türkçesinde "halkın bağrına dönmek" anlamı taşıyan "sine-i millete dönmek", Türkiye'nin çok partili hayata geçmesiyle birlikte tedavüle girmiş ve Türkiye'ye özgü anlamı olan bir kavramdır. İlginçtir; bu kavramın "patenti", Demokrat Parti (DP) çevrelerine aittir.
DP'liler, kavramı ilk kez 1946 seçimlerinin hileli olduğunu dile getirirken kullanmıştı. Onlara göre seçim hileliydi ve sonuçlar, gerçeği yansıtmıyordu. Dolayısıyla seçimler adaletli yapılmışçasına Meclis'e gitmenin, bu hileyi onaylamak, iktidarın figüranı olmak ve onun meşruluğuna hizmet etmekten başka bir anlam taşımadığı söylendi. Bu nedenle meşruluğu olmayan Meclis'te zaman öldürmektense halkın arasında mücadele etmeyi yeğlediklerini "sine-i millete döneriz" diyerek dile getirdiler.
Bu söylem, 27 Mayıs'tan sonra Adalet Partisi (AP) tarafından da sahiplenildi. Askeri müdahaleden sonra oluşan yeni Meclis'te AP'ye dönük baskıların artması üzerine partinin "müfritleri", "sine-i millete dönme" fikrini yeniden gündeme getirdiler.
Keza, bu geleneğin lideri Süleyman Demirel de 1970'lerde bazı milletvekillerine ceza kesilmesi gündeme gelince tepkisini "bize Meclis'te siyaset kapılarını kapatırsanız sine-i millete döneriz" diyerek vermişti.
Bu söylem, 1990'lı yıllarda DYP tarafından, Turgut Özal'ın Cumhurbaşkanlığının ANAP tarafından dayatılması üzerine de tehdit olarak kullanılmış, hatta bazı vekiller (örn. DYP'den Murat Sökmenoğlu) protesto istifalarını "sine-i millete dönme" söylemiyle de pekiştirmişti.
Esasen merkez sağ siyasetçilerde, "millî irade" metaforunun tamamlayıcısı olarak kullanılan bu söylemin gerçek anlamını, bunu dile getirenler "sine-i millete dönmedikleri" için tam olarak bilmiyoruz. Fakat zaten bu içeriğin başı sonu belli bir tanımını bulmak gerekmiyor olabilir. Zira böylesi kavramlar -Almanların "Kampfbegriff" dedikleri- "politik mücadele kavramı" kabîlindendir. Ağırlığı ve etkisi, sosyal gerçeklerle uyumlu olduğu ve toplumun rahatsızlık hissiyatıyla kesiştiği denli artar ve esasen "hegemonya inşası"nda işlev görür.
Türkiye'de, söyleyeni "millî" ve "halkçı" kılarken muhatabını halktan kopuk ve ihanet içine düşmüş bir konuma iten ve bu denkleme dayalı bir iklim kurma potansiyeli olan bu kavramın farklı zihinlerde farklı anlamları olabilir. Ne var ki bu, bütün "mücadele kavramları"nın bir ölçüde belirsiz ve göreli olmasıyla ilgili bir meseledir. Kavram, anlamını ve işlevini bağlamsal olarak gösterir. Kavramın ajitasyona bakan yönü, çeşitli pratiklerle doldurulabilir. Sol açısından bu pratikler, imza toplamaktan, kitlesel toplantılar organize edip forumlar açmaya veya dayanışma dernekleri (aşevleri, sığınma/öğrenci yurtları vb.) kurmaktan, genel grev örgütlemeye kadar uzanabilir.
Aktardığım pratikler, Anayasa'nın biçimsel setleriyle bezeli ve bütün odağı Meclis'e kaydıran sandık demokrasisinden çok daha demokratiktir. Çünkü bu araçlar kullanıldığında, söz, yetki ve karar, halka daha çok yaklaşır. Halk, birer "demokrasi hücresi" sayılabilecek bu eylemlerin içinde bir yandan dönüşür diğer yandan dönüştürür. Kitleler özneleşir ve geleceği bugünden kurma şansı yakalar.
Hâl böyleyken muhalefet çevreleri, "sine-i millete dönmek" kavramının içini, sadece "aba altından sopa gösterme"ye yarayan metaforik bir tehdidin ötesinde, ülkeye ihtiyaç duyduğu demokrasi nefesini verecek siyasal katılım araçlarıyla da doldurulabilir.
Demokrasinin bu püf noktası, dar bir "legalist" izlekte kaderine razı olmaktansa üzerine daha çok düşünmeye ve tartışmaya değer…