ABD başkanı, Ermeni tehcirini ve kırımını "soykırım" olarak tanımladı. Yıllardır Türkiye topraklarında üssü bulunan ve "stratejik ortak" olduğu söylenen, XX. yüzyılın en büyük toplu insan ölümlerinin müsebbibi olmasına rağmen kimin "soykırımcı" olduğu kararını, politik gündemine göre "bahşeden" bir devletin bu üsttenci tavrı, başlı başına bir yazı konusu olabilir. Hatta böyle bir yazıya, ABD'nin 1915'te olan bitenden haberdar olmasına rağmen neden 1917'ye kadar Osmanlı ile diplomatik ilişkilerini sürdürdüğü sorusuyla başlayabiliriz. Ardından, bugün Avrupa Birliği'nin hamisi olan Almanya'nın o zamanlar "Talim-i Alaman" sayılan bu politikaya ne ölçüde destek verdiğine kadar giden bir dizi soru işareti bırakabiliriz. Dahası, bu tutumun, aşırı milliyetçiliği tetiklemesinden ve Türkiye-Ermenistan ilişkilerini daha da zora sokmasından kimin ne gibi yararları olacağını da sorgulayabiliriz.
Fakat bugünün yazısı bu konuda olmayacak.
Joe Biden'ın 24 Nisan günü yaptığı açıklamayla birlikte, Türkiye'nin tepesinde sallandırılan "Demokles'in Kılıcı" aşağıya düşmüş oldu. Aslında bu ilk değildi. Eski ABD Başkanı Ronald Reagan, daha önce (1981) "soykırım" ifadesini kullanmıştı. O yıllarda böylesi bir çıkış tek de değildi. 1980'lerde ilerici güçler de bu yönde tutum almıştı. Örneğin Nisan 1984'te Jürgen Habermas, Jacques Derrida, Simone de Beauvoir, Roland Barthes, Alain Tourain, Claude Lefort gibi aydınların katıldığı "Halklar Mahkemesi", "Ermeni Soykırımı"nı kınamış ve (yaşananlardan bugün sorumluluğu olmadığını söyledikleri) Türkleri de bu soykırımı tanımaya davet etmişti. Takip eden yıl BM bünyesinde de böyle bir adlandırma kullanılmıştı.
Dahası, Türkiye'nin üyesi olmaya çalıştığı Avrupa Birliği'nin Parlamentosu da 1987'de "Ermeni Soykırımı"nı kabul etmişti. Ayrıca bunun reddedilmesi de AB üyeliğinin kaçınılmaz engellerinden biri sayılmıştı. Bu tutum, 2000, 2002, 2005 ve 2015 yıllarında tekrarlandı. Avrupa Konseyi de sessiz kalmadı.
Sonraki yıllarda özellikle 100. yıla doğru (aralarında ABD'nin de bulunduğu) çok sayıda ülkede meclisler, "Ermeni Soykırımı"nı tanımıştı. Bu sayı, yerel yönetimler hariç 32'yi bulmuştu. Hatta bu ülkeler soykırım inkâr yasaları çıkartarak bunu Yahudi Soykırımı (Holokost) ile eş düzeye taşımıştı. Bu konudaki son gelişme, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin Perinçek v. İsviçre kararında "Ermeni Soykırımı Emperyalist Bir Yalandır" ifadesinin ifade özgürlüğü kapsamında sayılması olmuştu. Mahkeme bu kararla Ermeni Kırımı ile "açıkça sabit tarihsel bir olay" olarak gördüğü Holokost'un eş olmadığını söylemiş, dolayısıyla sürekli Türkiye aleyhine işleyen çark bir defalık durmuştu.
Türkiye, bu konuda oldukça sağlıksız bir dış politika izledi. 1970'li yıllara kadar doğru dürüst konuşulmaz olan bu konu ASALA terörünün baş göstermesiyle birlikte toptan reddiye biçimini almıştı. Bu gerçek dışı ve paranoyak tutum, konuya nesnel yaklaşan ve fanatik nitelik taşımayan tarihçileri aşamalı olarak uzaklaştırdı. Ciddi akademik çalışma ve araştırmalar desteklenmedi. Propaganda amaçlı fonlamalara yönelindi. Konu, özellikle lobiciliğe indirgenmeye başladı. Türkiye'de bu indirgemenin gereğini yapıp başka türden bir tutum geliştiremedi.
Oysa konu hukuksal yönden büyük açmazlar içermiyordu. Örneğin 1948 yılında kabul edilen Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, Türkiye için büyük tehdit değildi. Nazi mezaliminin o zaman yürürlükte olan Lahey Sözleşmesi'nin hükümlerinin çerçevesini aştığının görülmesi üzerine Yahudi hukukçu Raphael Lemkin'in önerisiyle hazırlanan Sözleşme, "soykırım" kavramını çok tartışmalı ve belirsiz biçimde tanımlamış olsa da bu suçun geriye yürümeyeceği açıktı. Örneğin 2003'te bu konunun en yetkin organlarından sayılan Geçiş Dönemi Adaleti İçin Uluslararası Merkez (ICTJ) soykırımın tanımında yer alan "yok etme amacı" gibi fazlasıyla öznel ifadeyi yorumlayarak bazı Osmanlı yöneticilerinin soykırım amacının öncüllerini taşıdığını söylemişti. Fakat bu merkez bile, geriye yürümenin olamayacağını kabul etmişti. Dolayısıyla en azından uluslararası kamu hukuku yönünden geçmişten ve yüzleşmeden "korkmaya" gerekecek bir durum yoktu.
Bu konuda atılması gereken makul adım konunun uluslararası yargıya taşınması olabilirdi. Türkiye 2000'li yılların başında bu yönde bir eğilim göstermişse de bu eğilimini geliştiremedi. Kısır döngüye ve paranoyaya saplandı.
Oysa Türkiye'nin kuruluş yıllarındaki anayasal durum dahi çok daha makuldü.
1915 olayları yaşanırken Osmanlı Anayasası (Kanun-i Esasi) yürürlükteydi. Yani yetki varsa sorumluluk da esastı. Bu anayasal düzen uyarınca idarenin eylem ve işlemlerinin hukuksal bir arka planı bulunmalıydı. Anılan momentte bu normun kanun olması güçtü. Zira İttihat ve Terakki'nin güç temerküzü zirvedeydi. Bu türden uygulamalar yürütmenin düzenleyici işlemleriyle yapılıyordu. Dolayısıyla Osmanlı anayasal düzeni uyarınca böyle bir adımın ya Bakanlar Kurulu (heyet-i vükela) kararnamesi veya bir kanun hükmüne kararname (kanun-u muvakkat) yoluyla atılması gerekirdi. Oysa tehcirin başladığı 24-26 Nisan 1915'te böyle bir düzenleme çıkarılmamıştı. İddialara göre ilk adımlar İçişleri Bakanı Talat Paşa'nın kararıyla ve gönderilen tamimlerle gerçekleşti. Fakat bir süre sert ve keyfî bir kırım uygulandığı söylentileri ortaya çıkıp İtilaf Devletleri de rahatsızlıklarını dile getirmeye başlayınca tutum değişti. 27 Mayıs 1915'te bir kanun hükmünde kararname çıkarıldı.
Söz konusu düzenlemeye baktığımızda başta sadece güvenliği sarsacak bölgelerde uygulanması tasarlanan tehcirin "isyan çıkaran ve Ermeni komitacılarına yataklık eden diğer vilayetlerdeki Ermenilere" kadar genişletildiği görülür. Ayrıca "sevk edilen Ermenilerin gittikleri yerlerdeki nüfuslarını devamlı kontrol edilerek, Müslüman ahalinin yüzde 10'unu geçmemesine özen gösterileceği"nin düzenlendiğini okuruz.
Dolayısıyla bu aşamadan sonra, yaşananlardan ötürü Bakanlar Kurulunun kolektif sorumluluğu söz konusudur. Gerçi tarihsel verilere baktığımızda Bakanlar Kurulu içinde kimsenin, tekil olarak bu politikayı doğrudan sahiplenmediği de bir gerçektir. Örneğin Talat Paşa bile hatıralarında "Ben Kanun'un uygulanmasına karşıydım. Jandarmalar tamamen, polisler ise kısmen ordu hizmetine alınmış ve yerlerine milisler konmuştu. Tehcirin bu araçlarla yapılması durumunda çok çirkin sonuçlar elde edileceğini biliyordum. Dolayısıyla, geleceği düşünerek bu kanunun uygulanmamasında ısrar ettim ve uygulamaya girmesini geciktirmeye başarılı oldum" der.
Bu durum, hukuksal sonucu değiştirmez. Yürütmenin siyasal ve cezai sorumluluğu esastır. Zaten bu sorumluluğun gerekleri biçimsel de olsa uygulama bulmuştur. Daha konu anayasal sorumluluk araçlarına gelmeden parti içi mekanizmalar çalışmış, bu politikayı açıkça eleştiren hatta buna karşı çıkan ittihatçılara yanıt vermeye çalışılmıştır. 15 Eylül 1916'daki İTC kongresinde Ermeni tehcirini "meşru" kılan nedenler on yedi maddede sayılmış ve fakat aşırılıklar da vurgulanarak, denetim kurullarının gönderildiği, göç ettirilenlerin taşınmazlarının kötüye kullanılmaması için özel kanun çıkarıldığı ve kayıt defterlerinin tutulduğu ifade edilmiştir.
Fakat hukuksal denetim esasen Osmanlı'nın, Birinci Dünya Savaşı'nı kaybetmesinden sonra ortaya çıkmıştır. 8 Ekim 1918'de Talat Paşa hükûmeti istifa etmiştir. Bir süre sonra kurulan Damat Ferit Paşa hükûmeti de 2 Şubat 1919 tarihinde "Tehcir ve Taktil" olaylarını inceleyecek heyetler kurulmasına dair bir Bakanlar Kurulu kararnamesi yayımlamıştır. Bunun üzerine kurulan Savaş Mahkemesi (Divan-ı Harp), Talat Paşa hükûmetinin üyelerini gıyaben yargılamış ve mahkûm etmiştir.
Kuşkusuz, bu davalardaki yargılama, itilaf devletlerinin güdümünde yürütülmüştür ve "kazananın adaleti"dir ama yine de gerçek değişmez.[*] Biçimsel de olsa görev yetki sorumluluk mekanizması çalışmıştır.
İttihat ve Terakki'nin resmî olarak sonunun geldiği o yıllarda, onun kadrolarından oluşan fakat gömlek değiştiren Anadolu Hareketi'nin tutumu da bu geçmişe mesafe koymak yönünde oldu. 1919'dan itibaren Mustafa Kemal önderliğindeki hareket, bunu farklı biçimlerde ortaya koymuştu. Sivas Kongresi'nin daha ilk oturumunda görüşmelere başlanmadan önce tüm delegelerden İttihatçılığı yeniden hortlatmayacakları konusunda açıkça ve teker teker yemin alınması buna örnektir. Dahası, İstanbul Hükûmeti'nin Savunma Bakanı Cemal Paşa'nın bu konudaki sorusuna M. Kemal Paşa'nın verdiği yanıtın, savaş suçlarının göstermelik değil sert biçimde cezalandırılması yönünde olması bir diğer örnektir:
"Birçok tartışmalara neden olacak olan kâğıt üzerinde, reklam biçiminde yayınlardan çok, edimli uygulamalarla dosta düşmana gösterilmesini daha uygun ve yararlı görüyoruz."
Paşa, TBMM'nin açılmasından bir gün sonra (24 Nisan 1920) yaptığı konuşmada da kendilerine dönük saldırılara işaret ederken, Ermeni tehcirine de gönderme yapmış ve "Dünya Savaşı'nın başlangıç sayfalarından bahsetmek istemem ve zaten İtilaf devletlerinin de bahsettikleri doğal olarak geçmişteki o alçaklık değildir" diye konuşmuştu.
O yıllarda henüz "soykırım" sözcüğünün adı bile bulunmamış olduğu için bu yönde kapsamlı bir hesaplaşma yaşanmadı. Zaten yeni bir ulus-devlet kurulurken böylesi bir hesaplaşmanın gerçekçiliği kuşkulu olurdu. Yeni devlet, eskiden kopuşla birlikte unutuş eğilimindeydi. Bu toprakların en büyük felaketini (Medz Yeğern) unutmak kolay olmamalıydı. Fakat o da bir defada olmadı. Erken dönem yazında bu Ermeni kırımının ne denli trajik görüldüğüyle ilgili azımsanmayacak bir külliyat olduğu da bilinir.
Sözün özü Cumhuriyet'in erken döneminde bile bu Osmanlı mirasını sevabı ve günahıyla devralan, belleksiz ve tarihiyle yüzleşmekten korkan bir devlet tasviri yoktu. Genç Cumhuriyet, çok sayıda soruna ve asimilasyonist yönelimine rağmen topyekûn reddiyeci bir öz güvensizlik içinde değildi. Fakat Türkiye'nin bu hattı, 1970'li yıllardan itibaren özellikle 1980'li yıllarla birlikte tamamen hâkim hâle gelen şovenizme kaydı. "Türk'ün Türk'ten başka dostu yok"çu bu hattan, daha makul bir pozisyona geçmek kolay değil. Hele ki şovenizmin iktidar olduğu bugünlerde hiç değil.
Fakat yine de umut yok da değil. Umut, Hrant Dink cinayetinden sonra caddeleri dolduran yüz binlerdedir. O kitle, bu topraklarda yaşamış bir azınlığın dörtte birine yakın bir kısmının nasıl olup da kaybolduğunu, ABD istediği için değil, sağlıklı bir topluma dönüşmek için kırıp dökmeden ve empatiyle konuşma olasılığının tohumudur. Bu nedenle bu tohumun kamusal olarak çatlaması için ihtiyaç duyduğu can suyu da Hrant Dink davası olmalıdır.
ABD'nin iki yüzlü üsttenciliğine karşı en iyi yanıt, Dink cinayetindeki cezasızlık perdesini kaldırıp gereken kararın alınmasıdır. Demokratların bu tartışmadaki odağı burası olmalıdır.
[*] İki farklı Divan-ı Harp yargılamalarının yanı sıra Malta'da da (yine pek sağlıklı olmamakla birlikte) sürgün yargılamaları yapılmıştır. Fakat Divan-ı Harp kararlarının, sonradan kurulan Temyiz Mahkemesi kararlarıyla bozuldu. Keza, 1924 Anayasası döneminde çıkarılan kanunlarla, idam edilen kimilerinin itibarları iade edildi ve ailelerine maaş bağlandı.