Fişleme, güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması... Birbirleriyle ilişkili olan ve hukuk devletinin özünü kemirme potansiyeli bulunan üç kavram. Bunlardan sonuncusu, belli sınırlar içinde makuldür. Kişinin hukuksal geçmişine dair belli başlı kayıtları anlatır. Güvenlik soruşturması ise tehlikelidir. Bir kişinin özellikle belli mevkilere getirilmeden önce durumuna dair istihbarat bilgilerinin derlenmesiyle ilişkilidir. Fişleme ise güvenlik soruşturmasından önceki ve keyfîliğin en yaygın olarak görülebileceği aşamayı ifade eder. Kimi devlet görevlilerinin, yurttaşlar hakkında keyfî notlama ve tasnifler yapmasını ifade eder. Fişleme, bu üçlünün dip noktasıdır.
Bu üç kurumun da Türkiye'de farklı zamanlarda farklı yoğunluklarla uygulama bulduğu sır değil. Zaten Türkiye gibi köklü bir jurnalcilik geleneğinin bulunduğu bir ülkede aksi düşünülemezdi.
Bu pratiğin, ilkin II. Abdülhamit zorbalığı döneminde zirveye ulaştığını biliyoruz. Fişleme istibdat döneminde öylesine yaygındı ki jurnalci belgeleri, 1908 Devrimi'nden sonra, Yıldız Sarayı'ndan bugünkü İstanbul Üniversitesi Merkez Binası'nın bulunduğu Harbiye Nezaretine yakılmak üzere taşınırken çuvallar ve arabalar yetmemişti.
Bu karanlık dönemin sonrasında de (bu yoğunlukta olmasa da) fişleme yapıldı. Önce İttihatçılarca, sonra tek parti döneminde bu türden pratikler belli bir düzeyde varlık gösterdi. Bu konudaki sıçrama, Türkiye'nin NATO'ya üye olmasından sonra bir Gladyo etkinliği olarak yaşandı.
Özellikle 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerindeki keyfî fişlemeler, kamusal olarak hissedilir oldu. Bu konuda belli bir literatür de birikti. Mesela Uğur Mumcu'nun "Sakıncalı Piyade" kitabı, suçlu-suçsuz, sabıkalı-sabıkasız kategorilerinin dışında devlet nezdinde fiilen yapılan "sakıncalı-sakıncasız" ayrımının nasıl gerçekleştiğini ve bunun sonuçlarını çarpıcı biçimde anlatır. Halil Nebiler'in "Ben Devletim Fişlerim" kitapçığı, Hüseyin Aygün'ün "Fişlemenin Kısa Tarihi" eseri, tarihimizde bu konudaki onlarca olayı aktarır.
Hukuk literatüründen de örnekler vardır. Değerli anayasa hukukçusu Bülent Tanör, "Türkiye'nin İnsan Hakları Sorunu" kitabında, çok sayıda olay içinden açığa çıkan iki tanesini; Güneydoğu Anadolu'da 23 ili kapsayan aşiretler raporunu veya Denizli'deki Jandarma fişlemelerini anlatır. Bu fişlemelerde yargı kararlarına bakılmaksızın "güvenilmez", "yurda bağlı görünen", "Kürtçülük faaliyetlerini destekleyenler", "yurdumuza bağlı olanlar" gibi veya "militan", "sempatizan", kararsız" ve "devlet yanlısı" gibi kategoriler oluşturulduğu görülür. Söz konusu fişlemeler öylesine keyfîdir ki "hiçbir şey yapmamak" bile bazen fişlere takılabilmiştir. Böylesi bir fişleme örneği aynen aktarıyorum: "Çanakkale ilinde görev yaptığı sürede mesai bitimlerinde ikametgâhına gittiği, geceleri hiçbir yere çıkmadığı, az konuştuğu, hiçbir gazete ve dergi ile ilgilenmediği, içine kapanık bir kişi olduğu intibaını verdiği için H.C'un durumu Türkiye Komünist Emek Partisi'nin ‘faaliyetlerine devam et fakat sessiz kal' temel ilkesine uymaktadır."
Görüldüğü gibi yargı kararı olmaksızın "paşa gönül kriterleri"ne göre işleyen bu fişlemeler, odacısından profesörüne kadar her meslek gurubuna uzanır. Kendi alanımdan biliyorum; akademide geçmişte Bahri Savcı, Ömür Sezgin, Emre Kongar gibi değerli öğretim üyeleri fişlenmiş ve çeşitli biçimlerde zorluklarla karşılaşmıştır. Fişlenenlerden bazıları bunu açıkça akademik çalışmalarına dahi konu etmiştir. Örneğin anayasa hukukçusu Muammer Aksoy'un, "Bahri Savcı'ya Armağan" kitabında, "savcıya kaynak, hâkime kanaat vermek maksadıyla" hakkında yapılan fişlemelere ulaşıp bu konuda yazdığı efsanevi makale, uygulamanın keyfîlik düzeyini çok hoş bir dille afişe eder. Konunun meraklılarına, hocamızın kendine has uzun başlık atma ve uzun yazma alışkanlığıyla kaleme aldığı, 96 sayfalık "Güvenlik Soruşturması Denilen Hukuksal Sapıklığın, MİT Raporlarındaki Korkunç Yanlış ve Yalanlar Işığında Değerlendirilmesi" makalesini okumalarını öneririm. Muammer Hoca o metinde bir yandan güçlü eleştiriler ileri sürmüş, diğer yandan liberal bir mitinge katılması veya savaşa karşı olması gibi etkinliklerin komünistliğinin delili sayılmasıyla dalga geçmiştir. Linkini buraya bırakıyorum.
Fişleme, tek bir eylemle birden çok hakkın ihlal edildiği nadir kamu gücü etkinliklerinden biridir. Muhatabının masumiyet karinesinden yararlanma hakkını ihlal etmekle kalmaz özel yaşamına saygı gösterilmesini isteme hakkı, ifade veya din ve vicdan özgürlüğü, çalışma hakkı, kamu hizmetine girme hakkı, duruma göre suçta ve cezada kanunilik ve seyahat özgürlüğü gibi çok sayıda hakkını aynı anda ihlal edilebilir.
Bu çoklu ihlal tedbiri, genellikle yasal dayanak olmadan kotarılmaya çalışılır. Bu, yakın zamana kadar böyleydi, hâlâ da böyle. Ne var ki Anayasa Mahkemesi çok yakın zaman önce bu belirsizliğe (en sonunda) dur dedi. Mahkeme, bu konuyla ilgili çeşitli kanun hükümlerini keyfîlik ve belirsizlik taşıdığı için iptal etti. Dahası, bu bağlamda kendisine gelen anayasa şikâyetlerini de kabul etti ve ihlal kararları verdi. Fakat fişlemelerin bir sonraki aşaması olan güvenlik soruşturmalarını ve arşiv araştırmalarını, belli koşullara tabi olması kaydıyla kabul edilebilir gördü.
Mahkeme'ye göre -özellikle güvenlikle ilgili belli meslekler için- kamu hizmetlerine girişte yapılan ve kişisel verilerle ilgili arşiv araştırması ve güvenlik soruşturmalarının Anayasa'ya uygun olabilmesi mümkündür. Gelgelelim bu konuda çıkarılacak kanunun şu on iki soruya açıklıkla yanıt vermesi gerekir:
Geçtiğimiz hafta AK Parti milletvekilleri, bu sorulara yanıt verdiğini iddia ettikleri yeni bir kanun (Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Kanunu) teklif ettiler. Görüşülmesinde çok sayıda usuli sorun bulunan, bence salt bu nedenle dahi Anayasa'ya aykırı olan bu Kanun, muhalefetin itirazlarına rağmen kabul edildi.
Yeni Kanun, az önce ifade ettiğim soruları yanıtlamaya çalışmakla birlikte bazı açıklar içeriyor. Bu açıklardan en az altı tanesi çok net. Uzatmadan özetle sayayım.
Öncelikle; Kanun, güvenlik soruşturmasının; millî güvenlik açısından stratejik öneme sahip işlerde istihdam edilecek kişiler ile Millî Savunma Bakanlığı, Genelkurmay başkanlığı, Jandarma, Emniyet, sahil güvenlik, istihbarat teşkilatları, ceza infaz kurumları ve tutukevlerinde çalışacak personel ve üst kademe kamu yöneticileri için yapılacağını ifade etmiş görünüyor. Ayrıca özel kanunlarda bu konuda eklemeler yapılabileceği ifade edilmiş bulunuyor.
Bu son nokta, kapsamın genişleyeceğine kanıttır. Kapsam genişledikçe Anayasa'ya aykırılık olasılığının artacağını kaydedelim. Ayrıca, Kanun'da "millî güvenlik açısından stratejik öneme sahip işlerde istihdam edilecek kişiler"den bahsedilmesi, uygulamanın özel sektöre de kayabileceğini gösteriyor. Bu genişleme de sorunludur. Öte yandan; Kanun'da "kurum ve kuruluşlarda, yetkili olmayan kişilerin bilgi sahibi olmaları hâlinde devlet güvenliğinin, ulusal varlığın ve bütünlüğün, iç ve dış menfaatlerin zarar görebileceği veya tehlikeye düşebileceği bilgi ve belgelerin bulunduğu gizlilik dereceli birimler"den bahsediliyor. Bu ifadenin belirliliği tartışmalıdır. Son olarak; "üst kademe kamu yöneticileri" ifadesi ne demek açıkça ortaya konmamış, yanıtlanması Cumhurbaşkanlığı kararnamesine bırakmış görünüyor. Bu da yasamanın takdirini yürütmenin keyfîliğine bırakmak anlamı taşıdığı için Anayasa'ya aykırıdır.
İkincisi; Kanun'da "arşiv araştırması" kavramının kapsamı, netleştirilmeye çalışılmış görünüyor. Arşiv araştırmasında "adli sicil kaydı" ve "memuriyetten çıkarma" gibi bilgilerin bulunması ilk bakışta makul görünüyor. Gelgelelim kişiler hakkında verilen erteleme kararları ile hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararları ve süregelen, hatta takipsizlik veya beraatle sonuçlanmış soruşturma ve kovuşturma hakkındaki "olgular"a yer verilmesi ise kesinlikle anlaşılır değil. "Olgu" kavramının belirsizliği bir tarafa, suçun sabit olmadığı durumlarla ilgili bilgilerin kullanılacak olması "masumiyet karinesi"ne aykırıdır.
Üçüncüsü; Kanun, "görevin gerektirdiği nitelikler ile ilgili kolluk kuvvetleri ve istihbarat ünitelerindeki olgusal verilerin, yabancı devlet kurumları ve yabancılarla ilişiğinin, Terör örgütleri veya suç işlemek amacıyla kurulan örgütlerle eylem birliği, irtibat ve iltisak içinde olup olmadığının" araştırılmasından bahsediyor. OHÂL ile yaşamımıza giren ve kaypak "irtibat ve iltisak" kavramının yeni çıkarılan kanunlar yoluyla normalleştirilmesinde sorun olduğunu düşünüyorum. Dahası, hüküm aklıma 15 Temmuz'dan önceki dönemdeki fişler ne olacaktır ve/veya bu irtibat ve iltisak kavramının başlangıcı nedir gibi bazı sorular düşürdü. AK Parti milletvekillerinin kendilerine bu türden soruları sormamalarına ise şaşırdım. Zira anılan koşulun siyasetçiler ve bakanlar için aranması durumunda pek çok kişinin mevcut mevkilere gelemeyeceğini tahmin ediyorum. Kendilerinin bu mevkilerde sonsuza kadar kalacaklarını varsaydıklarını düşünüyorum.
Öte yandan bu hükümde geçen "yabancı devlet kurumları ve yabancılarla ilişik" olma ifadesinin de yine keyfîliğe açık ve belirsizliklerle malul olduğunu düşünüyorum. Öyle ki bu genişlik, Adalet Bakanlığı'nın Avrupa Konseyi ile sürdürdüğü projelerde yer alan bir kişiyi bile potaya sokabilecek denli geniştir.
Dördüncüsü; Kanun, "bazı nitelikli kamu görevlerinin gerektirdiği özelliklere etki edebilecek olması nedeniyle güvenlik soruşturmasına tabi olan kamu görevlilerin eşi ile birinci derece kan ve sihri hısımları için" de güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılabilmesini öngörmüş bulunuyor. Suçta ve cezada şahsilik ilkesiyle uyumlu olmayan bu düzenleme, Anayasa'ya aykırıdır.
Meselenin bir de politik açıdan çelişkili bir yön var. Nepotizmin (akraba kayırıcılığın) iktidar çevresine toplandığı bir ülkede, kişilerin akrabalarının eylemlerinden dolayı kamu hizmetine alınamayacak olması büyük bir ironi değilse nedir? Türkiye, bazı kişilerin akrabası olduğu için kimi mevkilere getirilen niteliksiz kişilerin mi ülkesidir yoksa diğer bazı kişilerin akrabası olduğu için kamu hizmetine alınmayan nitelikli yurttaşların mı?
Beşincisi; Kanun güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasının MİT, Emniyet ve mahalli mülki amirlikler tarafından yapılmasını öngörüyor. Kolluk ve istihbarat faaliyetlerini yerine getiren bu birimlerin tuttuğu kayıtların yine aynı birimlerce güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasına konu edilmesi sorunludur. Hele ki Anayasa'yı ve İnsan Hakları Sözleşmesi'ni sıklıkla ihlal eden bu yetkililerin, bu süreçlerde tutacağı kayıtların, temel hak ve özgürlük kullanımın ön koşulu kılınması büyük bir çelişkidir.
Altıncısı; Kanun, güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasıyla elde edilen verileri incelemek üzere üç kişilik bir değerlendirme komisyonu kurulmasın öngörmektedir. Ne var ki bu komisyonun hangi birimlerden (örn. hukuk birimlerinden vs.) geleceği öngörülmemiştir. Ayrıca çalışma usul ve esaslarına yer verilmeyip yönetmeliğe bırakılmış, değerlendirmelerine karşı itiraz yolu düzenlenmemiştir. Bu, keyfîliğe neden olabilecek bir sorundur. Aslında bu son sorun, genel olarak kişilerin kişisel veri niteliğindeki bilgi ve belgelere ilişkin itiraz olanağının yokluğu açısından genel bir sorun olarak kaydedilebilir. Bu türden genel nitelikli bir diğer sorun da çok sayıda önemli faktörün Cumhurbaşkanlığı kararnamesine bırakılmış olmasıdır.
Son olarak, tüm bunlardan başka Kanun'un görüşmelerini izlediğimizde AK Partili milletvekillerinin bu kanundaki ısrarının 15 Temmuz tecrübesi olduğunu duymak çarpıcıdır. Genel Kurul görüşmeleri sırasında CHP milletvekili İbrahim Kaboğlu'nun da dile getirdiği gibi, Türkiye 15 Temmuz sürecine, güvenlik soruşturması olmadığı için değil, güvenlik soruşturması amacından saptırılarak uygulandığı için gelmiştir. Kamu hizmetine girişlerde ve diğer atamalarda laiklik ilkesinin içini kemiren dinsel referanslar ve "yandaşlık hukuku" değil Anayasa'nın liyakat ilkesini düzenleyen "Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez." hükmü gerektiği gibi uygulanmış olsaydı, 15 Temmuz gibi rezaletler yaşanmazdı.
Bu tecrübeden çıkarılması gereken ders, iktidarı daha da pekiştiren parti devletine kapı aralayan düzenlemeler olmamalıdır. Bunun yerine Anayasa eksiksiz, tastamam uygulanmalıdır.