Bazı okurlar, geçen haftaki “Laiklik Elden Gitti Gidiyor” başlıklı yazıma e-posta yoluyla geri bildirimlerde bulundu. Bir okur, “gerçek şeriat”ın şu anda yaşandığı gibi olmadığını ileri sürdü. Bir diğeri, İslam dünyasında adı konmamış laik ülke örneklerinin olduğunu savundu.
İlginç görüşler ama katılamıyorum.
İkincisinden başlayayım. Bu iddianın izlerini, 2013’ten itibaren getirdiği yeni açılımla “katı laiklik” ve “esnek laiklik” gibi bir ayrım yapan yeni Anayasa Mahkemesinin kararlarında da görüyoruz. Büyük olasılıkla, ABD’li siyaset biçimci Alfred Stepan’dan (Yazarın yaklaşımını merak edenler Türkçede, Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan basılan Din, Demokrasi, Türkiye isimli derlemesini okuyabilir.) esinlenen bu düşünceye kalırsa resmî bir dini bulunan ve dinlerle veya dinsel gruplar ve cemaatlerle iş birliğine girişen devletler de “laik” sayılabilir, yeter ki bu iş birliği, azınlıkta kalan dini gruplarla da gerçekleşsin ve onların haklarına saygı duyulsun. Bu bakımdan yazar Endenozya ve Senegal gibi ülkeleri de laiklik kategorisinin içine alıyor.
Stepan’ın tutumu, çalıştığı disiplinin metodolojik gerekleri uyarınca anlaşılır olabilir. Fakat bu metodolojik postulatı alıp da Türkiye’deki laiklik için siyasetin ve hukukun konuyla ilgili temel referansı kılmak epeyce tartışmaya açık.
Bizi tarihsel koşullardan, bağlamdan ve siyasal gerçeklerden koparma riski içeren bu tutumun daha savruk biçimi, “Batı’da da alkol yasakları var”, “İskandinav ülkelerinde de resmî kilise var” veya “Japonya’da da kadın üniversiteleri var” gibi indirgemeci ve yöntemsel sorunlar içeren söylemlerde de tezahür ediyor. Böylesi savları hâlâ “yiyen” var mı bilmiyorum ama ben “yemiyorum”, size de yemenizi önermem.
Türkiye Cumhuriyeti, toplumunun çoğunluğu Müslüman olan ilk laik devlettir. Müslümanlarca kabul edilen ilk anayasa olan 1861 Tunus Anayasası da, 1876 Osmanlı Anayasası da, XX. yüzyılın başında çıkarılan 1906 İran, 1923 Mısır, 1923 Afganistan ve 1925 Irak anayasaları da laik değildi.
Gerçi bugün, Müslüman çoğunluklu ülkelerin arasında laik sayılabilecek ülkeler var. (örn. Burkina Faso, Çad, Gine, Mali ve [evet] Senegal gibi Fransız etkisindeki ülkeler veya eski Sovyetler Birliği üyesi Türkî cumhuriyetler ile Avrupa Konseyi üyesi Bosna Hersek ve Kosova vs.) Fakat bu ülkeler, deneyim birikimi itibarıyla Türkiye açısından emsal kabul edilebilecek düzeyde değil.
Laikliğin açıkça kabul edilmediği ve dinsel kuralların belirleyici olduğu Endonezya gibi devletlerde ise eğer zorlarsak, olsa olsa “dinsel hoşgörü”nün mevcut olduğunu (sadece 1965 ve 1966 yılları arasında, komünizmle mücadele adı altında 500 bin kişinin katledildiği ve ardından 30 yıllık bir despotluğun hüküm sürdüğü Endonezya ile hoşgörü sözcüklerini yan yana getirmekte zorlansak da) söyleyebiliriz. Gelgelelim asgari hoşgörü, laiklik için bir gerek şart bile olsa yeter şart değildir. Zira laiklik dinsel hoşgörüden çok daha fazlasıdır.
Saf hoşgörü, biraz kibirle birlikte epeyce tahammülle yüklüdür. Ama şu da unutulmamalıdır: Bugün tahammül eden, yarın etmeyebilir. Yani bu bağlamlarda mesele bir ilke ve varlık meselesi olmaktan çıkar.
Bu konuda çokça kalem oynatan Thomas Paine (Tomas Peyn), “Hoşgörü, hoşgörüsüzlüğün zıddı değil onun sahtesidir. Her ikisi de despotluktur. Biri kendinde vicdan özgürlüğünü vermeme hakkını, öbürü onu lütfetme hakkını görür.” derken çok da haksız değildir.
Gelelim diğer iddiaya, “gerçek şeriat”ın farklı olduğuna… Mümkündür. Belki “gerçek şeriat”, şimdiye değin gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz şeriattan farklıdır.[*] Fakat bu fark, bildiğimiz çerçevenin ne kadar dışında olabilir? Şeriat, neresinden bakarsak bakalım belli bir dinin kabullerine dayanan hukuk düzenini anlatır.
İstesek de göz ardı edemeyeceğimiz “reel şeriat”ın ne anlama geldiğini de üç aşağı beş yukarı biliyoruz. Bu anlamın demokrasiyle bağdaşmadığın da farkındayız. Nedenlerini uzun uzadıya aktarmak burada olanaklı değil ama bu konuda işimizi kolaylaştıran, bağlayıcı, yargısalir karar da var. Merak edenler, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi'nin, Refah Partisi’nin kapatılmasıyla ilgili kararındaki belirlemelerini okuyabilir. (Türkçesi resmî sitede yayımlanmadığı için birilerinin çevirebileceğini de düşünerek linki buraya bırakıyorum.)
O kararda Mahkeme, şeriat ile demokratik toplum düzeni arasındaki bağdaşması güç ilişkiyi şu net cümlelerle ifade etmişti:
“Tıpkı Türk Anayasa Mahkemesi gibi İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi de dinin koyduğu dogmaları ve ilahi kuralları sadakatle yansıtan şeriatın sabit ve değişmez olduğu kanaatindedir. Siyasi alanda çoğulculuk veya kamu özgürlüklerinin sürekli evrimi gibi ilkelerin şeriatta yeri yoktur. Mahkeme, birlikte okunduğunda, [Refah Partililerin] şeriatın getirilmesine açıkça gönderme yapan rahatsız edici ifadelerinin, bir bütün olarak ele alındığında İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nde öngörülen demokrasinin temel ilkeleriyle uzlaştırılmasının zor olduğunu kaydeder. Özellikle ceza hukuku ve ceza muhakemesiyle bağlantılı olmak üzere, kadınların hukuksal statüsünü tahkim eden, bu yolla dinin emirlerine göre özel ve kamusal yaşamın tüm alanlarına müdahale edip Sözleşme değerlerinden açıkça sapan şeriata dayalı bir rejimi destekleyen bir kişinin bunu yaparken aynı zamanda demokrasiye ve insan haklarına saygı göstereceğini söylemek zordur. Mahkeme'ye göre, eylemleri, Sözleşme’ye taraf olan bir devlete şeriat getirmeyi amaçlıyor gibi görünen bir siyasi parti, tüm Sözleşme’nin temelinde yer alan demokratik ideale uygun bir örgütlenme olarak kabul edilemez.”
Sanırım bu paragraf, başkaca bir açıklamayı gerektirmeyecek denli açık. Hâl böyleyken, bu iki değeri bağdaştırma çabalarının anılan türden belirlemeleri yok sayarak bir yere ulaşması pek gerçekçi değil.
Yeri gelmişken; şeriat düzeni ile demokrasi ve insan hakları arasında bir yol ayrımına da işaret eden bu paragraf, aslında bize o yıllarda bu partinin üyesi olan Recep Tayyip Erdoğan’ın da ortaya attığı ikileme benzer bir ikilem kuruyor. Genç okurlar bu sözleri bilmiyor olabilir veya bilenler hatırlamıyor olabilir. Erdoğan’ın sözleri şöyleydi:
“Hem laik hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya laik. İkisi bir arada olmaz. İkisi bir arada olduğu zaman âdeta ters mıknatıslanma yapar. Mümkün değil ikisinin bir arada olması. Durum böyle olunca, ‘ben Müslümanım’ diyenin tekrar yanına gelip bir de ‘aynı zamanda ben laikim’ demesi mümkün değildir.”
Erdoğan’ın sözleri tartışma götürür. Benim tanıdığım, laiklik ilkesini destekleyen ve ona göre hareket eden çok sayıda Müslüman, bu belirlemeyi yanlışlıyor. Buna karşılık, toplumsal yaşam ve siyasal gelişmeler, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi'nin kararındaki belirlemeleri doğruluyor. Şöyle ki; hiçbir İslam devletinde demokrasi yok ve hiçbirinde insan haklarına asgari düzeyde de olsa saygı gösterilmiyor. Türkiye de şeriatçılığa yaklaştıkça demokrasiden ve insan haklarından uzaklaşıyor.
Hâl böyleyken Erdoğan’ın sözlerini şu şekilde düzeltmek daha gerçekçi görülüyor: “Hem demokrat hem şeriatçı olunmaz. Ya demokrat olacaksın ya şeriatçı. İkisi bir arada olmaz. İkisi bir arada olduğu zaman âdeta ters mıknatıslanma yapar.”
Türkiye bu yol ayrımında seçimini yapmalı…
[*] Örneğin Sudanlı düşünür Mahmud Muhammed Taha’ya göre, Kur’an-ı Kerim’in Mekke’de söylenen kısımları, bugün de geçerli olan birtakım evrensel ilkeleri ortaya koyar ve insan hakları idealleriyle uyumludur. Medine’de söylenen kısımları ise VII. yüzyılın Arabistan’ının koşullarına dönük gündelik yaşam pratikleriyle ilgilidir. Bu nedenle günümüzde harfi harfine uygulanmamalı, destekleyici yorum temeli olarak kullanılmalıdır. Bkz. Mahmut Muhammet Taha, İslam'ın İkinci Mesajı (Ayrıntı Yay. 2011) Taha’ın bu görüşleri savunduğu için şeriatçılarca idama mahkûm edilmesi, şeriatçılığın açmazını trajik biçimde ortaya koyuyor.