Türkiye, 1921 Anayasası'nın 100'üncü yıl dönümüne Türkiye Büyük Millet Meclisinin büyük ölçüde işlevsizleştirildiği, anayasal kurumların neredeyse çökertildiği, her geçen gün derinleşen bir "anayasasızlaştırma" krizi içinde girdi. Bu koşullarda tarihe dönüp bakmak ve geçmişin deneyimlerini hatırlamak, bunlardan bazı dersler çıkarmak için anlamlı. Türkiye'nin tarihinde de böylesi hisseler çıkarılabilecek kıssalar fazlasıyla bulunuyor.
Sözü, 1921 Anayasası'ndan açtığım için, o Anayasa'yı kabul eden Birinci Meclis'ten birkaç kıssa aktarmak isterim.
Büyük Millet Meclisi, Osmanlı'dan bu yana bilinegelen "emanetullah" esasa göre hareket eden bir meclisti. Buna göre erdemli bir yönetime, ancak doğruluk, ehliyet ve adalet duraklarından geçerek ulaşılabilirdi. Bunun için de her yöneticiye danışacağı bir meclis (meşveret) eşlik etmeliydi. Âl-i İmrân suresindeki "iş ve yönetim konusunda onlara (hum) danış" ifadesinde yer alan "hum" (onlar) zamiri, meclis ile karar almanın temeli olarak kabul edilirdi.
Birinci Meclis, bilindiği gibi savaş koşullarında açılmış bir meclisti. O meclis, bir yandan yeni bir devletin gereksinim duyduğu kanunları çıkarmaya, diğer yandan da bir savaş yürütmeye çalışıyordu. Tam olarak özerk olmasa da bir yürütme erki doğal olarak vardı. O koşullarda bile yürütmeyi büyük bir titizlikle denetliyor, gereken durumlarda sîgaya çekiyordu. Bu denetim, kişiye göre de değişmiyordu. Öyle ki, fiilen başkumandanlık görevini yerine getiren, Meclis ve Devlet Başkanı Mustafa Kemal Paşa dahi bu sıkı denetimden kaçamıyordu. Paşa'nın her adımı, icabında gizli oturumlarda, en ince ayrıntısına kadar soruşturuluyordu. Yani Meclis, değil olağanüstü hâl veya sıkıyönetim, savaş koşullarında bile yürütmeyi denetlemekten geri durmuyordu. Kendilerine canını ve malını emanet eden halkın temsilcileri olduğunun bilincindeki milletvekilleri, her askeri ve vergisel adımın hesabını halk adına soruyordu.
Bugünkü yürütme erki ve Cumhurbaşkanlığı makamı, yasamanın denetiminden azade olabilir. Fakat kurtuluşun ve kuruluşun meclisi öyle değildi.
İsmail Fazıl (Cebesoy) Paşa, Türkiye'nin ilk bakanlarındandır. 1920'de bayındırlık bakanı olarak göreve başlamıştır. Türkiye'nin ilk Moskova büyükelçisi olan, İngiliz birliklerine ilk ateş açma emrini veren komutan Ali Fuat Cebesoy'un da babasıdır. Bilindiği gibi Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Mustafa Kemal Paşa'nın, harp okulundaki en yakın arkadaşlarından biridir. Öyle ki hafta tatillerinde birlikte İsmail Fazıl Paşa'nın Üsküdar Salacak'taki evine gittikleri ve yuva hasretlerini giderdikleri bilinir. Karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı bir ilişkileri bulunur. Yani 1920'nin Meclis ve Hükûmet Başkanı ile Bayındırlık Bakanı arasında bir tür baba-oğul ilişkisi yakınlığında bir samimiyet var gibidir. Fakat bu ilişki, anayasal kuralların işleyişine engel olmamıştır.
Savaş koşullarında en büyük sorunlardan biri, erzak, asker ve mühimmat taşırken yaşamsal olan demiryolları için yedek parça eksikliğiydi. Meclis, bu eksikliği gidermek için bir mühendis ve bir ustabaşını İtalya'ya göndermişti. Bayındırlık Bakanlığı, bir süre sonra bu iki kişiyi denetlemesi için peşlerinden iki milletvekilini daha görevlendirmiş ve İtalya'ya yollamıştı.
İşte bu ikinci uygulama, Meclis'te kızılca kıyametin kopmasına neden olmuştu. Milletvekillerinin, Bakan'a dönük eleştirileri gecikmemişti:
"Roma'da bizim iki de temsilcimiz varken sen nasıl olur da buradan iki mebus gönderirsin? Bunlar ne anlar demiryolu malzemesinden? Bunlara verdiğin yol parasını, oradaki masraflarını bu millet nasıl ödeyecek? Hangi para ile, hem de bu zamanda?"
Eleştiriler hem israfla ilgilidir hem de Meclis'e danışmadan iş yapılmasıyla… Yürütmede olmanın keyfî hareket etmek anlamına gelmediğini, hele ki konu akçeli ise çok daha titiz davranılması gerektiğini hatırlatırlar:
"Bizden izin almadan Bakanlar Kurulu nasıl böyle bir karar verebiliyor? Bu giden kişiler fenden ne anlar? Öyle ise anlamadıkları işe gönderilmek demek ki mutlaka kayırılmaktır, kayırılmaktan başka bir şey değildir. (…) Eğer Bakanlar Kurulu, bizi buraya yalnız milletin başını tutmak için geçmiş sanıyorlarsa hata ediyorlar; biz buraya namusumuzla geldik, namusumuzla gideceğiz."
İsmail Fazıl Paşa ne kadar uğraşsa ve kötü niyetlerinin olmadığını anlatsa da gensoru önergesi işleme konulur ve bakan, 28 güven, 2 çekimser ve 69 güvensizlik oyuyla düşürülür.
Bugün böylesi bir olasılık var mıdır?
Birinci Meclis'in üzerine titrediği önemli konulardan biri de liyakat ilkesi ve bu bağlamda ayrımcılık yasağıdır. Osmanlı bürokrasisinin, yanaşmacılık, yiyicilik ve rüşvetçilikle nasıl çözüldüğünü iyi bilen vekiller bu illetten kurtulmak gerektiğini her fırsatta dile getirirlerdi. Memur bulmanın çok güç olduğu o savaş koşullarında dahi bu davadan vazgeçilmemişti. Var olan koşullar içinde dahi ehliyetli kişi arayışından vazgeçilmiyordu. Öyle ki 17 milletvekili, işgal-savaş vs. demeden, bu konuda bir önerge sundu:
"Bütün memurların hele ileri gelen İçişleri memurlarının atamalarında ve görevden alınmalarında adalete ve hakkaniyete, daha da çok o işle ehil olmasına önem verilmek gerekirken, böyle yapılmadığı büyük üzüntü ile haber alınıyor. Hükûmet idaresini ehliyetsiz ellere bırakmak vatanın bünyesini tahrip eden hatalardan olduğundan durumun, hükûmetçe açıklanmasını gerekli gördük. Bundan böyle bu esaslara uyulmasını ve bugüne kadar hatalı olarak atanmış memurların derhal görevlerine son verilmesini rica ederiz."
Bu önerge, çok sayıda milletvekilince desteklendi.
Örneğin Hamdi Namık Bey, bugüne kadar yansıyan türden tuhaflıklara dikkat çekti:
"Binbaşıdan mutasarrıf, kaymakamdan vali yapıyorsunuz, olmaz böyle şey. Hem o işler ehliyetsiz ellere verilmiş olur böylece hem de ordu içine ikilik sokulur, çok tehlikelidir."
Mesut Efendi de bu gerçeği başka bir yönden ele aldı:
"Yalnız içişleri bakanlığı memurları değil, tüm memurlar için söylüyorum. Bütün kötülükler, uzmanlığa ve bilgiye dayanmayan atamalar yapılmasından ileri geliyor. Bir insan, denizi haritada görmekle kaptanı derya olamayacağı gibi, üç beş günde de idare memuru olamaz."
Bu deneyimler ve Birinci Meclis'in tutanaklarına yansıyan diğer pek çok kıssa, duymak isteyen kulaklar, görmek isteyen gözler için yerinde hisselerdir. Bunlar sadece Meclis'in savaş koşullarında dahi nasıl olup da merkezi bir işlev görebildiğine ve yürütme denetiminin mümkün olabildiğine dönük değil aynı zamanda yolsuzluk, rüşvet, iltimas, liyakat ve "anayasaya karşı hile" (Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne veya Anayasa Mahkemesi yargıçlığına yapılan atamalar vb.) tartışmalarına, hatta "itibardan tasarruf olmaz" söylemlerine dönük de harika dersler barındırır.[*]
[*] "Anayasa'ya karşı hile" konusunda Profesör Kemal Gözler'in "Elveda Anayasa Mahkemesi: İrfan Fidan Olayı" makalesini okumanızı öneririm.