Aylardır Cumhur İttifakı'nın hazırlamakta olduğu yeni seçim kanununu bekliyorduk. Nihayet bakla ağızlardan çıktı. AK Parti ve MHP üyesi 117 milletvekili, geçtiğimiz salı "Milletvekili Seçimi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi"ni Meclis Başkanlığına sundu. Kanun'un ne getirip ne götürdüğünün ayrıntıları basına yansıdı. Tekrar etmeyeceğim. Fakat teklifin ayrıntılarına girmeden bile en az beş sonucun çıktığını söyleyebiliriz:
Birincisi; kanun değişikliğinin bugüne kadar bekletilmiş olması -en azından prensip itibarıyla- 2023 yılının baharına kadar bir erken seçimin planlanmadığını göstermiş oldu. Çünkü Anayasa'ya (md. 67/son) göre "seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz."
İkincisi; bu teklif, Millet İttifakı cephesini parçalamaya dönük bir hamle gibi görünüyor. Zira yeni sistem, küçük partilerle ittifak kurmayı CHP'nin aleyhine hâle getiriyor. Anlaşılan o ki DEVA, Gelecek veya Saadet gibi partilerin milletvekilliği taleplerinin artması olasılığında CHP'nin bu yükü çekemeyeceği ve ittifakın çatlayacağı düşünülmüş. Fakat bunun Cumhur İttifakı'nın seçime ayrı katılmasına yol açma olasılığını göz ardı etmemek gerek.
Üçüncüsü; teklif, seçimlere katılma koşullarıyla ilgili değişiklikler getiriyor. Bu değişiklikler, bir yandan HDP'nin kapatılmasından sonraki süreçle, diğer yandan Tansu Çiller'in yeni parti girişimiyle ilgili görülüyor. Fakat fazlasını söylemek spekülasyona girer. Sadece bu notu düşmekle yetinelim.
Dördüncüsü; teklifteki seçim kurullarının üye yapısının yeniden tasarlanmasına ve seçmen kütüğüne ilişkin kurallar ile Cumhurbaşkanının, diğer bütün siyasi öznelerin tabi olduğu seçim yasaklarından muaf olmasına kapı aralayacak hükümler, müstakbel seçimin, son yıllarda tanıklık ettiğimiz türden bir seçim güvenliği sorununa gebe olduğunun habercisi.
Beşincisi; MHP, belli ki yüzde 10'luk seçim barajını geçemeyeceğini kabullenmiş durumda. İttifakın bozulması olasılığına binaen kendisini sağlama alma niyeti taşıyor. Kuşkusuz bu hesabın az önce bahsettiğim ittifak stratejileriyle de ilgili de bir yanı var.
Fakat bu noktada daha önemli bir konu var: Başkanlık rejiminde, eski rejimden farklı olarak hükûmet meclisin içinden çıkmadığı için hükûmet istikrarını amaçlayan seçim barajı, anlamını yitirmiştir. Daha önceden, milletvekili seçimleri için öngörülecek herhangi bir barajın (yüzde 10 veya yüzde 7 fark etmez) Anayasa'ya aykırı hâle geldiğini bu gerekçeden hareketle yazmıştım. Görüşümü koruyorum: Anayasa Mahkemesi, bu barajı iptal etmelidir.
Yüksek Mahkemenin mevcut çoğunluğu, böyle bir tercihe meyleder mi bilemeyiz. Ama verecekleri bir iptal kararı, Cumhur İttifakı'nın bütün hesaplarını bozabilir, Türkiye'nin kaderini değiştirebilir. Cumhur İttifakı'nın aktörleri, aşırı özgüvenden ötürü bu olasılığı hesaba katmamış olabilir ama böyle bir olasılık yok değil. Bu nedenle CHP'nin açacağı iptal davası çok daha önem kazanmış bulunuyor.
Bunlardan başka; kanun değişikliğinin bir de metinde yazmayan ama toplumun algısına ve hafızasına yönelen mesajları var. Mevzuatın teknik ayrıntılarına ve iktidarın hırsına kapılanlar fark etmeyebilir ama sıradan vatandaş bu mesajları alır. Mesaj şudur: Cumhur İttifakı, seçimi kaybedeceğini anladı ve oyunun kurallarını değiştirmeye çalışıyor.
Yani oyun bozanlık yapıyor. Buna Anadolu'da "cığızlamak" veya "cıllazmak" da derler. Bu eylemi gerçekleştirene de "cıllıkçı" veya "mızıkçı". Halkımız "cıllıkçıları" ve "mızıkçıları" pek sevmez. Tarih de bunu doğrular. Hatırlayalım.
Türkiye'de çok partili demokrasiye geçildiğinde müthiş bir oy desteği alan Demokrat Parti, seçimi kaybedeceğini anladığında böylesi bir yola girmişti. Fuat Köprülü'nün 6 Eylül 1957'de partiden ayrılmasından hemen sonra kanun değişikliği yapılmış, ardından da erken seçim kararı alınmıştı. Değişiklik, hem seçim ittifaklarını hem de partisinden ayrılanların altı ay boyunca milletvekili olmasını yasaklıyordu. Ayrıca konulan geçici maddeden, seçimler yaklaştıkça seçmen kütüklerine dönük bir operasyon yapılacağı da seziliyordu.
Seçimler yapıldı. DP, yasa değişikliğine rağmen yüzde 10'a yakın oy kaybı yaşadı. Seçimlerde iktidar, özellikle muhtarlar aracılığıyla seçmen kütükleriyle oynadı. Çok sayıda yurttaş, ismini askılarda bulamadı. (Öyle ki İsmet Paşa'nın, alışılagelen üslubunu bir tarafa bırakıp İç İşleri Bakanı Namık Gedik'e "kütük bakanı" diyerek çıkıştığı vakidir.)
DP, bu hilelere rağmen oy kaybına engel olamadı. Fakat iktidar bundan ders çıkarmadı. Sonrasında 27 Mayıs'a kadar giden olaylar silsilesi baş gösterdi.
Türkiye, benzer bir tecrübeyi 1982 Anayasası döneminde de yaşadı. 12 Eylül yönetiminden sonra 1983'te yüzde 45 gibi bir müthiş bir oyla iktidara tek başına gelen Anavatan Partisi (ANAP) lideri Turgut Özal, iktidarını korumak için seçim ve referandumları istismar eden bir liderdi. İlkin 1987'de 12 Eylül'ün eski siyasetçilere getirdiği yasağı referandum konusu yaptı. Belli ki toplumun "80 öncesi korkusu"na güveniyordu. Bir toplumsal kaygıya dayanarak referandumu kazanacağına inandı. Aslında bu, Napolyon Bonapart'ın taktiğiydi. Hesapta, kazanacağını garanti saydığı bir oylama yaptırıp kendisini yüzde 50'den fazla desteğe sahip gösterecek, böylelikle güçlü görünen bir "milletin adamı" imajı çizecekti. Olmadı. Referandum sandığından çıkan yüzde 51'e yakın "evet" oyu, evdeki hesabın çarşıya uymadığını gösterdi.
ANAP, bu süreçte oylarının eriyeceğini hissedince Seçim Kanunu'nda apar topar değişiklik yapmıştı. Seçim çevresini daraltarak milletvekili sayısını kendi lehine arttırmayı tasarladı. Bu değişikliklere rağmen 1987 seçiminde partinin oyları 8 puan geriledi. Bu gerilemeyi durdurmak için yerel seçimleri bir yıl geriye çekmek isteyen Özal, yapılan referandumda yüzde 35 oyla, daha da sert kaybetti. Bu erime hiç durmadı. Partinin oyları, takip eden genel seçimlerde yüzde 24, yüzde 19, yüzde 13, yüzde 5 istikametinde eridikçe eridi. Sonunda ANAP yok oldu gitti.
Yani aslında tarih bu bağlamda tekerrür etmiş oldu. Seçim kanunlarıyla oynamanın, seçim zaferinin garantisi olmadığı, hatta bu tarz girişimlerin halk nezdinde ters teptiği bir daha görüldü.
Benzer bir süreci yaşayıp yaşamayacağımızı göreceğiz.
Son olarak, bu sürecin sonu ne olursa olsun seçim kanunlarını siyasi konjonktüre ve gündelik politik hesaplara göre değiştirilmesinin, demokrasiyi oldukça tahrip ettiğini vurgulamak gerekiyor.
Antik Yunan'da seçimler, demokratik değil; seçilenlerin iktidarlarını sürekli kılması riskine binaen demokrasiye tehdit olarak algılanırdı. Bu paradoksal gerçeğin ardındaki kaygı bugün de geçerli.
Çoğunluktaki partinin, seçim kurallarını kendi menfaatine göre değiştirip sonraki seçimleri manipüle etmesi ve iktidarını daim kılması her zaman için olası.
Dünyaya baktığımızda, bu etik değerlerden yoksun ve yozlaşmanın tezahürü olan olasılığa karşı getirilen önlem "organik kanun" usulü olmuştur. Özellikle Fransız ve İspanyol etkisinin bulunduğu (keza Doğru Avrupa'daki) anayasal düzenlerde organik kanunlar, seçimler gibi, özellikle maddi anlamda anayasal nitelikteki konularla ilgili yasaları imler. Bu türden kanunlar, olağan kanunlardan farklı usullere tabidir ve basit değil, nitelikli çoğunluklarla değiştirilebilir.
Bu model, siyasi etiğin yerle yeksan olduğu Türkiye için elzem görünüyor.