Anayasa'nın yaygınca bilinen 2'nci maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin nitelikleri ifade edilir:
"Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir."
Burada diğer pek çok şeyin yanı sıra devletin, insan haklarına "saygılı" olduğu yazılıdır. Bu ifade, 1961 Anayasası'nda insan haklarına "dayanan" devlet biçiminde ilkeleştirilmişti. 12 Eylül rejimi, "dayanan" ifadesini "saygılı" olarak değiştirdi.
Anayasa hukukçularının çoğuna göre bu değişiklikle beraber insan hakları, artık, devletin temeli olmaktan çıkmıştı. Yani devletin varlık koşulları, artık başka amaçlar içindi ve devletin insan haklarına saygısı, karşılaştığında şöyle bir "selam vermek" kabilinden zayıf bir düzeye çekilmişti. Bu sav, bir zamanlar epeyce tartışıldı. Ta ki 2001 yılında yapılan anayasa değişikliğine kadar. O değişiklik sırasında (Anayasa'nın 4'üncü maddesi uyarınca değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez maddede yer alan) bu ifadeye dokunulmadı ama Anayasa'nın 14'üncü maddesine, "insan haklarına dayanan devlet" diye bir ifade eklendi. Böylelikle devletin, insan haklarına denk geldikçe "selam çakan" türden bir ilişki içinde değil, bizzat varlığını ona borçlu olduğu bir bağlılık içinde bulunduğu yeniden kabul edilmiş oldu. Böylelikle akademik çevrelerde sürdürülen bir tartışma da büyük ölçüde bitti.
Ne var ki kâğıt üzerindeki bu hoşluk, anayasal gerçeklikle pek buluşmadı. 1980'li ve 1990'lı yılların insan haklarına el sallayıp kerhen selamlamaktan ibaret "saygı" anlayışı, 2000'li yıllarda esaslı bir değişikliğe uğramadı. Hatta AK Parti yönetiminin pratiklerine bakıldığında "dayanma" ifadesinin, sözcüğün Türk Dil Kurumu Sözlüğündeki "bir şeyin üzerinde kurulmuş olmak" biçimindeki öz anlamında değil de "tutunmak, karşı durmak, karşı koymak, mukavemet etmek" şeklindeki mecazi anlamında kavrandığını düşündürtecek denli zıt bir tutum belirdi. İktidar, dış güçlerin "beşinci kol" etkinliği olarak gördüğü insan haklarına ve onun gereklerine anakronik türden bir "yerli ve millî" konumdan, sözcüğün mecazi anlamıyla "dayanma"ya çalışır oldu.
Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala lehine verilen kararlar gibi özel önlemler gerektiren kararlara karşı AK Parti kurmaylarının gösterdiği direnç, bunun apaçık örneği. Bu iki kararla ilgili olarak iktidar çevrelerinden gelen sıra dışı tepkiler, doğal olarak, gündemi çokça meşgul etti ve ediyor. Öyle ki bu açık ihlallere karşı geliştirilen politik dirençlerin şoke ediciliğinin toz dumanının arasında, öteden beri adım atılması beklenen birçok konudaki ayak sürtmeler ister istemez gözlerden ırak kalıyor. Böyle olunca da bütün bir hukuk reformu teranesi ve hengamesi içinde, yerine getirilmesi önem ve ivedilik taşıyan şu kararların esamesi bile okunmuyor:
Sayılan kararlar, uzun zamandır yerine getirilmeyi bekleyedururken, iktidarın krizi derinleştikçe bunların hayata geçirilme olasılığından da hızla uzaklaşılıyor. Çünkü uzun yıllar, ilkelere göre değil bir tür "nabza göre şerbet" diplomasisiyle ve "ipe un serme" stratejisiyle sürdürülen insan hakları politikası, artık yerini tamamen bir politikasızlığa ve çökmeye bırakmış bulunuyor. Diğer alanlarda olduğu gibi bu alanda da bir pusulasızlık hâlidir gidiyor. Hâl böyleyken Türkiye'de öteden beri tanıklık ettiğimiz otoriter çifte standart, tamamen egemen hâle geliyor.
Bu çifte standardın çalışma düzeneği basit: Anayasal haklarını kullanan muhalifler cezalandırılırken, bu kişileri hukuksuz biçimde baskılayan kişiler cezasızlık ile mükafatlandırılıyor. Dolayısıyla hakkını kullanmak isteyebilecek kişiler ürpertilip iktidara karşıt olmaktan "caydırılıyor", bu kişilerin muhalefetini bastırmaya hazır kitleler ise, hukuka aykırı hareket etmesine rağmen sırtı sıvazlanan güvenlik güçlerinden cesaret alıyor.
Bunu somutlamak için Mahkemenin içtihatlarında çok sayıda örnek var. Fakat ceza-cezasızlık madalyonunun iki yanını da gösteren şu iki kararı serimlemenin çok şey anlatabildiğini düşünüyorum: Tuşalp ve Necati Yılmaz kararlarının…
Yakın zaman önce yaşamını yitiren duayen gazeteci Erbil Tuşalp, ardında, harika anılardan başka, insan hakları alanında da önemli kararlar bıraktı. Bunlardan biri 2012 yılında verilmişti. Kararın konusu Tuşalp'in BirGün Gazetesi'nde 2006 ve 2007 yıllarında yazdığı iki makaleydi. Makalelerden biri yargıya yapılan müdahalelerle ilgiliydi. Diğeri ise Sayın Başbakan'ın, Selanik'teki Atatürk Evi'ni ziyareti sırasında ziyaretçi defterinde yer alan, hükûmeti eleştiren bir yazıyı görüp yırttığı iddiasıyla ilgiliydi. Tuşalp, yazısını şöyle tamamlamıştı:
"Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a köşemde ‘geçmiş olsun' demekle yetiniyorum. Onu ‘Türk hekimlerinin' ellerine emanet ediyorum. Ama ‘şahsen amatör bir psikoloji meraklısı' olarak küçük bir ayrıntıya da dikkat çekiyorum. Dağa taşa kurda kuşa hakaret yağdıran, her tür eleştiriyi küfürle karşılayan, üniversite hocalarına edepsiz, muhalefet partisine bereketsiz, gazeteciye utanmaz diyen, seçmeninin anasına dil uzatabilen bir siyaset adamının ‘küçük yaşta yüksek ateşli bir hastalık geçirip geçirmediği' araştırmasının; gerek onun, gerekse toplumun ruh sağlığı açısından son derece yararlı olacağına inanıyorum. Selanik'in ortasına dikilen ‘Pontus Soykırım Anıtı' gibi bir sorunu es geçip Mustafa Kemal'in doğduğu evdeki ‘ziyaretçi defterini yırtacak' ölçüde sinirleri yıpranan Başbakan Erdoğan'ın şu anda ‘psikopatikagresif' bir rahatsızlık geçirdiğinden kuşkulanıyorum. Kendisine yine de ‘acil şifalar' diliyorum."
Bu yazısından dolayı tazminat ödemeye mahkûm edilen Tuşalp, konuyu İnsan Hakları Mahkemesine taşımış ve kazanmıştı. Mahkeme, bu sözlerin, kışkırtıcı ve hatta kaba sayılabilecek bile olsa, toplumda zaten bilinen belli gerçeklere ve olaylara dayanan değer yargıları olduğunu, ayrıca, gazetecilerin üsluplarının da ifade özgürlüğü koruması içinde olduğunu kaydetmişti. Öte yandan, bu sözlerin muhatabının bir başbakan olduğunu hatırlatarak, bu konumdaki yetki sahibi bir politikacının kendisine dönük eleştirilere katlanma marjının, normal bireylerden daha geniş olduğuna gönderme yapmıştı.
Mahkeme ifade özgürlüğünün demokratik toplumun esas temellerinden biri olduğunu hatırlattı. İfade özgürlüğünün yalnızca lehte algılanan veya zararsız yahut önemsiz görülen "bilgi" veya "fikirler" bakımından değil, devleti veya toplumun herhangi bir kısmını inciten, şoke eden veya rahatsız edenler bakımından da geçerli olduğunu; bunların çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleri sayıldığını; bunlar olmadan "demokratik toplum"un olamayacağını söyleyen içtihadını da akılda tuttu. Dolayısıyla söz konusu tazminat kararının, ifade özgürlüğü ihlali oluşturduğu sonucuna ulaşılması zor olmadı.
Olay, Türkiye'nin ifade özgürlüğü karnesinin eksi hanesine yazıldı. Tuşalp ödemek zorunda kaldığı tazminattan fazlasını devletten geri aldı. Fakat Sayın Başbakan, kazandığı tazminatı hazineye iade etmedi.
Madalyonun diğer yüzünde ise bir cezasızlık kararı bulunuyor.
Necati Yılmaz, Trabzon Araklı'da yaşayan bir çiftçidir. Kendisi, dönemin Başbakanı Erdoğan'ın 2007 yılında ilçede düzenlediği bir mitingde, "Boş ver bu anlattıklarını, bize fındık fiyatlarından bahset, herkes ondan sıkıntı çekiyor" diye protesto amaçlı sözler söylemiş, bunun üzerine Başbakanlık korumaları tarafından zorla bir araca bindirilmiş ve darp edilmişti. Elmacık kemiği ile kafatasının sağ tarafında hassasiyet, boynunda kızarıklık ve sağ kulağında sıyrık raporu alan Yılmaz bu konuda suç duyurusunda bulunmuştu. Bu suç duyurusu, Of ve Rize arasında aylarca gidip gelmiş sonunda Of Cumhuriyet Savcılığı, Ankara'dan başbakanlık koruma memurlarının listesini talep etmişti. Bu talep, bir yıl boyunca yinelense de yanıtsız kaldı. Tanıklıklarına başvurulan polis memurlarının beyanlarından bir sonuca ulaşılamadı, sonuç itibarıyla yaklaşık üç yılın sonunda takipsizlik kararı verildi. Sayın Yılmaz'ın avukatlarının itirazı üzerine takipsizlik kararı kaldırılmışsa da devam eden üç yılda da etkili herhangi bir adım atılmadı. Bu ayak direme karşısında avukatlar konuyu İnsan Hakları Mahkemesinin önüne taşıdı.
Mahkeme, öncelikle olayda söz konusu güç kullanımını haklı çıkaracak hiçbir etmenin olmadığını ve bu tutumun Sözleşme'deki "Hiç kimse işkenceye veya insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele veya cezaya tabi tutulamaz." kuralını ihlal ettiğini söyledi. Ayrıca yaklaşık beş yıldan beri devam eden bu süreçte, yetkili makamların çabukluk ve gayret eksikliği içinde olduğu, bunun da suça karıştığı düşünülen Başbakanlık korumalarına fiili bir dokunulmazlık zırhı getirdiğini söyledi. Mahkemeye göre kötü muamele iddiaları soruşturulurken bu iddialara hızlı bir yanıt verilmesi, halkın hukukun üstünlüğüne bağlılık duygusunun sürdürülmesinde ve hukuka aykırı eylemlere karşı hoşgörü ve iş birliği görüntüsünün engellenmesinde oldukça önemlidir. Bu olayda ise bunun aksi bir görüntü ortaya çıkmış ve başbakanlık korumalarının cezasız kalacağı mesajı verilmiştir. Mahkemeye göre bu durum da ayrıca bir ihlal nedenidir.
Söz konusu ihlal kararı da sayın Yılmaz'a bugünün parasıyla 50 bin liraya yakın bir tazminat ödenmesini beraberinde getirdi. Fakat bu tazminat için hazine herhangi birine rücu edemedi. Çünkü ihlalin failleri cezasız kaldı.
İçtihatta çok sayıda benzeri bulunan bu karar çifti, iktidarın topluma verdiği mesajı açığa çıkarıyor: Muhalif taraftaysan cezalandırılmaya hazır ol! Muktedir yandaysan elini tetiğe götürmekten çekinme! Bir tür havuç-sopa yöntemi içeren bu mesaj, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin kararlarının nesnel bir okumasından da rahatlıkla çıkıyor. Oysa insan haklarına, sözcüğün gerçek anlamıyla "dayanan" bir devlette bunun tam tersinin olması gerekiyor.
Aslında bunun için Batı'dan içtihatlar getirmeye da gerek bulunmuyor. Çünkü bu ülke, sadece cezasızlığın ve zorbalığın değil "Kenar-ı Dicle'de bir kurt aşırsa koyunu/Gelir de adl-i ilâhi, Ömer'den sorar onu" diyerek pozitif yükümlülükler kuramını sezgisel olarak dile getirmiş olanların da ülkesidir.
Bu topraklar, salt iktidar kibrinin ve hoşgörüsüzlüğün değil, "Bundan sonra öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül almak sana... Suçlamak bize; katlanmak sana... Âcizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana... Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adâlet sana... Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana..." diye iktidara seslenen öğütleri duvarına asıp "demokratik toplum düzeni" kuramının özünü bağrına basmaya hazır olanların da topraklarıdır.