Toplanma özgürlüğü, Türkiye'deki sağ kanat siyasetçilerin oldu olası sıcak bakamadığı, alerji duyduğu bir özgürlük. Bu özgürlüğün özünü bir türlü anlamıyor, daha doğrusu anlamak istemiyorlar. Bu özneler, "millî irade" metaforunu dillerinden düşürmüyorlar ama bu iradeyi beş yılda bir sandığa gidip (büyük ölçüde inşa edilmiş rızalarıyla) oy vermekten ibaret bir iş olarak kavrıyorlar. Yurttaşların iradelerini oy dışındaki kanallarla ifade etmelerini ise "bozgunculuk" olarak kodluyorlar.
Bu, yaman bir çelişki. Hukuk fakültelerinin daha ilk derslerinde anlatılır: "İrade" açıklaması sadece oy ile olmaz. Başka özgürlükler de gerekir. Örneğin ifade özgürlüğü özellikle de basın özgürlüğü önemli bir dışa vurum ve farkındalık aracıdır. Keza, halk, örgütlenme özgürlüğünü kullanarak ve onun uzantısı eylemleri gerçekleştirerek mesela siyasal grev sayesinde yönetimi yönlendirebilir. Toplumun yönetime katılmasının, en azından etki göstermesinin en önemli araçlarından biri ise toplanma özgürlüğüdür. Hatta bu özgürlüğün kullanımında arz-ı endam eden bedenlerin bir aradalığına, sözün ve iradenin toplu dışa vurumuna bakacak olursak, günümüz dünyasının -sözcüğün öz anlamıyla- en "politik" eylemi, gösteri yürüyüşleridir. Bu nedenledir ki toplanma özgürlüğü, uygar toplumların "olmazsa olmazı" sayılır. İspanya Anayasa Mahkemesinin bir kararında söylediği gibi "demokratik toplumlarda caddeler ve sokaklar yalnızca otomobillere ait değildir, aynı zamanda halkın siyasal katılım alanlarıdır."
Hatta Amerikan Yüksek Mahkemesinin çoğu kararında vurguladığı gibi kamusal forumlar, halkındır. Halkın buralarda yürüme, toplanma ve düşüncelerini dışa vurma hakkı, kendi malını kullanması anlamına gelir. Bu mekânları halk adına emaneten kollayanlar bu hakkı ihlal edemez.
Bu gerçeği hiç aklımızdan çıkarmamalı, tekrar tekrar hatırlamalıyız sanıyorum.
Türkiye'de toplanma özgürlüğünün hukuksal tarihi yabana atılır değildir. Bu yöndeki ilk önemli tartışmalar, II. Abdülhamit'in, dönemin "millî irade"sine darbe yaparak meclisin kapısına kilit vurup Anayasa'yı askıya aldığı zorbalık dönemlerinde yaşanmıştır. Bu özgürlüğün anayasal olarak tanınmasının mücadelesi de o günlere kadar gider. Bu mücadeleyi başlatanlar, bugünlerde Kadıköy sokaklarında Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinden duyduğumuz "Kahrolsun İstibdat! Yaşasın Hürriyet!"[1] sloganının mucitleridir. O yıllarda, Anayasa'nın yürürlüğe girmesi, halkçı politikalarla kalkınmanın ve çağdaşlaşmanın sağlanması için yola çıkan jönlerin[2] (gençlerin) protesto girişimleri şiddetle bastırılmıştı. Ermeni, Rum, Türk, Kürt vb. etnik gruplardan kitlelerin ortak mücadelesiyle gerçekleşen 1908 Devrimi, Anayasa'ya yürürlük kazandırdı. Anayasa'ya bu özgürlüğün yazılması gecikmedi. Bir yıl sonra yapılan anayasa değişikliğiyle 120'nci maddeye (günümüzün Türkçesiyle) şöyle yazıldı:
"Özel yasasına uygun olmak koşulu ile Osmanlılar toplanma hakkına sahiptir."
Bu değişiklikten sonra adı geçen özel yasa (İçtimaat-u Umumiye Kanunu) çıkarıldı. Fransız Devrimi'nin tetiklediği, sosyalist şehir ayaklanmalarının derinleştirdiği süreçlerden sonra hazırlanan 1881 tarihli Fransız Genel Toplanmalar Kanunu'ndan esinlenildi. Kanun'da bu özgürlüğün silahsız biçime kullanılacağı söylendi ve "önceden izin almaya" gerek olmadığı vurgulandı. Çünkü nasıl ki bir kişinin sokağa çıkmasının, söz söylemesinin ve yürümesinin izni yoksa, bu eylemleri toplu olarak yapmanın da "izni" olmasa gerekti. Kişiler, olsa olsa kargaşa çıkmasın diye (en çok iki kişi) "bildirim" yapmakla yükümlü tutulabilirlerdi. Bu mantıkla kaleme alınan düzenleme, günümüze kadar süregelen bir normun özü oldu. Yani toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleyecek olanların izin almasının gerekmediği, koşulları varsa bildirimde bulunması gerektiği kabul edildi.
Fakat bu normun uygulanışı, kâğıt üzerinde durduğu gibi olmadı. Özellikle 1912'den sonra rüzgâr tersine döndü, hükûmetin yetkilerini arttıran otoriter değişikliklere gidildi. Zaten devam eden yıllar savaş yıllarıydı. Buna rağmen 1919'da Fatih, Kadıköy ve Üsküdar'da (biri kadın mitingi olmak üzere) çok önemli gösteriler yapıldı. Fakat ilerleyen zamanda gerilemeler oldu. Cumhuriyet'in ilk yıllarında da bu konuda çok sayıda değişiklik yaşandı.
Toplanma özgürlüğü, farklı zamanlarda farklı biçimlerde ihlal edildi, ediliyor. Bu konuda Cumhuriyet tarihinde üç önemli durak ise özellikle önem taşıyor.
Cumhuriyet tarihinin karanlık dönemlerinden biri, Demokrat Parti'nin ikinci dönemidir. Üniversite hocalarının sürgün edildiği, hükûmete yakın olmayan yargıçların meslekten çıkarıldığı, basının baskılanıp partizanlaştırıldığı, bağımsızlıktan vazgeçildiği, Anayasa'nın sistemli biçimde ihlal edildiği ve laiklik ilkesinin derinden aşındırıldığı bu dönemde söz konusu siyasete karşı -sürpriz olmadığı üzere- öğrenci hareketleri ortaya çıktı. 555K (5 Mayıs saat 5'te Kızılay'da) gibi parolalarla hükûmeti protesto etmek için toplanan gençliğe karşı polisin tutumu oldukça sert oldu. Öyle ki, üniversite kampüsünün içine polisin sokulmasına izin vermeyen (evet, bugün tuhaf kaçıyor olabilir ama normali budur) Rektör Ord. Prof. Sıddık Sami Onar yerlerde sürüklendi, öğrenciler kurşunlandı ve yoğun şiddete maruz kaldı. Belki "Z kuşağı bilmez" ama İstanbul Üniversitesi'nin merkez kampüsüne heykeli dikilen; yemekhanesine adı konulan, anısına Enver Gökçe ve Nâzım Hikmet'in şiirler yazdığı, Ahmet Kaya, Fuat Saka, Yeni Türkü'nün şarkılar (1, 2, 3) bestelediği, bir bakıma 1960'ların Ali İsmail Korkmaz'ı sayılabilecek Turan Emeksiz bu gösteriler sırasında öldürülmüştü.
Bu yaşananlar, 1950'li yıllara tepkinin ürünü olan Anayasa'ya da yansıdı. Anayasa'nın dayandığı etüt ve yardımcı metinlerde de taslağında da bu hakkın izin almaksızın kullanılacağı ifade edildi. Hatta ilgili madde görüşülürken, Demokrat Parti yönetimi altında "masum toplulukların üzerine ateş açılabilmiş, talebelere kurşun atılmış" olduğu hatırlatıldı, "silahsız ve saldırısız topluluklara karşı ateş açılamaz" gibi bir hüküm de eklenmek istedi ama vazgeçildi. Anayasa'nın 28'inci maddesine "Herkes, önceden izin almaksızın, silahsız ve saldırısız toplanma veya gösteri yürüyüşü yapma hakkına sahiptir. Bu hak, ancak kamu düzenini korumak için kanunla sınırlanabilir." hükmü kondu. Gerekçesinde de "modern bütün Anayasalarda olduğu gibi, toplantı hürriyetinin ve gösteri yürüyüşü yapma hakkının önceden izin şartı ile baltalanması ihtimali giderilmiştir" dendi. Yani Anayasa'ya, izin vermeme keyfîliğine gidecek veya izinsiz gösteri yapılıyor denilerek şiddet kullanıp bu özgürlüğü baltalayacak olanlara karşı set çekildi.
1961 Anayasası'nın getirdiği özgürlüklerin bu ülkeye bol geldiğini söyleyenlerce hazırlanan 12 Eylül Anayasasında söz konusu güvence budanmak istendi. Taslak metin tartışılırken Danışma Meclisi üyeleri bu özgürlüğün, 12 Eylül'den önce kötüye kullanıldığından dem vurdular ve toplanmaları izin koşuluna bağlamak, hatta icabında yasaklanmasını olanaklı kılmak istediler. Bu tartışmalarda izin almaksızın toplanma imkânının "12 Eylül'ün felsefesine ters" olduğunu söyleyenler bile oldu.
Bunlara rağmen, Meclis'in çoğunluğu serbesti sisteminde geri adım atmadı. Fakat verilen önergelerden sonra metne, toplantıların en çok iki ay süreyle ertelenebileceği hükmü eklendi. Özgürlüğü daraltan bu adım Millî Güvenlik Konseyi Anayasa Komisyonu tarafından daha da daraltıldı ve Danışma Meclisince daha önce kabul görmeyen şu yasaklama hükmü metne eklendi:
"Kanunun gösterdiği yetkili merci, kamu düzenini ciddî şekilde bozacak olayların çıkması veya millî güvenlik gereklerinin ihlâl edilmesi veya Cumhuriyetin ana niteliklerini yok etme amacım güden fiillerin işlenmesinin kuvvetle muhtemel bulunması halinde belirli bir toplantı ve gösteri yürüyüşünü yasaklayabilir veya iki ayı aşmamak üzere erteleyebilir. Kanunun, aynı sebeplere dayalı olarak bir il'e bağlı ilçelerde bütün toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yasaklanmasını öngördüğü hallerde bu süre üç ayı geçemez.
Dernekler, vakıflar, sendikalar ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları kendi konu ve amaçları dışında toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleyemezler."
Bu hüküm tam olarak 12 Eylül ruhuna uygundu. Çünkü kaşıkla verilen kepçeyle alınıyor; idareye, gösterileri icabında yasaklama yetkisi veriliyordu. 1980'li ve ‘90'lı yıllarda bu yasaklar bolca uygulandı, normlar da engel olmadı. Ta ki 2001'de bu konudaki reform adımı atılıncaya kadar.
2001 yılında DSP, MHP, ANAP koalisyonu Cumhuriyet tarihinin en önemli ve en özgürlükçü anayasa değişikliğini gerçekleştirdi. Avrupa normlarıyla uyuma kapı aralayan bu değişiklikte az önce andığım yasaklama ve erteleme yetkisi kaldırıldı. Bunun anlamı hiçbir toplantının önceden yasaklanamayacağı ve/veya ertelenemeyeceğiydi. AK Parti'nin iktidara geldiği ilk dönemlerde bu değişikliğe koşut olarak toplanma özgürlüğünün alanı genişler gibi oldu. Fakat gösterilere "izinsiz" olduğu için müdahale etme furyasından vazgeçilmedi. Bolca ithal edilen ve bolca stoklanan "biber gazları", ilkin Taksim'de 1 Mayıs kutlama girişimlerinde yoğun biçimde, ardından Gezi Parkı göstericilerine karşı kaş-göz yarasıya ve öldüresiye, sonrasındaysa hemen her gösteride sınırsız biçimde kullanılır oldu. Kolluk, en ufak bir muhalif karşı çıkış karşısında tozu dumana katmaktan geri durmadı. Bu yöndeki şiddet her geçen gün arttı. Belli bir aşamadan sonra kategorik yasaklar yeniden başladı. Öyle ki sanki 2001 değişikliği hiç yapılmamışçasına valilikler toplantıları yasaklamaya ve ertelemeye yöneldi. Dahası, "bildirim" yükümlülüğü sanki "izin" yükümlülüğüymüş gibi algılandı. Anayasa'nın açık hükmüne aykırı biçimde, "izin" verilmeyen gösterilere çok ama çok yoğun şiddet uygulandı. Toplanma özgürlüğü kullanılamaz oldu.
Bu çılgınlık, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararlarına da yansıdı. Mahkeme bu konuda çok şey söyledi ama bence şu altı tanesi özellikle önemliydi:
Bu belirlemelerin yapıldığı Türkiye'de, yaşanan tam bir çılgınlık durumu. O kadar ki Boğaziçi öğrencilerine "aşağı bak" diyerek saldıran kolluk görevlileri, aslında "aşağıdan" diyerek saldırdıklarını söylüyor, ölçüsüz müdahalelerini haklı çıkarmaya çalışıyorlar.
Oysa anayasal bir hak olarak toplanma özgürlüğünün özünde, bir ölçüde kamusal hayatın olağan rutininin bozulmasının da yeri vardır. Öyle ki, 1968 kuşağının da bu gerçeğe gönderme yapan ünlü bir sloganı anayasaldır: "Kaldırımları değil, sokakları kullan!"
1968'i hatırlamışken, şunu da hatırlatarak bitirmekte yarar var: İtaat etmeme ve gerektiğinde karşı durabilme mesajı veren bu slogan, göstericilere karşı polis şiddetinin durmak bilmemesi üzerine "Kaldırım taşlarının altında kumsal var!" biçimini almıştı. İktidar çevreleri, kitleleri ve "gençleri" bu hatta doğru zorluyor.
[1] Bu satırları yazarken sosyal medyada bu sloganla ilgili bir tartışma vardı. Şu not o tartışmaya: 1908 Devrimini ve sloganını salt İttihatçılara yazmak, yüzyılın başından itibaren patlak veren vergi isyanlarını, zincirleme grevleri, ordu içindeki sıradan askerlerin, komitacıların ve halkın rolünü yok sayan; tarihi, büyük kişilerin macerası gören sorunlu bir yaklaşımın tezahürüdür. Devrim ve sloganı, farklı etnik-dini grupların ve emekçilerin ortak mücadelesinindir. Orijinali biraz daha farklı olan sloganın güncel hâli, Ahmet Şık'ın meşhur savunmasıyla, sonra da Mülkiye eylemleriyle popülerleşti.
[2] "Jön" kavramı, 19'uncu yüzyılda Avrupa'daki çok sayıda devrimci hareket için kullanılan genel bir adlandırmanın bu topraklardaki tezahürü. Örn. Giovine Italia, Junge Deutschland, Jeune Europe bunlardan bazıları.