Geçen hafta, aynı anda onlarca ilde çıkan yüzden fazla yangın sadece ormanlarımızı değil yüreklerimizi de yaktı. Ülkenin yangınlar içindeki hâli, politik yaşamımızın da bir resmi gibiydi.
Her yolun Roma’ya çıkması misali Türkiye’de de her konu dönüp dolaşıp kurumlaşmanın ve de Anayasa’ya uyan bir yönetimin eksikliğine geliyor. Zira ormanlarımızın tahribatı, Anayasa’nın ihlaliyle el ele giden bir süreç. Anlatayım.
Türkiye’de Anayasa, doğru ellere düşmüş olması kaydıyla, aslında gayet çevreci sayılabilir. Dünyada pek çok anayasada karşılaşamayacağımız türden özgün hükümleri vardır Anayasa’nın. “Sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı”nı tanır örneğin. “Kıyıların korunması”na özel bir vurgu yapar. Doğal kaynakların yönetimini düzenler. Bu bağlamda en çok da ormanlardan bahseder. Bunu yaparken de esasen ormanları kayırır. İyi de yapar.
Ormanlarla ilgili olarak; “toprak reformu için bile olsa ormanlar küçültülemez” der. Kamulaştırma konusundaki katı kurallarını, “yeni ormanların yetiştirilmesi” söz konusu olduğunda esnetir. Yetmez, ormanların ve orman köylülerinin korunması için de iki ayrı madde getirir. Bu maddelerde “kamucu” yasaklar ve yükümlülükler göze çarpar.
Anayasa, konu ormanlar olduğunda çok sayıda yasak barındırır. Bir defa, ormanlara zarar verebilecek hiçbir söz ve eyleme hoşgörü tanımaz. Malum, siyasette ifade özgürlüğünün daha geniş olduğunu varsayarız. Fakat Anayasa, konu ormanlar olduğunda o kadar cömert değildir; “Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasi propaganda yapılamaz.” der. Dahası, konu söz değil de eylem olduğunda daha mutlak bir yasak getirir, “Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez.” diye ekler.
Orman suçları konusunda ne özel af ne de genel af çıkarılması mümkündür. Ormanları yok edene, yakana veya daraltana af yoktur yani…
Mülkiyet ilişkileri konusunda da orman rejimi kendine özgüdür. Ormanların mülkiyeti, zaman aşımı vb. gerekçelerle bile olsa devredilemez; kamusal yarar gerekmedikçe de kişisel kullanımlara açılamaz. Olur da orman vasfını yitiren yerler varsa, buralar değerlendirilirken, son çare (!) olarak orman köylülerine (şirketlere değil!) aktarılabilir ama onda bile çok özel kurallara uyulması gerekir.
Anayasal yükümlülükler, devleti muhatap alır ve esasen beş tanedir: Devlet; (i) ormanları koruma ve gözetme, (ii) orman sahalarını genişletme, (iii) yanan ormanların yerine yeni orman yetiştirme, (iv) ormanları bizzat yönetme ve işletme (v) orman köylülerini koruma yükümlülükleri altındadır.
Geçen haftaki yangınlarda gördük ki ormanları koruma ve gözetme yükümlülüğünde büyük zaaf var. Bahane arayana bulması zor değil ama hiçbir bahane bu zafiyeti haklı çıkaramaz. “İtibarın tasarrufu olmaz” demeyi biliyorsanız, orman yangınlarına müdahale edecek uçaklarda tasarruftan dem vuramazsınız. Orman bölgesine bakanlığa ait özel jetle gidip “Türk Hava Kurumunun elinde uçak yokmuş” deyip kestirip atamazsınız. Yetki varsa sorumluluk da var. Köylülerin “ormanlarımızı neden korumadınız?”, “yangın söndürme uçaklarımız neden yok?” ve “ihmallere karşı neden denetimde bulunmadınız?” soruları son derece meşru…
Peki, olan oldu, biten bitti mi? Hayır. Bu yangınları birileri çıkarmışsa devlet, o kişileri bulup cezalandırma, eğer birileri çıkarmamışsa o zaman da ihmalde bulunan yetkilileri soruşturma ve cezalandırma yükümlülüğü altında.
Dahası, yanan ormanların yerine yeni ormanların yetiştirilmesi de gerek. Bu, siyasi rant amacıyla kullanılabilecek bir lütuf ve propaganda aracı değil, anayasal bir emirdir!
Ayrıca şunu da vurgulamak gerekir: Anayasa’nın yanan ormanlar için getirdiği bu yükümlülük, ormanın aynı yerde yetiştirilmesini zorunlu tutar. Dendroloji biliminin temel verisidir: Doğa kendini toparlar. İnsan müdahalesi olmazsa, yanan ormanlar kendisini düzeltir. Yani doğa, bu bağlamda “Gölge etme başka ihsan istemem.” düsturuyla çalışır. Yani ülkenin her yerinde fidan seferberliği yapılması -devletin ödevlerin özelleşmesine meyledebilecek ve bundan esasen yandaş patronlar kâr sağlayacak olsa da- yine de bir bakıma anlamlı sayılabilir amma daha ona gelmeden, yangın çıkan araziler, turizm sektörüne peşkeş çekilmesin, o bile yeter de artar.
Oysa tecrübeler tam aksi yönde.
Anayasa, devlete ormanlık alanı genişletme ödevi getiriyor. Fakat bu ödevin gerektiği gibi yerine getirildiği kuşkulu.
Ormanlar kendiliğinden gelişme eğilimindedir. İnsan müdahalesi olmadıkça ormanlık alan artar. Türkiye’de kırsaldan kente geçişle birlikte bu artışın önündeki engel göreli olarak kalkmıştır. Öte yandan, özellikle kara yolları civarlarında heyelandan koruma amaçlı yapılan ağaçlandırmalar ile kentlerdeki yoğun tahribatı sübvanse edecek ağaç dikim faaliyetleri olmuştur. Dolayısıyla ormanlık alan, göreceli olarak artmıştır. Fakat AK Parti’nin kendinden önceki dönemden daha az ağaçlandırma yaptığı, dahası sadece son 13 yılda 100 bin hektarlık arazinin madencilik sektörüne, son sekiz yılda 335 bin hektarlık arazinin özel teşebbüslere açıldığı bilgisini kaydetmemiz gerekiyor.
Hükûmetin çeyrek asra yaklaşan orman politikası, ormanlık alanları kamunun elinden çıkarma, planlamadan vazgeçerek limitleri aşan oranda ağaç kesimi yaparak ormanları tüketme, orman civarını tehlikeli yapılaşmaya açarak tahrip etme, kendiliğinden orman statüsünden çıktığı varsayılıverilen yerleri hızla satma, satamıyorsa yapılaşmaya açma biçiminde özetlenebilir.
Bu politikayı rahatça gerçekleştirmek için daha 2003’te Anayasa’daki “ormanları bizzat yönetme ve işletme” hükmü, “işlettirme” diye değiştirilmek istenmiş fakat bu girişim Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in müdahalesiyle başarılamamıştı. Bu başarılamayınca bu defa Anayasa’yı dolanma yolu tercih edilmişti. Bu süreçte, Anayasa’yı ve Anayasa Mahkemesi kararlarını aşmak için 40’tan fazla değişiklik yapıldı ve yönetmelik çıkarıldı.
Yasayla yapılamayanlar, fiili durum yaratılarak gerçekleştirildi. Üstelik bu kamuoyunun gözü önünde ayan beyan yapıldı. 2007’de Bodrum Güvercinlik’teki büyük yangını hatırlayalım. Yangından hemen sonra o alanın yeşillendirileceği söylenmişti. Fakat bugün Güvercinlik’te aynı yerde üç otel dikili durumda.
Örnekler çoğaltabiliriz ama kısa keselim. Daha geçen hafta, tüm toplum yangınları konuşurken sanki inadınaymışçasına bir kanun çıkarıldı. Turizm Teşvik Kanunu’na değişiklik getiren düzenleme ile Cumhurbaşkanı kararıyla belirlenecek “kültür ve turizm gelişme bölgeleri”nde bulunan arazilerdeki Tarım ve Orman Bakanlığı yetkileri alınıp Turizm Bakanlığına aktarıldı. Kanun, buralardaki yeni turistik tesislerde çevre etki değerlendirmesi (ÇED raporu) de gerekmeden hızla yapılaşma ve ruhsatlandırma olanağı getirmekle kalmıyor, millî parkları da salt turizm meselesi kılarak buralardaki doğal alanları kiraya ve yapılaşmaya açma olasılığı taşıyan hükümler içeriyor.
Düzenlemenin içeriğini ve arka planını dikkatli izleyen gözler için kanun, Cunda’nın halka kapatılması, Kaş’ta tek bir ağacın kalmaması gibi distopik bir gelecek vadediyor. Bakalım Anayasa Mahkemesi de görebilecek mi?..
***
Yazıyı iki notla tamamlayım.
Geçen haftaki yazımda insanımızın refahı olmadığı gibi hayvanlarımızın da yok demiştim. Ne yazık ki belirlemeyi genişletmek gerekiyor. Tabiat anamıza da huzur vermiyoruz.
Bir de şu var: Mesele milliyetçiliğe geldiğinde “vatanın bir karış toprağı” hamasetini yapıp mangalda kül bırakmayanlar, konu ülkeyi ülke yapan doğa olduğunda suspus oluveriyor. Şaşırmıyoruz.