“Gezgin, avare, göçebe veya serseri... İstediğin gibi adlandır beni… Dilediğim yerde geçiririm vaktimi… Konuşurum canımın istediğini… Kafama göre dönüştürürüm her yeri… Nerede sürtersem ve nereye koyarsam kafamı… Evim olur orası…”
Bu dizeler, Metallica grubunun “Wherever I May Roam” (Her Yerde Sürtebilirim) şarkısında geçer. Güftedeki “roam” sözcüğü, Türkçeye “gezinmek” diye de çevrilebilir, “gelişigüzel gezmek” anlamına gelen “dolanmak” olarak da. Ben okurun dikkatini çekmek için teklifsiz konuşmada kullandığımız “sürtmek” sözcüğünü yeğledim.
Evet, “sürtmek” bir özgürlük... Başıboşça dolanmak ve aylaklık etmek, diğer pek çok canlı gibi biz insan evlatlarına da özgü bir özellik… Hukuk düzenleri, bu özelliğimizi yok saymıyor. İngilizcede teknik bir kavram (freedom to roam) olarak kendine yer bulan bu özgürlük, farklı dillerde “herkesin hakkı”, “halkın vahşi doğaya erişim hakkı”, “mantarcı düzenlemesi” gibi isimler alıyor. En basit ve genel biçimiyle “halkın eğlence, dinlence ve egzersiz için kamuya ait veya özel mülkiyete tabi belirli arazilere, göllere ve nehirlere erişme hakkı” anlamına geliyor. Hakkın doğal arazide karşılaştıkları orman meyvelerini veya mantarları toplama, icabında çadır atıp kamp kurma, yüzme, güneşlenme, pinekleme ve yan gelip kestirme haklarının hepsi bu özgürlüğün içinde sayılıyor.
Bu yönleriyle, bugün pek çok anayasada tanınan seyahat veya dolaşım özgürlüğünden farklı bir nitelik taşıyan bu özgürlüğün kökleri, insanlık tarihinin derinliklerine kadar uzanır. Özgürlük, çoğu kez yazılı değildir ama erken dönemde bile kanunlara yazıldığı olmuştur. Bizans İmparatoru Justinian’ın çıkardığı yasalarda; halkın denizde, deniz kıyılarında, havada ve akan sularda ortak olduğunun söylenmesi bunun bir örneğidir.
Roma hukukundaki bu özgürlük bir ilke olarak İngilizlerce de benimsenmiş, hatta Magna Carta’ya (Büyük Ferman’a) yazılmış, sonradan mahkeme kararlarıyla sistemli hâle getirilmiştir. Bugün bu özgürlüğün birtakım ilkelerle sistemli kılınmış hâline “kamusal güven öğretisi” (public trust doctrine) deniyor.
Kamusal güven öğretisiyle, ABD’den Güney Afrika’ya, Kanada’dan Hindistan’a farklı yargı kararlarında karşılaşılıyor. Bu kararların en önemli başlığını ise “halkın deniz kıyılarına erişim hakkı” oluşturuyor. Bu ülkelerin hemen hepsinde yargı organları, sahilleri parselleyen işletmelere veya özel mülklere, bu öğretiye dayanarak “dur” diyor.
Bizde bu hak, eskilerde dolaylı da olsa “suyun, odun (ateşin) ve meranın özel mülkiyet konusu yapılamayacağını” öngören İslam hukuku kurallarından bilinir. Laik dönemde de bu ilke bir ölçüde korunmuştur. Hatta anayasa düzeyine bile çıkarılmıştır: “Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir.” (md. 43) Kıyı Kanunu bu hükmü tekrar etmiş, vurgusunu arttırmıştır: “Kıyılar, herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır.”
Maddenin getirilme mantığı da aşağı yukarı bellidir. Hükmün kabul edilmesi sırasında, hukukçu Fikri Devrimsel’in Danışma Meclisi’ndeki madde görüşmelerinde yaptığı açıklama bu mantığı ortaya koyar:
“Karamürsel - Gölcük arasındaki sahilde bir yaz, açık deniz kıyısında denize girmek için gidiyordum. Uygun bir yer buldum; evler duruyor, deniz kumlu sahili ile uzanıyordu. Denize girmek istedim, bir kişi geldi «Sen burada denize giremezsin» dedi. «Niye?» dedim, «Tabelaya bak» dedi, baktım tabelaya, orada «Bu sahilde, bu sahildeki sakinler girebilir» ibaresi vardı. «Bu sahilden düşman çıkarma yaparsa bu sahildekiler mi savunacak burayı?» dedim, «Onu ben bilmem. Bize buradaki belediye başkanı öyle söyledi ve bu tabelayı asmış» dedi. Bu kepazeliğe bir son vermek lazım. İşte Anayasa yapıyoruz, Anayasanın genel esprisini bilmem; ama kamu yararını, toplumun yararının gözetilmesi, Hakkâri'de oturan vatandaşın, Sivas’ta oturan vatandaşın dahi bu memleketin deniz kıyılarından yararlanması lazım. Anayasalar temel ilkeler koyar, bazı nedenlerle belediyelerin yasalara uygun çalışmamalarından yararlanarak kayırmaya, menfaatlerle Türkiye’nin sahillerini bazı kişilerin özel mülkiyetine açık tutma zihniyetine, bu Anayasa ile sanırım ki son veririz.”
Pandemi günlerinde kıyılardan yararlanmada herkesin eşit ama kimilerinin (turistlerin) “daha bir eşit” olduğunu gördük. Bu ayrımcılık bizzat Cumhurbaşkanlığı düzeyinde haklı çıkarılmaya çalışıldı. Söz konusu eşitsizliğin keyfî genelge rejimine özgü olduğunu düşünebilirdik ama meselenin pandemiyi aşan bir yönü var. Asıl sorunu kıyıları işgal eden işletmeler oluşturuyor. Yurttaşların kıyılara eşit biçiminde erişimine engel olan “beach”ler mantar gibi bitiyor.
Karaburun, Çeşme, Bodrum, Datça gibi Ege kıyılarında plajların çevresi şirketlerce kapatılıp girişler, “şezlong bedeli” veya “şemsiye ücreti” gibi bahanelerle paralı hâle getiriliyor. Çoğu kez yurttaşlara alternatif yer gösterilmediği gibi, halk plajı olarak bırakılan kısımlar da belediyelerce kiraya verilen kısımlara nazaran atıl ve sınırlı bırakılıyor.
Yurttaşlar, bir bakıma kendilerine ait olan kumsalları kullanmak için şemsiye ve şezlong kiralamaya zorlanıyor. Bu mekânların etrafındaki otoparklar ile yeme içme bedellerinin fahiş düzeyi eşitsizliği derinleştiriyor. Bu eşitsizliği ise “beach clup mafya”ları organize ediyor. Bununla mücadele etmesi gereken devlet, ya ihmaliyle ya da doğrudan ve dolaylı aflarla onlara arka çıkıyor.
Haklarımızı bilelim: Yurttaşlar, istediği otel ya da işletmenin önünden makul bir şekilde denize girebilir. Plajdan plaja “dolanabilir.” Şezlong ya da güneşlik kullanmadan havlusunu serip oturabilir. Bunun istisnası, olsa olsa belediyelerin ya da maliyenin ihale ile verdiği alanlarda söz konusu olabilir. Fakat bu durumda bile halka, ücretsiz olarak denize girilecek yerlerin gösterilmiş olması ve şirketlerin kendi alanlarını fiilen genişleterek şezlong alanlarını halkın ücretsiz gireceği yerlere taşırmamaları için etkili denetimlerin yapılması gerekir.
Ama malum, Anayasa yok sayılıyor, kanunlar gerektiği gibi uygulanmıyor. Hükûmetin öncelikli gündemini ise bu hakları gerçekleştirmek değil, kamuya ait kıymetli sayfiye yerlerini özelleştirmek oluşturuyor.
Marmaris Okluk Koyu’nda 50 bine yakın ağacın kesilerek ve 10 bin 966 metrekarelik kıyı dolgusu yapılarak yenilendiği iddia edilen Cumhurbaşkanlığı Yazlık Konuk Evi ile ilgilenmekten ve muhalifleri bastırmaktan sıranın haklarımızın korunmasına gelmesi güç.
Buna rağmen haklarımıza sahip çıkmaya devam etmeliyiz. Çünkü kimse kalıcı değil. Bu dünya, Sultan Süleyman’a bile kalmadı ama gelecek nesillere kalacak… Diyelim ki bizler kendimizden geçtik ama onlara karşı sorumlu değil miyiz?