İktidar partisinin adı, iki anayasal kavramdan oluşuyor: adalet ve kalkınma. Adalet sorunu farklı biçimlerde tartışılıyor fakat diğer kavram, yani kalkınma bazen es geçiliyor.
Kalkınma veya eski adıyla söylersek "terakki", Türkiye'de daha Tanzimat döneminden itibaren siyasetin merkezi kavramlarından biri. Öyle ki Osmanlı'nın son iktidar partisinin adında kalkınma (İttihat ve Terakki) bulunması sürpriz değil.
Türkiye'nin bu yüzyılları aşan özlemi, doğal olarak anayasalara da yansımıştır. Anayasa; ekonomik, sosyal ve kültürel bir kalkınma ülküsüne yer vermiş, bu ülkünün nasıl gerçekleşeceği konusunda ise "planlama"yı işaret etmiştir.
Anayasa planlamacıdır. Aile planlaması (md. 41), tarımsal üretimin planlanması (md. 45), sağlık kuruluşlarının planlanması (md. 56), çevrenin planlanması (md. 57) ve yüksek öğretimin planlanması (md. 131) gibi çok sayıda alanda hüküm içerir.
Daha önemlisi planlama, özel olarak (md. 166) da düzenlenmiş, kalkınma planlarının ilkelerine yer verilmiştir. Buna göre devletin kalkınma planları hazırlaması ve bunda da şu beş etmene uyması gerekir:
Anayasa, bununla da yetinmemiş; bir yandan esnafın, tüketicinin, çiftçi ve işçinin korunmasına vurgu yapmış, diğer yandan da bu planlamayı gerçekleştirmesi için "Ekonomik ve Sosyal Konsey" isimli bir kuruma yer vermiştir. Hüküm açıktır:
"Ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı, özellikle sanayiin ve tarımın yurt düzeyinde dengeli ve uyumlu biçiminde hızla gelişmesini, ülke kaynaklarının döküm ve değerlendirmesini yaparak verimli şekilde kullanılmasını planlamak, bu amaçla gerekli teşkilatı kurmak Devletin görevidir."
Bu hükümleri anımsatmamın bir nedeni var. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı, diğer pek çok alanda olduğu gibi bu konuda da Anayasa'ya aykırı hareket ediyor. 2011'de Devlet Planlama Teşkilatı'nı kapatan iktidar, "planlama" işlevini görecek Ekonomik ve Sosyal Konsey'i toplamıyor. Bunu, muhalefetin üsteleyen çağrılarına rağmen yapmıyor. Yönetimi ortaklaştırmıyor, tek kişinin tercihlerine dayalı bir idareyi yeğliyor.
Cumhuriyet tarihinin partiler üstü politikası olan "aile planlaması"nın yerine "en az üç çocuk" düsturunun, "çevresel planlama"nın yerine "talan ekonomisi" mantığının geçtiği bir süreçte plansızlık, âdeta norma dönüşmüş bulunuyor.
Anayasa'daki hükümlerin gerçekleştirilmesi şöyle dursun, kalkınma planlarının içeriği tamamen boşalmış bulunuyor.
Bu plansızlık kaosunun yıkıcı sonuçlarını Covid-19 pandemisi sırasında daha çarpıcı biçimde yaşadık. Hâlâ da yaşıyoruz.
Geçtiğimiz hafta hal esnafının, meyve ve sebzelerini çöpe attığı şu görüntüleri izlemediyseniz izlemenizi öneririm. Bunlar, plansızlığın yerini alan "saray rejimi"nin ekonomiyi nasıl etkilediğinin özetidir.
Bilindiği gibi, yaklaşık bir yıldan uzun süredir tam kapanma senaryoları konuşuluyor. Görünen o ki iktidar, buna rağmen planlı ve düzenli bir çalışma sürdürmemiş. Bu, defalarca kez değiştirilen genelgelerden ve istisnanın istisnasına getirilen yeni istisnalardan belli.
Sorunlar saymakla bitmez ama salt "temel ihtiyaç" konusundaki karmaşa dahi bu sağgörüsüzlüğü anlamak için yetip de artıyor. Örneğin genelge düzenine göre, (dört duvar arasındaki) zincir marketleri için tam kapanma uygulanmıyor fakat açık havada satış yapılan semt pazarları kapatılmış bulunuyor. Bunun da bazı zincirleme sonuçları oluyor. Semt pazarları kapatılınca pazarcı esnafı, ilçe hallerine gitmiyor; haller de çiftçiden mal almıyor. Bu durum çiftçinin hasadının elinde kalmasına neden oluyor.
Temel bilgidir: Taze gıda hızlı çürür. Ama temel gıda çabuk azalsa da talep azalmaz. Talep azalmadan arz düştüğünde enflasyon ortaya çıkar. Dolayısıyla yaz boyunca sebze ve meyvelerde yüksek enflasyonla karşılaşacağımızı kestirmek için ekonomi uzmanı olmaya gerek yok.
Normal koşullarda kurumsallaşmış bir siyasal iktidarın bunu öngörmemesi mümkün değildir. Hele ki tutarlı bir planlama yapan yönetimden, tüm etmenleri hesaba katan, bütüncül bir politika hazırlığı yapması beklenir. Fakat ülke politikasının temelleri "saraya yakın olma" dalancılığına dayanıyorsa ve temel muhatabınız turizm sektörünün büyük patronlarıysa, Anayasa'nın özel olarak korunmasını öngördüğü çiftçiyi, esnafı ve tüketiciyi dinlemezsiniz. Ortaklaşa ve kurumsal yönetim yerine tek kişiyi ikna etmeye dayalı bir devlet politikasına dayanırsanız halkın gündemiyle yabancılaşırsınız. Dolayısıyla "anonim şirket gibi" yönetmek için çıkılan yolda bakkal yönetiminin gerisine düşersiniz.
Sadece tarım emekçileri örneğinde aktardığım bu sorunlar dizisi, diğer sektörlerin hemen hepsi için geçerli. Ülke yönetimi tamamen kâr düşüncesine teslim edildiği için ekonomik destekten yoksunluk ve sosyal adaletsizlik anaforu içinde batıyoruz. Dahası bunu, aşı erişimi olmadan ve kendi aşısını bile üretemeyecek duruma düşmüş bir geri kalmışlıkla yaşıyoruz.
Bu sorunların öncelikli siyasi sorumlusu kuşkusuz yaklaşık yirmi yıldır yönetimde olanlar. Bu bağlamda problemin, sıradan bir yönetememe sorununa değil daha derin ve çok daha bütünsel nedenlere dayandığı açık. Bu ayrı bir yazı konusu. Fakat burada kısa erimde anayasal bir gerekliliğe dikkat çekmek gerekiyor: Bu süreçte en azından Anayasa "tastamam" uygulanmalı. Bu gereklilik, Covid-19 döneminde çok daha önemli. Çünkü planlama hiç olmadığı kadar yaşamsal.
Muhalefetin, Ekonomik ve Sosyal Konseyi toplanması çağrısının, gerçek bir ortaklaşa yönetimi sağlayacak, liyakat esaslarına dayanacak ve emekçilerin katılımını sağlayacak biçimde yaşama geçirilmesi gerekiyor. Daha yıkıcı sonuçlarla karşılaşmadan ve gecikmeden…