Reis ilkesi (Almanca Führerprinzip), Alman kamu hukuku literatüründe geçen ve duyanların bugün dahi tüylerini ürperten bir kavramdır. Bu ilke, kendisine "reis" (Führer) lakabını takan Adolf Hitler'in 1933 yılında Alman devlet aygıtının mutlak lideri olmasıyla ortaya çıkmıştı.
1933 yılında Alman Parlamentosunda yaşanan bir yangından sonra, bunun komünist muhaliflerin işi olduğunu söyleyen Naziler, olağanüstü hâl ilan etmiş, ardından ulusun varlığının tehlike altında olduğu iddiasına dayanarak bir kararname rejimine geçmişlerdi. Yeni rejimde Adolf Hitler'in çıkardığı kararname, Anayasa'ya uyumdan muaf sayılmış; böylelikle "reisin iradesi", anayasa hükmü gibi değer kazanmıştı. Bu durum Almanya'da yepyeni bir (anti) hukuk düzeni getirmişti.
Nazilerin yasal düzeni üç katmandan oluşuyordu. Düzenin kalbinde insan haklarına aykırı ve insan onuruyla uyumlu olmayan normlar yer alıyordu. Bu normları çevreleyen ikinci katman, keyfî biçimde yorumlanmaya müsait belirsiz normlardan müteşekkildi. Son ve en geniş katmanı ise "reis ilkesi" oluşturuyordu.
"Reis ilkesi", yasama, yürütme ve yargı erklerinin hepsinin birden toplandığı makamın "reis" olduğu varsayımına dayanıyordu. Buna göre egemenlik yetkilerini kullanan yasama, yürütme ve yargı erkleri, farklı fonksiyonlar görse bile hepsinin birden başında (sırasıyla) bir "baş yasa koyucu", "baş yönetici", ve "baş yargıç" niteliğinde olan Adolf Hitler vardı. Reis, bu üstün konumundan ötürü sıradan bir insan gibi görülemezdi. Zira o, Almanların dört tarafını çepeçevre saran sözde dış düşmanlara, içerideki beşinci kol güçlerine ve ülkeyi tutsaklaştıran eski düzene karşı "beka kavgası" veriyordu. Bu durum Hitler'in etrafında, sanki o bir yarı-Tanrıymışçasına insan üstü ögelerle bezeli bir aura oluşturuyordu.
Hâkimlere düşen rol, öncelikle liderlerine mutlak sadakatlerini kanıtlamaları, aynı zamanda liderliğin işaret ettiği "milletin düşmanları"na karşı yargı alanında savaş vermeleriydi. Bunu Hitler'in Propaganda Bakanı Joseph Goebbels şu sözlerle açıkça ifade etmişti:
"Hâkim, bir karar verirken kanunlardan çok suçlunun yok edilmesi gerektiği düşüncesinden hareket etmelidir. (…) Devlet, iç düşmanlarını en verimli yöntemle uzaklaştırmalı ve tamamen yok etmelidir. Hâkimin, sanığı suçlu olduğuna ikna etmesi gerektiği düşüncesi tamamen terk edilmelidir. Kanunların öncelikli uygulama amacı, misilleme, hatta iyileştirme bile değil, devletin bekasıdır. Hukuktan değil, düşmanın yok edilmesi gerektiği kararından yola çıkılmalıdır."
Reis devletinde hukuk düzeni, "devletin bekasını" korurken ve düşmanla savaşırken kullanılacak bir araç ve "reise sadakat"i kanıtlamaya yarayan bir tiyatro sahnesi gibi bir anlam kazanmıştır.
Bu denkleme uymayan hâkimler derhal saf dışı edilirdi. Öyle ki Goebbels, yaptığı konuşmalarda "generaller nasıl değiştirilebiliyorsa yargıçlar da değiştirilebilir" diyerek göz dağı veriyor, Adalet Bakanı Otto Thierack, hâkimlere, hükûmetin iradesine karşı karar vermemeleri, aksine, "yürütmenin yardımcısı" gibi hareket etmeleri gerektiğini söyleyen mektuplar yazıyordu.
Bu sürecin sonunda "reis ilkesi" gitgide billurlaştı. Şu üç temel ögeyle ifade edilir oldu:
Bu düzenek, Nazi rejiminin kendine özgü doğasını ortaya koyuyordu. Mahkemeler, Adolf Hitler'in müdahale etmeye tenezzül etmesine bile gerek olmadan onun varsayımsal mutlak iradesi doğrultusunda karar veriyor, bu da iktidara paha biçilmez bir konfor sağlıyordu.
Gerçi bu ilke hemen her dava için büyük anlamlar taşımıyordu. Sıradan bir kira tahliye davasında veya bir çek-senet davasında bu ilkenin uygulanması gerekmeyebilirdi. İlke, iktidarın hassas olduğu politik davalarda gün yüzüne çıkıyordu. İlk durumda hukuk normal işleyebilirdi, fakat ikinci durumda mesele kesinlikle farklıydı; konu devletin bekası meselesi oluveriyordu. Böyle bir durumda hâkimlerin, iktidarın düşman diye gösterdiklerine karşı -mevzuatı bir tarafa koyarak- savaşa girişmesi gerekiyordu.
Almanya'da hâkimler o zamanlar bu savaşa girdiler. Böylelikle mahkemeler birer tedhiş aracına dönüştü. Bu tedhiş, etkisini tüm Avrupa'da gösterdi ve insanlık, tarihin en büyük mezalimlerinden birine tanıklık etti.
Savaşın sona ermesinden sonra yapılan yargılamalarda hâkimler, diğer bazı bürokratlarla birlikte, mezalimin "masa başı failleri" (Schreibtischtäter) diye nitelendiler, "hukuk eliyle işlenen cinayet"lerdeki payları masaya yatırıldı ve şu ünlü sözle (en azından tarih önünde) mahkûm edildiler: "Suikastçının hançeri, yargıcın cüppesinin altına gizlenmiştir."
Buraya kadar yazdıklarımı, tarihin öğreticiliğini unutmayalım diye not düştüm. Bu da öylesine esmedi, Türkiye'deki bazı gelişmeler ve kavramsal kesişimler, ne yazık ki bana bunları hatırlattı.
Geçtiğimiz hafta da Osman Kavala davasıyla ilgili yeni bir gelişme yaşandı. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, Bay Kavala için de geçmişte ihlal kararları vermişti. Söz konusu kararı özel kılan bir yön vardı. Bu karar, md. 18 kapsamında verilmişti. Yani İnsan Hakları Mahkemesi, son tahlilde, bu davadaki hak ihlalin politik bir amaçla ve siyasi iktidarın talimatıyla gerçekleştiğini söylemişti. Bu belirlemeye rağmen kararın gerekleri yapılmadı.
Geçtiğimiz hafta Avrupa Konseyi organları bir adım daha ileri giderek bu kararın yerine getirilip getirilmediğini inceleneceği bir süreci yöneldi. Bugün için ihlal bildirimiyle başlayan ve Şubat'tan sonra ilerleyecek görünen sürecin sonunda Türkiye'nin Avrupa Konseyinden dışlanması, hatta çıkarılmasına kadar gidecek bir yola girilmiş oldu.
1950'lerde faşizmin Avrupa'da yeniden hortlamaması için kurulan İnsan Hakları Mahkemesi, çok sayıda ihlal kararı verir fakat böyle bir belirlemeyi (md. 18) çok nadir yapar. Bir tür alarm düğmesine basmak anlamına gelen md. 18 ihlali kararı, Türkiye tarafından yok sayıldı. Siyasi iktidar çevreleri, bu ve benzeri türden kararı "devletin bekasına" dönük bir saldırı olarak algıladı ve insan hakları mahkemesini "teröristler" ile iş tutmakla, bu karara sahip çıkanları da "vatan hainliği" ile suçladı. Bunun üzerine, söz konusu davalarına bakan ulusal mahkemeler, Türkiye'deki geçerli olan hukuk kurallarını (örn. İHAS md. 46, Anayasa md. 90, CMK md. 311 vd.) bir tarafa bırakarak bunlara direndi.
Direnen hâkimler, belki bunu birilerine sadakatini göstermek için yaptı belki kendilerince devletin bekasını korumak için… Nedeni ne olursa olsun her hâlükârda, nesnel hukuk düzeninin içinde kalarak ve kendilerince düşman gördükleriyle savaşmak gibi öznel amaçlara meyletmeden hareket ettiklerini söylemek güç…
Bu tutumun arka planındaki motivasyon ve buna olanak tanıyan iklimin adı Türkiye'de "henüz" resmî olarak konulmadı. Ama bana yukarıda anlattıklarımı hatırlattı… Ve şu soruyu sordurdu: Hegel'in "Tarihin ve deneyimin bize öğrettiği şey şu: Halklar ve hükûmetler tarihten hiçbir şey öğrenmemiştir" sözü acaba yeniden doğrulanacak mı?
Umuyoruz ki yanıt olumsuz olacak. Ülke daha fazla kaybetmeden yanlışlardan dönülecek, hukuk, başkaca gündelik hesaplara girmeden uygulanacak… Hâkimler, kararlarını, terfi umudu veya taltif kaygısı gütmeden, yani eski bir Latin deyişinde ifade edildiği gibi "ne beklentiyle ne de korkuyla" ("nec spe nec metu") verecek…*
* Tarihten öğrenmek için elimizde değerli kitaplar var. Bunlardan ikisini önermek istiyorum. Nazi döneminde Almanya'da adi suçlar ile siyasi suçlar için iki farklı hukuk ve devlet uygulaması hakkında bkz. Ernst Fraenkel, İkili Devlet: Diktatörlük Teorisine Bir Katkı, Tanıl Bora (çev.), (İletişim Yay., 2021). Nazi hukukunun farklı tezahürleri için Alan E. Steinweis ve Robert D. Rachlin (ed.), Nazi Almanyası'nda Hukuk, Kıvılcım Turanlı (çev.), (Zoe Yay. 2021).