Türkiye'deki düşünce özgürlüğüne uygulanan baskı, 12 Eylül günlerini bile aratıyor… Son yıllarda çokça duyduğumuz bu söz, bir basmakalıp değil. Geçmişin etkisinin zaman içinde azalmasından, içinde bulunduğumuz anın en önemli olduğu sanrısından da kaynaklanmıyor. Türkiye, gerçekten de, ifade özgürlüğü konusunda tarihinin en karanlık döneminden geçiyor. Sınanabilir parametrelerle hazırlanan bir çalışmaya (V-Dem endeksine) göre Türkiye'de ifade özgürlüğünün düzeyi 12 Eylül rejiminin, hatta iktidar çevrelerindekilerin ağızlarında, hâlâ sakız olan tek parti döneminin (gerçekte iki savaş arası dönemin) dahi gerisindedir. O kadar ki II. Abdülhamit'in "istibdat yönetimi" zamanlarından biraz daha iyi olmamız teselli sayılabilir. Meraklısı bu konudaki grafiği şu siteden inceleyebilir:
Bu sorunun nedenleri çok yönlü. Kuşkusuz, yargı bağımsızlığı başlığı bunun en önemli nedeni. Mahkemeler ve verdikleri adaletsiz kararlar gündemimizi, doğal olarak sürekli meşgul ediyor. Fakat bence meselenin, yargı erkinin dışında kalan organlara bakan da bir boyutunu göz ardı etmemeliyiz. Zira ifade özgürlüğünü korumakla yükümlü kurumlar da en az yargı kadar içinde bulunduğumuz karanlıktan sorumlular.
Kamu Denetçiliği Kurumu, Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK) gibi genel olarak insan haklarını korumakla yükümlü yapılar ile Basın İlan Kurumu, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) hatta basındaki kartelleşme dikkate alındığında Rekabet Kurumu gibi kurumlar daha hemen başta akla gelenler. Bu kuruluşlar, sözde hak ve özgürlüklerimizi iktidarın kötüye kullanmalarına karşı korumak için varlar. Fakat bırakalım bağımsız olmalarını, asgari bir özerklik dahi taşımıyorlar. Çünkü bu kurumların üyelerinin çoğunluğu AK Parti tarafından (daha doğrusu partinin genel başkanının oluruyla) belirleniyor.
Kamu Başdenetçisi diğer ismiyle Ombudsman'dan başlayalım. Anayasa, bu makama yapılacak atamada TBMM'deki 600 milletvekilinin 400'ünün oyunu alma koşulu öngörmüş bulunuyor. Bunun uzlaşmayı sağlayacağı düşünülebilir fakat Anayasa ilk iki tur oylamada 400 sayısı bulunmazsa 301 kişinin yeterli olacağını öngörüyor. Bu da sağlanamazsa toplantıda bulunanların yarısının (örn. 151 milletvekilinin) bile yeterli sayılacağı düzenlenmiş. Yani Anayasa, uzlaşmada ısrarcı olmuyor. Bunun bilgisine sahip AK Parti çoğunluğu kendi adayını belirleyip Meclis'e dayatabiliyor.
Basın özgürlüğü açısından önem taşıyan RTÜK ile devam edelim. Kurul, dokuz üyeden oluşuyor. Üyeler, siyasi partilerin üye sayısı esas alınarak TBMM tarafından seçiliyor. Böyle olunca da dokuz üyenin dördü AK Parti kontenjanından geliyor. İki de MHP kontenjanından üye var. Kurul kararlarının çoğunlukla alındığı düşünülünce RTÜK'ün iktidar ittifakını frenleyecek bir yönünün olduğunu düşünemiyoruz.
TİHEK'in durumu ise içler acısı. Toplam 11 üyeden oluşan kurulun bütün üyeleri, Cumhurbaşkanı tarafından atanıyor. Kurulun yapısı, bu tür ulusal insan hakları kurumlarının kurulmasını öngören Paris İlkeleri ile tamamen uyumsuz. Zaten o nedenle de Türkiye, Birleşmiş Milletler'den bağımsızlık akreditasyonu alamıyor. Alsa şaşar mıydık? Evet.
TİHEK kadar içler acısı durumda olan başka sözde bağımsız idari kurumlar da var. Mesela Anayasa'nın 167'nci maddesi uyarınca basın sektöründe tekelleşme ve kartelleşmeyi önlemekle yükümlü Rekabet Kurumu bunlardan biri. Kurum yedi üyeden oluşuyor ve hepsi birden Cumhurbaşkanı tarafından atanıyor. Hâl böyle olunca da böyle yapılanan bir kurumun Hükûmet'e yakın sermaye çevrelerinin basında tekelleşmesini önlemesi de hayal oluyor.
Adına internetteki sansürlerden aşina olduğumuz BTK için öngörülen tasarım farksız. Hangi siteye girip hangi sitelere giremeyeceğimize karar veren, Türkiye'yi dünyada en çok internet sansürü uygulanan ülkeler arasına sokan Kurum'un yedi üyesinin yedisi de Cumhurbaşkanı tarafından atanıyor. Bu kurumun iktidara dönük fren ve denge mekanizması sunabileceğini düşünen sanıyorum ki yoktur.
Basın İlan Kurumu ise tüm bu kurumların içinde tarihsel olarak en özgün yerde duruyor. Kaynağını Anayasa'dan (md. 29) alan Basın İlan Kurumu, aslında Demokrat Parti (DP) dönemi uygulamalarına tepkinin ürünü olan ve sürekli yayınların devlet imkânlarından eşitlik ilkesine uygun yararlanmaları amacıyla oluşturulmuş bir kurumdur. 1950'li yıllarda yani DP döneminde resmî ilanlar, yani yayımlanması zorunlu olan, kamu tüzel kişilerinin veya sermayesinin yarısından fazlası kamu tüzel kişilerine ait olan kuruluşların verdikleri reklam niteliği taşımayan ilanlar, iktidarı destekleyen gazetelere veriliyordu. Muhalif veya nesnel basının bastırılmasına yol açan bu uygulamaya dur demek isteyen 27 Mayıs yönetimi, daha iş başındayken TBMM adına çıkardığı 195 sayılı Kanun'la "Resmi ilanların mevkutelerde (süreli yayınlarda) yayınlanmasında aracı olmak" amacıyla Basın İlan Kurumu'nu (BİK) kurmuştu. Kanun'da resmî ilanlardan başka, az önce ifade edilen türden kurumların gazete ve dergilere verecekleri reklamların da ancak BİK aracılığı ile yayınlatılabileceği söylenmişti. Fakat bu Kurum, AK Parti döneminde ters yüz edildi. Resmî ilan ve reklam kesilmesi cezalarıyla bir sansür mekanizmasına dönüştü. Öyle ki tarihin bir cilvesi midir bilinmez, 27 Mayıs hakkında hükûmet çevrelerine yakın açıklamalarda bulunmayanlara bile ilk cezayı kesen bu kurum oldu.
Basın İlan Kurumunun durumu 1961 Anayasası'nın mantığına uygun olarak frenleyici ve dengeliydi. Otuz altı kişiden oluşan Genel Kurulun ise üyelerinin üç farklı kaynaktan gelmesi tasarlanmıştı:
"(a) Kurumun yönetimine katılmayı kabul eden gazete ve dergi sahiplerinin kendi aralarından satış rakamlarına göre seçecekleri 4, İstanbul, Ankara ve İzmir dışında kalan Anadolu gazete sahiplerinden 3, en çok üyeye sahip gazeteciler sendikasından 2, İstanbul, Ankara ve İzmir'deki en fazla sarı basın kartlı üyeye sahip gazeteci derneklerinden 1'er olmak üzere toplam 12 temsilci;
(b) Cumhurbaşkanınca görevlendirilecek 1, Hükümetçe görevlendirilecek (Başbakanlık 3, Adalet, Çevre ve Şehircilik, Gümrük ve Ticaret, İçişleri, Kültür ve Turizm, Maliye ve Milli Savunma Bakanlıkları ile Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğünden 1'er) 11 olmak üzere toplam 12 temsilci;
(c) İstanbul, Ankara ve Ege Üniversiteleri Hukuk Fakülteleri ile Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden 1'er, İstanbul, Ankara ve Ege Üniversitelerinden Basın Yayınla ilgili eğitim yapan yüksekokul veya enstitülerden 1'er öğretim üyesi, ticaret siciline kayıtlı ilan prodüktörlerinden 1, Türkiye Ticaret Odaları, Sanayi Odaları ve Ticaret Borsaları Birliğinden 1, Türkiye Barolar Birliğinden 1, Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT) Genel Müdürlüğü'nden 1, Anadolu Ajansı TAO'dan 1 olmak üzere toplam 12 temsilci."
Bu dağılım, 2017 Anayasa değişikliğiyle birlikte tahrip oldu. Anayasa değişikliğine uyum değişiklileri sırasında (b) bendinde yer alan bütün atamaların Cumhurbaşkanı'na verilmesi öngörüldü. Ayrıca diğer kurumların yönetimiyle ilgili olarak Cumhurbaşkanı'nın sahip olduğu yetkiler dikkate alındığında Basın İlan Kurumu büyük ölçüde Cumhurbaşkanlığı'nın belirleyici olduğu bir kuruma dönüştü.
Bu yapıların, bağımsız bir insan hakları denetimi yapması neredeyse imkansızdır. Dolayısıyla itaate değil liyakate dayalı ve dayatmayla değil, niteliksel uzlaşıya dayalı mekanizmalara ihtiyacımız var. Bunun için kötüye kullanımlara karşı frenler olmadan olmaz. Peki bu nasıl mümkün olur?
Dünyadan örnekler vermektense bugün tarihe başvurmak istiyorum. Tarihin en uzun süre ayakta kalan politik kurumu olan Venedik Cumhuriyeti'nin devlet başkanını (doçe derler) nasıl belirlediğine bakmak bize fikir verebilir. Usul şöyledir: Önce "Büyük Meclis" toplanır ve aralarından otuz yaşın üzerindeki otuz kişiyi kura yoluyla belirlerdi. Bu sayı, bu otuz kişi arasından yine kurayla dokuz kişiye düşürülürdü. Ardından dokuz kişilik grubun yedisinin onayıyla kırk kişilik bir grup belirlenirdi. Bu belirleme yapıldıktan sonra yeniden Büyük Meclis'in toplantı salonuna dönülerek kırk kişi, kura yoluyla on iki kişiye düşürülürdü. Bu yeni on iki kişi ise komitenin dokuz üyesinin onayıyla yirmi beş ismi belirler; Konsey, bu yirmi beş kişi arasında kura çekerek sayıyı dokuza indirirdi. Bu defa ise dokuz kişinin her biri, grup üyelerinin en az yedisinin desteğini gerektiren beş ismi belirlerdi. Önceki kırk kişiyle bu beş kişi (yani kırk beş kişi) en son kura çekilişine katılır ve çıkan on bir kişi de yeni bir kırk kişi ile devlet başkanını seçecek olan kişiyi atardı. Atanan bu kişiler dukalık sarayına kapanır ve her üye için bir aday gösterirdi. Oylama için rastgele bir isim seçilir ve bir aday yirmi beş seçmenin oyunu alıncaya kadar oylamaya devam edilirdi. Yirmi beşin altında olmamak üzere en çok oy alan kişi ise yeni başkan olurdu.
30, 9, 40, 12, 25, 9, 45, 11, 41 ve 25 sayılarını izleyen bu seçim sürecinde dokuz kişilik komitenin belirlenmesinde yüzde 78, en son yirmi beş kişice yapılan nihai belirlemede ise yüzde 61'e ulaşan nitelikli çoğunluk koşulu, gördüğünüz üzere oldukça karmaşık.
Jorge Borges'in Babil Piyangosu öyküsündeki cellatların seçim esaslarını andıran bu karmaşık ve rastlantısallık içeren süreç boşuna getirilmemişti. Çok önemli bir mantık barındırıyordu: Venedik Cumhuriyeti'nde çok hırslı ve beceriksiz siyasetçilerin yükselişine ve belli bir grubun tahakkümüne engel olunması.
Ben bugün Venedik Cumhuriyeti'ndeki bu usulün canlandırılmasını önermiyorum. Ama bu ifratın diğer ucunda Türkiye'deki insan haklarını korumakla yükümlü "bağımsız" idari kurumların üyelerinin tek bir merkezden atanması tefritinin arasında bir yerin bulunabileceğine, hatta bunun bir zorunluluk olduğuna inanıyorum. Türkiye'de demokrasiyi yeniden kurarken bu kurumların yapısı öncelikli gündemlerimizden biri olmalı, bu yeri mutlaka ama hep beraber bulmalıyız.