Adalet Bakanı sayın Abdülhamit Gül, Türkiye'de bir defa daha "hukuk reformu" yapılacağını duyurdu. Reform, Türkçeye Fransızcadan geçen bir kavram. Fransızca réforme diye ifade ediliyor. Latincede, önüne eklendiği sözcüğe "yeniden" anlamı veren "re-" ön eki ile "forma" yani "biçimlendirmek" anlamı taşıyan fiilin birlikteliğinden türetilmiş. "Yeniden biçim vermek" gibi bir anlamı var.
Sayın Bakan, belli ki yaptığı açıklamadan Türkiye'de adalet arayışında olanların memnun olmasını bekledi. Ne var ki bu açıklama neredeyse kimseyi heyecanlandırmadı. Çünkü Türkiye'de öteden beri, belli periyotlarla "hukuk reformu"ndan bahsediliyor. "Bize topyekûn bir tevbe-i nasûh lazım" diye düşünen eski Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in de kabul ettiği gibi "reform" sözcüğü çok aşınmış bulunuyor.
Kısa bir arşiv taramasıyla dahi geçtiğimiz on yılda bile bir dizi reform girişiminin olduğunu görüyoruz. (Örn. 2011'de iki [1, 2], 2012'de bir, 2013'te bir, 2014'te bir reform girişimi ve aynı zamanda bir eylem planı, 2019'da bir başka eylem planı yayımlanmıştı.) Bütün bunlar ortada dururken, en baştan başlatılan reform girişiminden olumlu bir sonuç çıkması, iyimser bir kişi için dahi kuşkulu. Zira AK Parti dönemi hukuk tarihi, başarıya ulaşamamış hukuk reformlarının tarihidir.
Reform kavramı, genellikle olumlu bir tını taşır. Fakat bu daima böyle değildir. Değişiklik, her zaman olumlu yönde olmaz. Bir şeye, olumsuz anlamda da yeniden "form" verebilirsiniz. Üstelik, belirlilik ve öngörülebilirlik ve hukuksal istikrar ilkelerinin gerekli olduğu alanlarda (hukuk bu alanlardan biridir) çok sık değişiklik yapmak -içerikten bağımsız olarak- kendi başına bir olumsuzluk getirebilir. Dahası, bu kadar çok sayıda reform girişimi başarısızlığa uğradıktan sonra sorunu hâlâ mevzuat hükümlerinde aramak, aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek değil midir? Dolayısıyla, kafa yormamız gereken şey, mevzuat hükümleri değil, topyekûn nesnel düzen olmalıdır.
Anayasa'nın 2'nci maddesinde yer alan "hukuk devleti" kavramı, "hukukun yönetimi" (rule of law: "ruul of lo" diye okunur) kavramına başvuran Anglosakson dünyadan değil, Türkiye'nin -her şeye rağmen- de parçası olduğu varsayılan kıta Avrupası geleneğinden gelir. Kavramın kökü Almanya'dır. Almanların Rechtsstaat (rehtsştaat diye okunur) dedikleri bu ilke, bireylerin keyfîlikten korunmaları ve kamu hizmetlerinin kamusal yarara uygun olarak yerine getirilmesi için idarenin; öngörülebilir, ulaşılabilir ve belirli nitelikteki kanunlara dayanıp onlara uygun olarak hareket ettiği ve bunun bağımsız mahkemelerce denetlendiği bir devleti niteler. İlkin liberal ve muhafazakâr çevrelerin sahiplendiği bu ilke, "iktidara etkili kısıtlamaların dayatılması ve yurttaşların iktidarın her şeye karışma isteklerine karşı savunulması, bana kayıtsız şartsız her insan için iyi olan bir şey gibi görünüyor" diyen Marksist tarihçi E. P. Thompson'un da ifade ettiği gibi, evrensel bir asgari eşiğe dönüşmüş bulunuyor.
Hukuk devleti, Alman anayasa hukuku literatüründe bazı karşıt kavramlar demetiyle birlikte tanımlanır. Bu bağlamda hukuk devletinin karşısına "polis devleti", "iktidar devleti", "güç devleti", keyfîlik devleti" gibi ilkeler yerleştirilir. Fakat bunların dışında, Türkiye'de nispeten az bilinen bir başka kavram daha vardır: "Hukuksuzluk devleti."
Almanya'da ilk kez Peter Reichensberger tarafından kullanıldığı söylenen "hukuksuzluk devleti" (Unrechtsstaat), hukuk devletlerinin bulunmadığı zamanlardaki modern öncesi devlet yapılarını (söz gelimi Selçuklu Devleti, Göktürkler vs.) veya modern zamanlarda sadece hukuk devletinin gereklerini karşılayamama durumunu imleyen "hukuk devleti olmama"dan (Nicht-Rechtsstaat) farklıdır. Bir devletin hukuk devleti olamaması onu "hukuksuzluk devleti" kılmaz. Tersten söylersek "hukuksuzluk devleti", "hukuk devleti" olamamaktan daha fazlasıdır.
Reichensberger, hukuksuzluk devletini "huzursuzluk çıkaranları kollamaya çalışan, hak sahiplerini tehdit eden, adaletsiz devlet" diye tanımlar. Almanya'da II. Dünya Savaşı'ndan sonra daha sık kullanılmaya başlanan bu kavram, Naziler iş başına gelmeden önce Adalet Bakanlığı da yapmış olan ve Nazizm'den sonraki süreçte yeniden görev üstlenen Gustav Radbruch tarafından da epey işlenmiştir. Radbruch'a göre 1930'ların sonunda ve 1940'ların başında Almanya'daki hukuka aykırılıklar o kadar ileri düzeye ulaşmıştır ki artık olan biteni "aykırılık" bağlamında da olsa "hukuk" kavramının denk düştüğü sınırlar içinde anlatabilmek mümkün değildir. Tam bir örgütlü hukuk düşmanlığıdır söz konusu olan.
Bu dönemde "hukuksuzluk devleti" konulu literatür derinleşmiş, hatta yargısal süreçlerde de kullanılır olmuştur. Bu dönemi ele alan kamu hukukçularından David Johst, tanımı şöyle güncellemiştir: "Hukuksuzluk devleti, yönetim faaliyetlerinde hukuksuzluğa hoşgörü gösteren fakat bunun ötesinde siyasi hedeflerine ulaşmak için insan haklarını kasten göz ardı eden veya buna temel oluşturan devlet"tir. Böylesi bir yönetimde, adalet ve hakkaniyet kavramlarına içkin anlamıyla hukuk, sadece ayak bağı olarak görülmekle kalmaz, siyasal ve ekonomik amaçlara engel olduğu denli düşman görülür hatta ona karşı yıkıcı bir tutuma girişilir. Bu yapılırken "kanunlar" ve diğer yasal araçlar, icabında ters yüz edilir ve hukuk karşıtlığının aracına dönüştürülür. Hatta hukuksuzluk devletinde, bir bakıma "hukuk karşıtlığı" iktidardadır. Böyle bir durumda her reform, adaletin değil, iktidarın bekası içindir.
Bu noktada soru şudur: Türkiye'de yaşanan hukuka aykırılıklar, dejenere bir hukuk devletinin sorunlu görünümleri midir yoksa artık hukuk diye ifade edilebilecek sınırların dışına topyekûn ve örgütlü olarak çıkılmış mıdır? Bu soruyu sormak, Anayasa Mahkemesi'nin kararlarının uygulanmamasının normalleştiği, toplumun büyük bir kısmının Cumhurbaşkanına hakaret vb. suçlar yoluyla kriminalize edildiği, on binlerce internet sitesinin (mahkeme kararlarına rağmen) kapatıldığı, OHÂL sonrası muhatabı binleri bulan "sivil ölüm" sorunun devam edegeldiği, yüzlerce partili yargıç-savcı ataması yapıldığı iddiasının aklanamadığı ve cezasızlık sorunun derinlemesine kök saldığı bir ortamda kaçınılmazdır.
Kişilerin kimliklerinden arınalım. Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala gibi politik amaçlarla özgürlüğünden yoksun bırakıldıkları bağlayıcı yargı kararlarıyla (1, 2) sabit olan kişileri ele alalım. Bu kişilerin içinde bulunduğu durumu hâlâ kasti olmayan ve münferit bir "hukuka aykırılık" olarak sayabilir miyiz? Eğer sayamıyorsak, bir kişiyi yargı kararına rağmen tutmaya devam etmenin bir yurttaşı dağa kaldırmaktan farkı nedir? Memnun olabilirsiniz veya olmayabilirsiniz ama bir gazetecilik faaliyeti olduğu, Anayasa Mahkemesi kararıyla belirlenmiş bir eyleminden dolayı Can Dündar'ın (böyle bir karar yokmuşçasına) mahkûm edilmesini ve buna bağlı olarak mallarına el konulmasını, münferit bir hukuka aykırılık olarak görebilir miyiz? Yoksa tüm toplumun gözü önünde, yasaların arkasına gizlenmiş bir "sürgün" ve/veya "gasp" mıdır karşı karşıya olduğumuz şey? Hâl böyleyken, bir organize suç örgütü lideri, 12 milyon seçmenin oyunu almış ana muhalefet partisinin liderini ayan beyan, güpegündüz tehdit etme cüretini, anılan düzenden almıyorsa nereden almaktadır?
Bana öyle geliyor ki Türkiye'nin içinde bulunduğu sorunlar yumağı, sıradan hukuk reformlarıyla çözebilecek düzeyin ötesinde bir yerde düğümlenmiş bulunuyor. Bir "hukuk devleti" altında yaşamadığımız açık. Cumhuriyet'in bir "hukuksuzluk devleti"ne doğru kaydığına dönük kaygıları ise her geçen gün daha çok sayıda yurttaş paylaşıyor. Geldiğimiz aşamada Türkiye'de hukukun "reforme" edilmesine değil, hukuk düzeninin "kurulmasına" ihtiyaç var gibi görünüyor. Bu "kurma" eylemine girişirken de ülkenin bir "hukuksuzluk devleti" olma olasılığına karşı hep beraber düşünmemiz ve uyanık olmamız gerekiyor.