Bir süredir İstanbul içerisinde, özellikle yaz aylarında nüfusu artan bir ilçeye gidip gelmek için, aynı hatta toplu taşıma araçlarıyla düzenli bir yolculuk yapıyorum. Neredeyse hemen her gidişte sık karşıma çıkan, ana konusu "yerlilik" olan ama daha derinde uçları bulunan bir tartışmayı da gözlemliyorum. Tartışmacı taraflardan biri, kendi yaşadığı çevrenin "yerlisi olmayan" kişilerin gelmesinden duyduğu "huzursuzluğu", "günübirlikçilere" yüksek sesle söylüyor. Diğer taraf ise bir yandan kendilerine yönelen bu dilden rahatsız olduklarını dile getiriyor ama bir yandan da konuşmanın sonuna doğru aslında kendilerinin de "yaşadıkları yerlere gelen" mültecilerden rahatsız olduklarını anlatıyor. Tartışma bazen "sınıfsal" kimi zaman "ideolojik" bir noktaya varabiliyor. Gözlemleyebildiğim kadarıyla taraflar "ortak bir alanı birbirinin; kimlik, sınıf, aidiyetine saygı göstererek kullanma hakkını" diğerine çok görmekte.
Bir seçimin yaklaştığını biliyoruz, üstelik birçok sebepten hem ülke içini hem de dışını etkileyecek sonuçları olacağı görülüyor. İktidar, ekonomiden dış politikaya hemen her alanda zorlaşan yaşamı kutuplaştırma siyasetiyle "idare etmeye" çalışıyor. İktidar bu tarzından vazgeçmeyecek. Ama burada esas önemli olan, "değişim isteyenlerin", bunu vadedenlerin ve yeni bir Türkiye önerenlerin durduğu nokta. Ve esas zorluk muhalefetteki liderlerin, iyi niyet olsa da pek muhtemel oy tabanlarını genişletmek amacıyla söylem bazında bir şeyleri dönüştürürken, tabanlarını buna adapte edip edemeyecekleri… Bu konu önümüzdeki günlerde daha da önemli olacak.
Bir somut örnek üzerinden gidelim. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu uzun süredir merkezine "helalleşme" kelimesini yerleştirdiği bir dil üzerinden hem Türkiye'ye partisinin yeni pozisyonunu tarif ediyor, hem kendi tabanına bu tutumun gerekliliğini anlatıyor. 28 Şubat'ın açtığı yaralardan Roboski'ye, Diyarbakır Cezaevi'nden 6-7 Eylül olaylarına bir yüzleşme öneriyor. Ardından "ileriye" bakmayı öneriyor. Sözde bırakmayıp 28 Şubat'ta okula girmesi engellenen başörtülü bir kadınla buluşuyor, eşiyle Roboski'yi ziyaret ediyor, Kürt politikacıların serbest kalması gerektiğine dair konuşmalar yapıyor. Bu konularda zaman zaman partisi içinden, kimi zaman "muhalefete yakın olduğunu söyleyen medyanın köşe yazılarından" hatta bazen ziyaret ettiği yerlerde sokaktaki vatandaştan eleştiri alıyor.
Peki Türkiye seçime giderken ve hemen her kesim demokratik bir nefes alma arayışında "yeni bir düzenden" bahsederken bir soru soralım. Kılıçdaroğlu'nun ve yine muhalefetteki diğer kimi partilerin liderlerinin "farklılıklara saygı duyarak bir arada yaşamayı öneren" dili tabana, seçmene, kitlelere ulaşıyor mu?
Burada biraz teorik gidelim. Liderlerin çeşitli vaatleri sunan söylemlerinde iki tehlike vardır: Kitlelerini tarifte; yüceltme ve mağduriyet. Her ikisi de popülist söylemle birlikte çerçevelenince, liderlerin politikalarına ve çıkarlarına meşru bir zemin kazandırır. Bununla beraber, liderin kendi tabanını bir arada tutmak için ürettiği dil aynı zamanda toplumsal alanda riskler içerir. Dünya siyasetini yeniden şekillendiren popülist söylem; 2008 finansal krizi, artan göç dalgası, pandemi, Rusya'nın Ukrayna'yı işgaliyle dünyaya yayılması endişesi yaşatan savaş süreciyle ve ülkelerin kendi içerisindeki "kritik dönemleriyle" birlikte artış gösterdi. Popülist söylem kitleleri mobilize ederek "bizliğin yüceltildiği", "bizliğin sıradanlığının", "bizliğin mağduriyetinin" vurgusu ile bir hiyerarşi yarattı. Popülizmde "bizlik", homojen bir halkın inşası ile idealize edilen halk ile ortaklıkları paylaşan (ve bunu iddia eden) liderlerle özdeşleşme ile oluşuyor. "Bizlik" anlatısı toplum içerisindeki "gerçek ve masum halk" gibi bir yüceltmeyle belli bir grubu üstün olarak konumluyor ve o grubu makul bir kategoriye yerleştiriyor. Bu söylemi kullanan lider ortaklıklara dayanarak kendini o grubun üyesi olarak tarif ederken müesses nizamdan veya halktan uzak olduğu iddia edilen seçkinlerden farklılaştırarak "bizden biri – halktan biri" olarak çerçeveliyor. Bunun karşısında ise "ötekiler" inşa edilip; seçkinler ve "tehlikeli olanlar", yani "biz" ile benzerlikleri olmayanlar tarif ediliyor. "Tehlikeli" olarak ilan edilenler, inşa edilen "masum" halkın karşısına yerleştiriliyor; "halkın iradesini çalanlar, işsizliğin kaynakları, demokrasiye zarar verenler, istikrarsızlığın veya kaosun sebepleri…" olarak suçlanıyor. "Bizliğin" mağduriyeti ve üstünlüğü karşısında halkın düşmanı olarak seçilen "tehlikeliler" arasında bir sınır çiziliyor.
Türkiye'de de karşımıza çıkan bu… Popülist söylemin içine hapsolmuş, "iyi ve kötü" – "biz ve onlar" sınırlarının keskinleştirildiği ve içselleştirildiği bir ortam var. Böyle bir ortamda helalleşme önemli bir adım. Ama bu söylemi sadece liderin sözlerinde değil toplum içinde de yaygınlaştırmanın yöntemleri bulunmalı. Şurası bir gerçek, helalleşme örneğinde olduğu gibi liderin dili ile tabanın buluşması, bunun hayata aktarılması biraz zaman alacak.
Amin Maalouf "Uygarlıkların Batışı" kitabının önsözünde doğduğu Doğu Akdeniz dünyasını tarif ederken bir yazgıdan bahseder ve bu yazgıyı insanların seçimiyle ilişkilendirir. Çok etkilendiğim bu kısmı bazen tekrardan açıp okuyorum. Şöyle diyor:
"Eğer insanlar dünyanın bu bölgesinde birlikte yaşamaya devam etseler ve yazgılarını uzlaştırmayı başarsalardı tüm insanlık ahenk içinde yaşar ve refah konusunda aydınlatıcı bir model oluşturabileceklerdi…"
Ama Maalof, bunun tersinin gerçekleştiğini ilave eder; nefretin daha hakim olduğunu, beraber yaşamaktan ziyade beraber yaşamayı imkânsızlaştıran tavırların ağırlığının altını çizer. Aslında Maalouf, coğrafyaların kaderinin insanlık tarafından şekillendiğini hatırlatır. Bir yazar olarak doğduğu/yaşadığı coğrafyadan etkilendiğini, o coğrafyanın kaderinin tüm dünyaya nasıl yayıldığını aktarır. Maurice Duverger de, "Tarih toprağın anası olduğu kadar kızıdır da" diyerek, karşılıklı etkileşime işaret eder.
İnsanlığın kurguladığı coğrafyalar deneyimlerin ışığında farklı kaderler yaratabiliyor; bazen geçmeyen ya da aşılamayan mağduriyet veya zafer ve mitlerle bir ortak kader seçilebiliyor. Siyasi söylemlerde de coğrafyaların veya coğrafya kaderinin yeniden inşa edildiğini söyleyebiliriz. Maalouf'un dediği gibi, belki insanlık coğrafyanın kaderini yaratıyor ve siyasi liderler bu kaderi kendi ideolojileri, değerleri ve dizayn ettikleri "bizlik" ile kendi gündemlerini gerçekleştirmek adına çerçevelemeye çalışıyor. Şimdilerde de popülizmle birlikte meşru kılınmaya çalışılan bir anlatı ve deneyimlerimiz var.
İstanbul Bilgi Üniversitesi'nden hocalarım Emre Erdoğan ve Pınar Uyan Semerci'nin yürütücülüğünde benim de araştırmacı olarak dahil olduğum ve haziran ayında bir kitapla da sonuçları paylaşılan "Türkiye'de Kutuplaşmayı Azaltmak İçin Stratejiler ve Araçlar" (TurkuazLab) projesinin araştırma sonuçlarından bir örnek vererek yazımı bitirmek istiyorum. Karşılaştığımız sonuçlardan biri, katılımcıların yüzde 67'sinin, çocuklarının, "en uzak" hissettikleri partinin taraftarlarının çocuklarıyla oynamasını bile istemediği yönünde. Ürkütücü değil mi? Araştırmanın diğer sonuçlarına da bakabilirsiniz.[1] Politikyol'daki yazısında Emre Erdoğan'ın belirttiği gibi, kutuplaşma beraber yaşamanın önüne engel koyuyor ve demokrasinin gerekli unsurlarının çalışmasını imkânsızlaştırıyor.[2] Aşmak için mücadeleden vazgeçmemek gerekiyor. Tabii liderlerin seçimlerde öne çıkmak ve kitleyi heyecanlandırmak için tercih edeceği popülizmin karanlık tarafının etkileri yaşandı, yaşanıyor. Bugün düzenini demokrasi olarak tarif eden ülkelerin bulunduğu coğrafyalarda dahil dünyanın her yerinde hem ülkeleri hem dünyayı etkileyen popülist-otoriter liderlerin ve onların demokrasiye – hukukun üstünlüğüne verdiği zarar görülüyor. Victor Orban dile getirdiği, seçim zaferinden sonra kendisini sık sık eleştiren Avrupa Birliği'ni ima ederek "Galibiyetimiz o kadar büyük ki Brüksel'i bırakın Ay'dan bile görebilirsiniz" gibi söylemlerin uzun vadede işe yaramadığını göreceğiz. Ay meselesini ise popülist liderler için ayrıca analiz edebiliriz, şimdilik değil.
Yazıyı bitirdikten sonra çantamı toplayıp aynı toplu ulaşım aracıyla yolculuk yapacağım. Bir yandan da cep telefonuma düşen "yaşam tarzı konusunda kendini görevli olarak hisseden iktidara yakın bir grubun itirazıyla Zeytinli Rock Festivali'nin iptal edilmesi" konusundaki tartışmaları izliyorum. Malum daha evvel de Eskişehir'deki de iptal edilmişti. Ve kendi kendime soruyorum: "Yolculuk nereye?"
* Dr., İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi
[1] https://www.turkuazlab.org/ilgili-projelerimiz/turkiyede-kutuplasmanin-boyutlari-2020/
[2] https://www.politikyol.com/demokrasi-bahcemize-illet-olan-kutuplasmayi-nasil-asariz/