Şayet sizin için de uygunsa son günlerin 'muhalif ortam'larında sıklıkla dile gelen ama yüzeysel yorumlardan öteye geçilmeyen bu sorunun cevabı beraber arayalım bugün.…
Öncelikle bir tespit yapmadan üzerinde anlaşmak istediğim bazı önemli hususlar var.
Mesela, çarpıklık bir ülkenin tarihine imzasını atmışsa, yüzyıllardır süregelen bir çürümüşlük içinde debeleniyorsak, şüphesiz ki haksızlık ve adaletsizlik gibi temel konularımızı da sadece iktidarın tekeline bırakmamışızdır!
Şayet öyle olsaydı muhalifler sadece kendi içlerinde dahi olsa, o hayallediklerini iddia ettikleri adil düzeni kurmuş olurlardı.
Ve kim bilir belki o çember genişleye genişleye ülkenin en azından bir kısmını etkisi altına alır ve iyileştirirdi.
Peki bu neden olmadı, olamadı?
Çünkü çürümüşlük sadece siyasi iktidarlarla ve çevresiyle sınırlı kalmadı, kalamadı.
'Eleştirdiğine dönüşmek' diyorlar ya çok doğru bir tespittir. Bulunduğun alanda güç ve popülerlik elde ettiğinde nasıl davrandığıyla, nasıl birine evrildiğiyle ölçülse insan, çoğumuz sınıfta kalırız.
Özetle...
Memlekette 'kendi alanında iktidar sahibi olan' herkesin şapkasını önüne alıp özeleştiri vermesi gerekir -ki asla yapmazlar- bir ilerleme kaydedilebilsin…
Bakınız iktidar sahibi olmak sadece 'ana akım iktidar'ı kapsamaz. Her çevrede olduğu gibi sol çevrelerin, hak arayışçılarının, 'muhalif çevrelerin' de kendi içinde iktidar mekanizmaları vardır.
Ve ne acıdır ki eleştirdikleri sistemin miniminicik bir simülasyonu olarak yaşar giderler. Özellikle 'kurumsal muhalefet' için bu iyiden iyiye böyledir...
Misal bir haksızlık yaşandı, bir hak yendi veya bir grup 'düşünce suçlusu' tutuklandı.
O konuda 'muhalif iktidar' çarkları nasıl bir tutum alıyorsa o kişilerin sahiplenilip sahiplenilmeyeceği de ona göre belirlenir.
En tepedekiler sahipleniyorsa tüm 'alt kadrolar' da sahiplenir.
Evet çok acı bir durum ama tamamen gerçek. Yaşanıyor, yaşıyoruz, biliyoruz ama konuşamıyoruz.
Çünkü konuşan da o çarkın dışına itiliyor.
Düşünsene, zaten yalnız olduğun bu sistem içinde iyice yapayalnız kalıyorsun.
Kim, nasıl cesaret edecek?
Özetle, o çevrenin de kendine muhalifleri, 'siyahları', istenmeyenleri, üzeri çizilmişleri var.
Ve aslında oturup tartışmamız gereken, değişimine kafayı yormamız gereken bir konudur bu. Çünkü bahsettiğimiz kesim memleketin en okur yazar, en aydın insanlarının oluşturduğu kesimdir de aynı zamanda.
Bakınız 8 Haziran'da evlerine ve çalıştıkları haber ajanslarına baskın yapılarak 20'si gazeteci toplam 22 kişi gözaltına alındı.
Hâlâ ortada bir suçlama yok.
Gazeteciler gözaltındayken 'delil arama' sürecinin devam ettiği yönünde iddialar var.
Konuya yayın yasağı getirildi.
TRT Haber'in konuya ilişkin yayınlarından 'zihniyet okuması' yapmak suretiyle anlamaya çalışıyoruz süreci!
Gazetecilerden ve dosyadan haber almamız / haber vermemiz engelleniyor.
Avukat Resul Temur'un anlatımına göre, 24 saat boyunca ışıkları açık tek kişilik hücrelerden oluşan bir nezarethanede kalıyorlar.
Kesintisiz aydınlık yüzünden sağlık sorunları yaşayanlar var.
Tuvalet ihtiyaçları uzun süre bekletildikten sonra karşılanıyor.
Kısacası hukuka aykırı, hakları feci şekilde ihlal eden uygulamalar yaşanıyor.
Gözaltına alınan gazeteciler soruşturmanın hukuki düzlemde olmaması ve bu gizlilik kararına yönelik bir tepki olarak emniyette ifade vermeyi reddettiler.
Peki, birkaç sivil girişim dışında 'muhalif kamuoyu' ne yapıyor?
Ben size söyleyeyim, yalandan duyarlıymış görünmeye çalışmaktan başka koca bir hiç...
Çünkü vaktiyle devletin yürüttüğü barış süreci dışında 'muhalif kesim'in Kürtlere karşı itiraf edemediği bir mesafesi var.
Sadece birkaç popüler isim dışında hiç kimseye sahip çıkmazlar, çıkmadılar da.
Tıpkı birçok 'uygun bulmadıkları' ve görmezden geldikleri muhalif isim, kesim gibi.
Ama bunu da açıktan söyleyemezler çünkü bilirler ki iddiaları ve söylemleriyle çelişir bu tutum, o yüzden de gizlemeye çalışırlar.
İşin özünde 'muhaliflerimiz' devletle yan yana yürür bazı konularda.
Ve bunda bir beis görmez.
Sorsan koşulsuz demokrasi, özgürlük sevdalılarıdır… Sorsan devletle muhalif insanların karşı karşıya kaldığı her koşulda orantısız mağduriyet yaşandığını söylerler ama işte konu 'bizden olmayan'lar olduğunda da yüksek ses çıkartmazlar.
Nasıl ki devlet Kürt dendiğinde düşünmeden doğrudan terör iddiasını ortaya koyuyorsa
'muhaliflerimiz' de aynısını düşünce bazında yapar, sadece gizlemeye çalışır bunu.
Bakın bu şaşmaz; siz, ben, onlar… Hangi gazeteci gözaltına alınırsa 'terörist' diye yaftalanır bu ülkede.
Örnekler çokça mevcut, hepimiz biliyoruz.
Ve bunun karşısında muhalifler tek ses olup o 'terörist' tanımını kabul etmez, 'düşünce suçlusu' bir diğer muhalife destek çıkar, onun kamudaki sesi olur.
Ama Kürtler mevzu olduğunda daha gözaltı aşamasında 'muhaliflerimiz' terör ihtimalini önce kendileri zihinlerinde devreye sokar.
Sürece itiraz etmez
Haksızlıkları görmezden gelir.
Olabildiğince sessizce bekler devletten gelecek açıklamayı.
Oradan gelecek kuvvetle muhtemel bir 'terör' suçlaması direkt kabul edilir, sorgulanmaz bile ve sessizlik devam eder.
Sonra da özgürlük, hak-hukuk, eşitlikten bahsederler.
Palavradır...
İki yüzlülüktür...
Mevzu Kürtler olunca, ana akım muhaliflerimiz sessiz sedasız 'muvafık' olarak parmak izlerini bırakırlar olay mahalline!..
İşte konunun özü budur!
Tuğçe Tatari kimdir?Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu. Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk’te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı. Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF’nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına “mesafeli” durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. “Eski ana akım medyada yasaklı” konumuna gelen ve izleyen dönemde T24’te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari’nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen “yasaklı yayınlar” arasında bulunan “Anneanne Ben Aslında Diyarbakır’da Değildim” adlı bir kitabı bulunuyor. |