Türkiye'nin 'Suriyeliler sorunu' üzerine gerçekten ne kadar kafa yoruyoruz ya da gerçek manada kafa yoruyor muyuz?
Belki de kendimize esas sormamız gereken soru budur.
Geleceği hatta hayatta kalıp kalmayacağı siyasetlere, alınacak oy miktarına indirgenmiş bir halk hakkında sarf ettiğimiz beylik cümlelerimiz gerçeklikten mi besleniyor, yoksa iliklerimize kadar işlemiş 'üstünlüğümüz'den mi?
Kürde, Ermeni'ye, Rum'a düşmanlığımız bitti de yerine Suriyeliler mi yerleşti? Kafamızı nereye çevirsek "gitsinler kardeşim ülkelerine" söylemi…
"İktidar değişsin bakın görün ilk iş Suriyeliler gidecek" beyanları…
Ama tabii ite kaka değil "sevgiyle uğurlayacağız" siyasetinin benimsenmişliği… İnanın sadece sizin değil hepimizin çevresi bu fikirlerle örülü.
Temelsiz, düşünülmeden, insan yaşamını önceliğe almadan üstünkörü, tepelerin en tepesinden bakarak oluşturulmuş görüşler…
Neyse sözü fazla uzatmayacağım bu defa. Depremin en az Türkler, Kürtler ve diğer bölge halkı kadar mağduru, aslında topraktan akrabamız olan Suriyelilerdi de aynı zamanda.
Savaştan kaçıp gelenlerin çoğu başta Hatay ve Kahramanmaraş olmak üzere depremden birinci derecede etkilenen illerde yaşıyordu.
Onların depremden nasıl etkilendiğini veya mağduriyetlerini değil de, medyada yer alan 'güvenlik sorunu' teşkil ettiklerine dair iddialara, yağma, hırsızlık gibi olaylarla suçlandıklarına tanıklık ettik daha çok. İddialar havalarda uçuştu yine, suç vardı, suçlanan belliydi; Suriyeliler.
Bir değişiklik yapalım, bir de o taraftan bakalım istedim ve Kahramanmaraş merkezli depremleri yaşamış üç Suriyeli kadınla görüştüm.
Neler yaşadıklarını anlatmalarını istedim.
Güvenlikleri gereği isimlerini ve yüzlerini gizlemem gerektiği için yaptığımız görüşmeyi birer isim uydurarak soru-cevap şeklinde değil kayıt altına aldığım beyanlarının bir özeti olarak sunacağım size.
Öncelikle şunu söylemek isterim ki, görüştüğüm üç kadın da görece şanslı konumlarda olanlardan.
Yani şanslı ne demek; bir aileleri, çalacak bir kapıları hâlâ olanlardan. Ama tabii şans derken gerçek bir manada şanstan da söz edemeyiz. Çadır kentlerde geçmiş çocukluklar, küçücük yaşta evlendirilmeler, evinden yurdundan kopmuşluklar, tonla mağduriyet, korku ve bitmek bilmeyen tedirginlik.
Hepsi öyle veya böyle savaşı görmüş. Kimi çok daha küçükmüş sadece ürkmüş ve saf korku hissetmiş, kimi politik bilinçle yaşamış tüm acıları ve bir şekilde hayatta kalmış, yılları devirmiş , kafasını sokabildiğini o evde 6 Şubat gecesi uyurken depreme yakalanmış.
Ortak görüş net; depremde değil, savaşta hayatta kalma şansın çok daha yüksek! Ve deprem savaştan daha korkutucu!
"Savaşta aşağı yukarı ne zaman, nerelerde bombardıman olacağı veya nerelerde saklanırsan hayatta kalacağını biliyorsun. Deprem öyle yakalamıyor. Bir anda, en beklemediğin şekilde yok ediyor her şeyi."
Devam ediyorlar anlatmaya:
"Bizler şanslı olanlardık, depremden sağ çıktık. Yaşadığımız mahallelerde konu komşuyla ilişkilerimiz iyiydi, kötü muamele görmedik. Aksine ilk üç gün biz kadınlar ortada kalan çocuklara sahip çıktık, kocalarımız da elleriyle enkaz kazdılar, kurtarabildikleri de oldu ölüsüne ulaştıkları da. Ama hep bir aradaydık. Tabii yiyecek hiç yoktu, ikinci günden sonra ekmeğe ulaşabildik, önce çocukları doyurduk, sonra başka evlerde kalan, evinden çıkmayı reddeden yaşlı insanların mutfaklarında pişirdikleri yemekler paylaşıldı."
O günlerde yaşanan "Deprem bölgesini Suriyeliler yağmalıyor" şeklindeki 'haber' furyasını soruyorum.
"İlk günlerde bir market yağmalandı -BİM market- misal o işi yapanlar Türk'tü, tüm yöre halkı da biliyordu ama 'Suriyeliler' dendi. Zaten her suç da Suriyelilere yıkılmıyor mu bir yerde, ne yapalım aldırmadık çok. Çünkü aslında herkes biliyordu gerçeği. Hem diyebilir miyiz hiçbir Türk çalmaz diye, e onu diyemeyeceğimiz gibi hiçbir Suriyeli de çalmaz diyemeyiz tabii. İnsandır yapabilir ama yapmamıştı, hepimiz biliyorduk işte. Üstelik Türkiye'de o kadar çok farklı milletten insan var ki, neden hiçbiri değil, neden hep Suriyelidir suça karışanlar, olabilir mi böyle bir şey olamaz tabii, bunu da biliyoruz."
Hepsinin gözleri yaşlı, depremde yaşadıklarını anlatırken hâlâ etkisinden kurtulamadıkları, kaybettikleri eş dost akrabanın yasını bile yaşayamadan yeniden oluşturdukları yaşamlardan, evlerden, her şeylerini geride bırakıp göç etmek durumunda kalmış olmanın sıkıntısı, bir an önce oraya da geri dönme hayali.
"Aslında" diyorlar "elbette ki bizim esas hayalimiz memleketimize dönmektir evet ama şu anki durumda bu seçenek bizim için ya ölmek ya hayatta kalmaktır. Biz çoluk çocuk, hep birlikte hayatta kalmak için buradayız. Suriye'ye döndüğümüz an bizim yaşamda kalma ihtimalimiz çok düşüktür."
Konuştuğum kadınlardan birinin kocası savaş başladığında mecburi askerliğini yapmakta. Esad rejiminin halka yönelik 'vur' emrine uymayan ve bu yüzden de kaçan biri. "Ben aslında hiç Suriye'yi terk etme niyetinde değildim" diye anlatıyor:
"Fakat kocam kaçınca beni gözaltına aldılar. 25 günlük bir sorgu süreci yaşadım. Kocamın nerede olduğunu bilmediğime kanaat getirdiklerinde bıraktılar, fakat kısa süre sonra yine geldiler. İşler öyle bir noktaya geldi ki yaşama orada devam etmem imkânsız hale gelmişti, güvenliğimiz için çocuklarımı da alıp çıkmak zorunda kaldım. Annem babam hâlâ orada. Çok özlüyorum Ama ne biz gidebiliriz ne onlar gelebilirler. Biz gittiğimiz anda orada öldürülürüz."
Diğerleri ise anne babaları ülkeyi terk ederken küçücüklermiş, vatanlarına dair hatırladıkları hissedilmiş kırıntılardan öteye geçmiyor.
Hatta yaşadıkları çadır, karavan kentler memleketlerinden daha net anılarında Konu dönüp dolaşıp gündeme, siyasete geliyor. Artık iktidarın da onları sahiplenmediğine, muhalefetin de kibar söylemlerle de olsa "İlk iş göndereceğiz" demesine geliyor.
Bu konuya dair üçünün de söyledikleri aynı oluyor:
"Suriye'de rejime karşı bir iç isyan başladı. İnsanlar daha özgür olmak için ayaklandı. Esad ve vatandaş karşı karşıya kaldı ve ne olduysa bir aşamada ülkeye yabancı insanlar girmeye, çatışmalar yaşanmaya başlandı.
Bize 'Suriye'ye dönün' denecekse 'hangi Suriye'ye diye sormamız gerekir, çünkü artık tek bir Suriye'den söz etmek imkânsız! Bizi Esad'a mı teslim edeceksiniz? O zaman neden bunca şey yaşandı? Hani amaç ülkeyi Esad dan kurtarmaktı, hani zulüm bitecekti? Savaş neden başladı, şu an neden devam ediyor diye bir bakmak lazım… Ve bu haliyle Suriye de bir iyileşme olacak gibi mi görünüyor? Maalesef hayır?
Ama biz de elbette dönmek isteyeceğiz ülkemize, ama ülkemiz öldürülmeyeceğimiz bir ülke olduğunda isteyeceğiz! Ve elbette hepimizin en büyük hayali de budur…"
Peki diyorum adeta bir seçim vaadi haline gelmek, nasıl hissettiriyor size?
"Zaten Suriyeli olarak yaşamak oldukça zor. Biz artık 'Allah'a emanet' yaşıyoruz, yarın bize ne getirecek, ne gösterecekse onu yaşayacağız, elden başka bir şey gelmiyor maalesef. Ama genel durumumuzu, tedirgin bir yaşam sürüyoruz diyerek özetleyebiliriz sanıyorum…"
Evet burada yeniden söze girerek konuştuğum bu üç kadının ürkekliği karşısında utandım, desem desem az kalır. Kendilerini, yaşadıklarını, daha da ötesi bu ülkede onlara yaşatılanları anlatmaktan o kadar imtina ediyorlardı ki, insan olanın halden anlamaması imkânsızdı!
Bu noktada Türkiye'nin Suriye savaşının bir aktörü olduğu ve bu insanları ülkeye almak için Avrupa'dan para aldığını ve bu arada Batı'nın iki yüzlülüğünü hatırlatmak zorunda hissediyorum kendimi.
Yani insani sorumluluklarda "Gidecekler kardeşim" denerek sıyrılınamaz, öyle bir dünya yok.
Muhalefetin, yani 13. Cumhurbaşkanlığı'na talip, tüm sorunları çözme vaadindeki Kemal Kılıçdaroğlu'nun da "Kardeşçe yollayacağız" söyleminde kalmaktan kurtulup gerçek bir siyaset üretmesi gerekir. Mültecilerin yaşamı ve geleceğini tüm dünya liderleriyle masaya yatıracağı insani, iyileştirici bir siyaset!
Umut verenler de var: Small Projects İstanbul / Zeytin Ağacı DerneğiBu kadınlar sayesinde bir de dernekten haberdar oldum. İyi insanların yaptıkları iyi işler sık karşımıza çıkmıyor o yüzden onları selamlamadan geçmemek gerekir. Suriyeli kadınlar ve çocuklar için kurulmuş bu dernekte, çocuklara dersler, kadınlara eğitici atölyeler düzenleniyor. Hatta öyle ki bu atölyelerden doğan 'Suriye işi' takılar ve kıyafetleri 'Muhra' adıyla markalaştırmışlar ve satışından elde edilenlerle yine bu derneğe kaynak sağlanıyor. Bu insanı umutlandıran, içi güzel insanlarla dolu derneğin adı; Small Projects İstanbul / Zeytin Ağacı Derneği. Hani olur da bir destek atmak isterseniz, aşağıda paylaştığım linkteki sitelere girin ve ürettikleri işlere bir bakın derim. İZLEYİN | Tasarladıkları küpeler 'Yüzücüler' filminde kullanıldı |
Tuğçe Tatari kimdir? Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu. Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı. Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına "mesafeli" durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. "Eski ana akım medyada yasaklı" konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen "yasaklı yayınlar" arasında bulunan "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim" adlı bir kitabı bulunuyor. |