Dilek İmamoğlu'nun onlarca yıldır herkesin kullandığı 'Cumhuriyet kadını' sıfatını mesele haline getiren televizyonlar gerçekten utanç vericiydi. Yok yok, ideolojik bir şey söylemeyeceğim. Fotoğraflar kendileri konuşuyor zaten. CNN Türk'te de, Habertürk'te de 7'şer tane erkek var. Yav tamam anladık erkekler dünyası ama kadından vazgeçtik, yakışıklı bir gazeteci de mi yoktu? Gel de bunları ciddiye al.
T24'e çarpıtılmış olarak geldiği sonradan ortaya çıkan "Aslı Erdoğan söyleşisi" Türkiye'de milliyetçiliğin ne kadar içselleşmiş olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Aleni sağcılara ve ırkçılara hiçbir lafım yok. Ne var ki, Ahmet Hakan, İsmail Saymaz ve Nedim Şener gibi yandaş medyaya tam teslim olmadığını sandığımız insanların bile tavrı gerçekten iç burkucuydu. Keşke bu gazeteciler devletin itibarını koruma işini devlete bıraksalardı.
Yıl 1976, Silvan'da dört aylık kısa dönem askerlik yapıyorum. Bir süre sonra bize alaydan çıkma izni veriliyor. Ve ben çok iyi hatırlıyorum, -ki oradaki arkadaşlarım da hatırlayacaklardır-, Alay Komutanı Albay Cingöz, dışarı çıkarken bizi uyarıyor: "Yerli halkla fazla içli dışlı olmayın!"
Demek istediğim şu ki; devleti savunmaya soyunurken istemeyerek de olsa çok ileri gitmiş olabiliriz. Bir "magazinci" olarak haddimi aştıysam şimdiden olaya karışanlardan özür dilerim. Bir daha yapmam. Zaten 15 aylık, açıklaması geriye bırakılan bir hükmüm bile var.
Tam böyle derken, Hürriyet gazetesinde bir kez daha toplu kıyım başladı. Bu sefer galiba en acımasızı oluyor, sendikalılardan başlamışlar. Okuduğunuz haber çıktıktan sonra umarım mahçup olurum, çünkü aşağıda anlatacağım acı kıssayı hem yukarıda isimlerini geçirdiğim Hürriyet çalışanları, hem de Ertuğrul Özkök, Sedat Ergin, Vahap Munyar, Doğan Hızlan, Yalçın Bayer, Kanat Atkaya gibi kimini sevdiğim kimini sevmediğim diğer meslektaşlarıma yolluyorum.
Bilinen bir hikâyedir, Hitler Almanyası, kıyametler kopuyor... Önce, komünistleri hallediyorlar; kimse sesini çıkarmıyor. Sonra sıra Yahudilere geliyor (sıralama yanlış olabilir), yine çıt çıkmıyor. Arkasından pembe üçgenli eşcinseller gidiyor, yine ses yok. Sıra din adamları ve kiliselere gelince, birden bire ses çıkaracak kimsenin kalmamış olduğu dehşetle görülüyor. Biraz kötü anlattım ama mealen böyle...
Kıyıma TGS üyeleriyle başlanması içinde bulunduğumuz durumun acıklılığını pekiştiriyor. Birçoğumuz sendikasızlaştırılırken çok sessiz kalmıştık; şimdi esamesi okunmayan dönemin patronları, "Ben sendikadan iyi şartlar sağlarım" diye birçoğumuzu ikna etmişti, bunu da bir hatırlayalım. Egemenler, Türkiye'de ana akım, baba akım ne derseniz deyin, kurum olan bütün gazete ve televizyonları yok etmeye kararlılar.
56. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin kortejine bakarken bir arabanın kenarında oturan kadını görünce birden bire 1965 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenci olan genç delikanlıya dönüşüverdim.
Kadın Selma Güneri’ydi. O dönemde sinemaya meraklı gençlerin deyişiyle “Yeşilçam’ın Leslie Caron’u.” Şimdi Karaburun’da yaşayan arkadaşım Pamir Teker (tabii ki Dev-Genç’li) kantine gelip yandaki Cebeci Sun Sineması'nda dünyanın en güzel kadınının filmini gördüğünü söyledi. 4-5 kişi kalkıp gittik. Yönetmen Duygu Sağıroğlu’nun “Ben Öldükçe Yaşarım” filmi oynuyordu. Başrollerde Yılmaz Güney ve Selma Güneri vardı. Yılmaz Güney daha o dönem solun sevgilisi olmamıştı, ancak ileriye yönelik sinyalleri veriyordu. Ama hepimizin ilk defa gördüğü bir genç kız vardı ki bir anda haberi olmadan hepimizin sevgilisi oluvermişti. Söylemeye gerek yok, film iki kere izlendi tabii. Ondan sonra da arkası geldi: Son Kuşlar, Nikâhsızlar, Askerin Dönüşü, Bitmeyen Yol…
Aşağıda linkini bulacağınız film bir kısmınıza biraz bayatlamış gelebilir. Ama şunu unutmayın, yıl daha 1965. Hele öyle bir duş sahnesi var ki, Yeşilçam daha o zamana kadar eminim böyle handiyse erotiğini görmemiştir. O sahneyi mutlaka seyredin. Filmin bir diğer sürprizi ise gepegenç Tuncel Kurtiz ve “kötü kadın” Gülbin Eray. Eminim çok seveceksiniz. Onun gibi Altın Portakal Onur Ödülü’nü hak eden pek fazla insan yoktur. Selma Güneri’ye bütün sevgi ve saygımla…
Tabii bu arada, Selvi Boylum Al Yazmalım'da neredeyse Türkan Şoray ve Kadir İnanır'ı sollayan Ahmet Mekin'in onur ödülünü de unutmayalım.
Son kitabı 'Bir Ömür Nasıl Yaşanır / Hayatta Doğru Seçimler İçin Öneriler' olan, televizyon ve üniversiteleri dolaşan İlber Ortaylı'nın kendisi de etrafta 'geri zekâlı, akılsız' azarlarıyla ilgi odağı oluyor. Ortaylı'nın tarihçiliği konusunda, bir şey demeye kalkarsam eminim ki lince uğrarım, onun için o kısmına bulaşmıyorum. İsterse Taner Timur, Mete Tunçay gibi üstadlar laf edebilirler. Ama gençlere benim önerim, 'Hayatta Doğru Seçimler İçin Öneriler'e çok dikkatli yaklaşsınlar. Mülkiye'den sınıf arkadaşım İlber, tıpkı benim gibi yaşlandıkça muhafazakârlaşıyor. Eskiden olsa Sıraselviler'deki trafoya fotoğrafını koydurur muydu, illaki billboard isterdi. Hayatta ne oldum demeyin, ne olacağız deyin.
Bu arada İstanbul Telgraf'ın çıkış hazırlıkları fena halde sürüyor. Perşembe günü, reklam gezilerimizin ilk durağı olan Artı TV'deydik. Nâzım Alpman ve Derya Diblen, Şengün Kılıç'la beni iyi ağırladılar. İstanbul Telgraf olarak bütün reklam önerilerine açığız.
Sevimsiz erkeklerle başladık, dünyanın en muhteşem kadınlarından biriyle bitirelim isterseniz. Tina Turner, 1980'den canlı geliyor: Proud Mary.