Geçtiğimiz haftanın ilk günü, ofise giderken telefon çaldı. Baktım, dostumuz Altan Öymen arıyordu. Hemen açtım. İyi günler / nasılsın girişi tamamlanınca, yargıçlarla / savcıları eleştirmenin yasak olup olmadığını sordu. Herhalde, bir çalışma yapıyordu, belki yazı yazacaktı, yargının günümüzdeki durumunu açıklayıp anlatacağı için, bu gerçeği öğrenmek istiyordu. Ben kısaca, bütün kamu görevlileri gibi, onların da yasaya ve hukuka aykırı / yanlış uygulama ve kararları nedeniyle eleştirilebileceklerini söyledim. Tabii, uluslararası temel belgelerle, AİHM kararlarını düşünerek bu yanıtı verdim. Ama, ofise varınca avukat Aslı Kazan'a telefon edildiğini ve Ankara C. Savcılığı talimatıyla bir konuda ifade vermesi için felanca karakola gelmesinin söylendiğini öğrendim. Birlikte gittik. Savcılık yazısı ve ekleri bulundu. Okundu, ne diyeceği soruldu.
Avukat Aslı Kazan, Adalet Bakan Yardımcısı'na ilişkin tweet atmıştı. Orada, "HSK, Osman Kavala'yı tutuklayan hakimlerin listesini soruyor. Ama unutulmasın. Kavala o dosyadan tahliye oldu. Kavala'yı tekrar tutuklamaya sevk eden ve çanlı/delilsiz iddianame hazırlayan Hasan Yılmaz HSK 1. Daire üyesi. Haksız tutuklatan, haksız tutuklayandan hesap mı soracak?" diyordu. İşte o tweet için, Adalet Bakan Yardımcısı Hasan Yılmaz vekili sıfatıyla, Av. Doçent Dr. Hüseyin Aydın tam 8 sayfalık bir şikayet dilekçesi yazmıştı. Bu dilekçede, önce TCK'nun hakaret başlıklı 125. maddesi anlatılıyor, sonra uzun uzun AİHS ile AİHM'nin ifade özgürlüğüne ilişkin kararları aktarılarak, Aslı Kazan hakkında kamu davası açılması ve tabii cezalandırılması isteniyordu. Doğrusu, ifade özgürlüğünün önemini vurgulayan AİHM ve AYM kararlarından yola çıkarak, aktardığımız tweetin neden ve nasıl "onur kırıcı ve saygınlığı rencide edici" sayıldığını anlayabilmek mümkün değildi.
Gerçekten, aynı avukatın (daha doçent olmadan) Cumhurbaşkanı Erdoğan vekili sıfatıyla mahkemeye sunduğu dilekçe medyaya haber olmuştu, halen tazeliğini koruyordu. Bilindiği gibi, Cumhurbaşkanı imzacı akademisyenler için alçak / cahil / tiksinti verici / vatan haini / terör maşası / ahlaksız gibi sözler söylemişti. İmzacı akademisyenlerden Prof. Dr. Baskın Oran bu sözleri aşağılayıcı sayarak dava açmıştı. Aynı avukat, yine AİHM kararlarına atıf yaparak, saldırgan / şoke edici de olsa, bu sözlerin ifade özgürlüğü kapsamında kabul edilmesi gerektiğini, aksi halde Türkiye'mizin demokratik bir toplum sayılamayacağını dile getirmişti. Ve mahkeme, İstinaf, Yargıtay, yani bağımsız yargımızın kararlarıyla Baskın Oran'ın davası reddedilmişti. Acaba, Anayasamızın 10 ve TCK'nun 3. maddesinde vurgulanan "kanun önünde eşitlik" ilkesi karşısında, bu farklı yaklaşım nasıl izah edilecektir, çok merak ediyoruz. Öncelikle, bu farkın fark edilmesi gerekir.
Suçlanan tweete gelince, orada çok önemli ve açık bir çelişkiye dikkat çekiliyor. Çünkü, HSK 11.11.2020 günlü bir yazıyla "AİHM ve AYM kararları karşısında, hakların korunması konusundaki gayretleri gözetilerek yargıç ve savcıların) yükselmeye layık olup olmadıklarına" karar verilebilmesi için, Osman Kavala hakkındaki tutuklama ve itirazın reddi kararlarıyla iddianame ve duruşma tutanaklarının gönderilmesi isteniyor. Böylece, AİHM'nin Kavala'ya ilişkin kesinleşen ihlal kararı karşısında, sanki ihlale neden olanları saptayıp cezalandırma girişimi başlatıldığı izlenimi yaratılmış oluyordu. Oysa, şikayetçi Hasan Yılmaz, Cumhurbaşkanı tarafından Adalet Bakanı Yardımcılığına atama kararı 16.10.2020 günlü Resmi Gazete'de yayınlanmıştır. Yani, HSK'nun 11.11.2020 günlü yazısından 25 gün önce, Adalet Bakan Yardımcısı sıfatıyla HSK 1. Daire üyesi olmuştur. Bu daire, yargıçlar ve savcılar için soruşturma konusunu inceleme yetkisine sahiptir. Ve Hasan Yılmaz, beraat kararına bağlı tahliyeden sonra, daha cezaevindeyken Kavala'yı gözaltına aldırıp, ertesi gün (TCK 309 uyarınca) tutuklama isteyen İstanbul C. Başsavcı vekilidir. Şimdi, bu uygulamayı yapan Hasan Yılmaz HSK üyesiyken, HSK'nun Kavala için tutuklama isteyenlerle, tutuklama kararı verenleri, iddianame hazırlayanları ve karar / tutanak örneklerini istemesi çok tuhaf ve şaşırtıcı bir çelişki olmuyor mu?
Dahası var, Kavala hakkında TCK'nun 309 ve 312. maddeleri uyarınca, bu iki maddeden tutuklamayla birlikte soruşturma başlatılmış, sonra 312'den dava açılıp, 309 soruşturması saklı tutulmuştu. 312. maddeyi ihlal iddiasıyla ilgili dava sürerken, C. Savcılığı 309. maddeye ilişkin soruşturmada, 11.10.2019 günü resen tahliye kararı verdi. Bu kararın gerekçesinde, "tutuklu kalınan süre ile mevcut delil durumu" nedeniyle "tutuklama tedbirinin artık ölçülü olmadığı değerlendirildiğinden, tutuklama tedbirine gerek bulunmadığı anlaşılmıştır" deniliyordu. Dolayısıyla, diğer tutuklamaya ilişkin Gezi davasında, 18.02.2020 günü beraat ve tahliye kararı verilince, Kavala'nın o akşam tartışmasız tahliye edilmesi gerekiyordu. Ama, hemen karardan sonra Cumhurbaşkanı çok sert bir konuşma yapınca, Kavala serbest bırakılmadı. Ve savcılığın resen tahliye kararı verdiği dosya için, hemen o gece gözaltına alınıp, ertesi gün tutuklama istendi ve tutuklandı. İmzaya bakarsanız Hasan Yılmaz adını görürsünüz. Sonra iddianame hazırlandı ve iddianamede inanılmaz bir çan fotoğrafı vardı. Beraatle sonuçlanan davada görev yapan avukat Aslı Kazan, bu çelişkiyi ve o gerçeği açıklama gereği duymuştur. Tweette söylenenler doğrudur. Görev yaptığı davaya ilişkin gerçeği kamuoyuna duyurmak, avukatın en doğal hakkıdır, görevidir.
Hemen belirtelim ki, bütün kamu kurumları gibi, mahkemeler ve savcılıklar da eleştirilir, eleştirilecektir. Eğer, AİHM'nin 27.05.2014 gün ve 346/04, 39779/04 sayılı Mustafa Erdoğan / Türkiye kararına bakacak olursak, bu gerçeği görür, öğreniriz. Orada, açıkça "yargıçların tahammül etmeleri gereken eleştiri sınırı, sıradan insanlardan daha geniş, politikacılardan daha dar" olduğu belirtiliyor. Dolayısıyla, Adalet Bakanı Yardımcısı Hasan Yılmaz'ın İstanbul Başsavcıvekili sıfatıyla yaptığı (Sezgin Baran Korkmaz olayında kamuoyuna yansıyanlar dahil) bütün uygulamalarını açıklayıp eleştirmek asla aşağılama / kişilik haklarına saldırı sayılamaz. Önce bu gerçeğin bilinmesi gerekir. Asıl önemlisi, avukatın üstlendiği görev ile ilgili olarak ona sağlanacak güvencenin savcılık odası ve mahkeme salonu dışına da taşması gerektiği kabul ediliyor. Nitekim, AİHM kararları hep bu vurgulamayı yapıyor. Örneğin, 21.03.2002 gün ve 31611/96 sayılı NIKULA / Finlandiya kararında, "avukatların adaletin işleyişine dair kamuoyu önünde yorum yapma hakkı" bulunduğu belirtiliyor. Ve açıkça, bu yolla "yargısal kararlara ilişkin sorunlar hakkında kamuoyunun bilgilenme hakkı sağlanmış olur" deniliyor. Aynı yaklaşımın çok çarpıcı bir örneğini, 15.12.2011 gün ve 28198/09 sayılı Mor / Fransa kararında görüyoruz.
Hepatit B aşısı uygulanan bir çocuk yaşamını yitirmiştir. Açılan kamu davasına, katılma isteyen ailenin vekili sıfatıyla avukat Ms. Mor görev üstlenmiştir. 14 Kasım 2002 günlü Le Parisien Gazetesi'nde, davaya ilişkin bilirkişi raporu, "suçluyu gösteren rapor" başlığıyla yayınlanmıştır. Gazetenin sorusu üzerine, Ms. Mor "aşının yan etkilerini araştırmak için devletin yeterli kaynaklar ayırmadığı" yolunda görüş bildirmiştir. Bu nedenle ve gizliliği ihlal ettiği iddiasıyla dava açılmıştır. Mahkeme, gizliliğin çiğnendiğini kabul ederek, mahkûmiyet kararı vermiştir. Temyiz üzerine, Yargıtay mahkûmiyeti onamıştır. İşte, bu olayı inceleyen AİHM, "kamuoyunda adaletin işleyişine ilişkin yorum yapabilme hakkı" açısından "avukatlara tanınması gereken ifade özgürlüğünün" çok önemli olduğuna vurgu yaparak, ihlal kararı vermiştir.
Ayrıca, avukatın özgürlüğü ve baskılardan korunması için yürütmeye ve yargıya hangi görevlerin düştüğü, uluslararası belgelerle AİHM kararlarında açıklanıp vurgulanıyor. Örneğin, bu konudaki en temel belge, Birleşmiş Milletler'in (Aralık 1990'da kabul ettiği) "Avukatın Rolüne ilişkin Temel İlkeler Bildirgesi"dir. "Giriş"ten sonra, 8 bölüm / 29 maddeden oluşan bu belge, adil yargılanma hakkı konusunda, avukatın rolüne / görevine ve güvencesine ilişkin bir ilkeler demetidir. Orada açıkça "Hükümetler, avukatların a) Hiçbir baskı, engelleme, taciz veya yolsuz müdahaleyle karşılaşmadan her türlü mesleki faaliyetlerini yerine getirmelerini, … c) Kabul görmüş mesleki ahlak kurallarına uygun faaliyette bulundukları için kovuşturma veya idari, ekonomik veya başka bir yaptırımla sıkıntı çekmemelerini veya tehditle karşılaşmamalarını sağlar." denildiğini görüyoruz.
İkinci temel belge, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin 25.10.2000 günlü 727. toplantısında kabul edilen, "Avukatlık mesleğinin özgürce yapılabilmesine ilişkin tavsiye kararı"dır. Bu kararda, yine açıkça avukatların kim tarafından ve hangi gerekçeyle olursa olsun, doğrudan veya dolaylı baskı / tehdit veya yersiz müdahaleye maruz kalmalarını önleyici bir sistemin gerekliliği vurgulanıyor. Üçüncü temel belge de, Uluslararası Avukatlar Birliği'nin (UIA) 21. Yüzyılda Avukatlık Mesleğinin Kurallarına Dair Turin ilkeleridir. 27.10.2002'de Sidney'de kabul edilen bu belgede de, avukatların baskılara karşı korunabilmesi için uyulması gereken ilkeler belirlenmiştir.
Elbet, adil yargılanma hakkı dahil, bütün temel hakların, hatta Anayasa'nın bile yok sayıldığı, yargımızın kişiler için güvence olmaktan çıkıp tek adam rejiminin koruyucu kalkanı gibi görev yaptığı Türkiye'mizde, artık bu uluslararası belgelerin ve AİHM kararlarının değerine inanılmadığını görüyoruz, biliyoruz. Ama biz avukatız. İnsanlığın yüzyıllar boyu süren korkusuz yaşama mücadelesinde elde ettiği bu temel hukuk ilkelerini kesinlikle geçerli sayıp savunuyoruz, savunmaya devam edeceğimizi söylüyoruz. Ve sonuç olarak, benzer şikayetlere dayalı baskı girişimlerinden asla korkmadığımızı, korkmayacağımızı belirtiyoruz.