Kızıl bir kadrana dönüşmüş güneş binaların ardında kayboldu, gün devrildi, havaya bir ıhlamur kokusu yayıldı, sokağa taşmış masalardan gürültülü sohbetler yükseldi, o zaman ben ağır aksak eve döndüm.
Apartman kapısının önüne beyaz bir köpek uzanmıştı, başını öne uzattığı bacaklarının arasına doğru eğmiş, hüzünlü gözlerle etrafa bakıyordu. Selam verip içeri girdim.
Elektrik kesilip yeniden gelmişti, bunu böyle zamanlarda nedense yanmaya başlayan vitrin altı lambalarının ışığından anladım. Kendimi kanepeye bıraktım, gözlerimi kapadım. Kendimlerden bir kendim oldum, ufacık kaldım, tefecik sindim. Sığınmak için hatıralar aradım, aklıma bir dağda kayboluşum geldi, korkmamıştım.
Yanı başımda bana telkin verir edasıyla "Üzkür ma künte aleyhi…" diye mırıldanan Muvakkit'in sesini duydum. Durumu anladığını sezdiren bir latifeyle çıkmıştı karşıma. "Hayattayken inandıklarıma inanmaya devam etmeliyim, öyle mi?" diye sordum. Ama neye inanıyordum ya da inanmadığım ne kalmıştı? Doğruldum, karşısında bağdaş kurdum.
"Ben bıktım be Muvakkit, ya sen, sen bıkmadın mı?"
"Bilmem", dedi, "dağ durmaktan, dere akmaktan bıkar mı?"
"Kalp çarpmaktan bıkabilir ama."
Ses etmedi. Hem söylenecek bir şey yoktu hem de sessizlik zaten bütün cevap ihtimallerini kapsıyordu. Yine de bana hak vermesini istiyordum, devam ettim:
"Çok yağmurlar yağdıktan ve ben çok gözyaşı döktükten sonra yeryüzüne bir yorgunluk çöktü. Hevesim hayal kırıklığına yenik düştü, arzum kayıtsızlıkta yitip gitti, merakım karanlığa teslim oldu. Ben yine de uykudan uyandım Muvakkit, sendeleyerek yüzümü yıkadım, aksayarak işe gittim, tökezleyerek eve döndüm, üşüyerek okudum, titreyerek yazdım, topallayarak yatağa attım kendimi. Yine uyandım, yeni ama taze olmayan bir güne yine uyandım, ilanihaye. Çay demledim, içtim, peynir dilimledim, belki bir yumurta kırdım. Bazen bir kuş cıvıltısı duydum, bazen sirenlerden boğuldum. İnsanlardan ürktüm, acı çekmekten utandım. Eve kapağı dar attım. Balkonda yedi adım attım, geri döndüm, yedi adım daha attım, geri döndüm, ilanihaye."
Ama sesini çıkarmadı, hafif bir iç çekişle gözlerini bana dikip öylece bekledi.
"Yanıp kavrulmuş ama şeklini koruyan bir nesneyim Muvakkit, aslında artık o nesne de değilim, külden ibaretim. Beni ben sananlar beni bilmiyorlardır, oysa ben seni sen sanmıyorum. Hadi bırak, üfle gitsin, bir esinti, bir hareket yeter beni hür kılmaya, külün havaya savrulmasına."
"Evvel giden ahbabından selam getirdim" dedi bir şiiri tersten okurcasına. Söylediklerime değil, başka bir şeye cevap veriyordu. Bu da onun tarzı, onun yoluydu. Bıkkınlıklardan bıkmış, sıkıntılardan sıkılmıştı. Sesi karanlıkta birden yanan, titrek ama karanlığı eriten bir mum gibiydi. Başımı dizlerine yasladım. Sağ elini göğsümün üzerine koyarak yavrusunu teskin eden sabırlı bir anne gibi sıvazlamaya başladı. Bir merhemi yedirerek sürer gibi irfanını bana geçirmeye çalışıyordu. Gözlerimi kapayıp kendimi ona bıraktım.
TIKLAYIN | Muvakkit’le karşılaşmalarTIKLAYIN | Muvakkitle karşılaşmalar
TIKLAYIN | Muvakkit'le hasbihâlTIKLAYIN | Muvakkitin peşindeTIKLAYIN | Muvakkit’in sorusu