Geçen hafta posta kutusunda bulduğum büyük sarı zarfın içinden çıkan mektup o gün bu gündür aklımda. Düşündükçe bazen tuhaf bir tekinsizlik duygusu bazen de gizli bir ikize sahip olmanın doğurabileceği cinsten bir güven kaplıyor içimi. Mektup yazarının söylediklerinin pek çoğunun doğru ve isabetli olması şaşırtıcıydı. Ayrıca mektubun sonunda bana sorduğu soruya tam hayır diyecekken hatta demişken birden cevabın değiştiğini fark etmem ve bunu son anda adeta can havliyle belirtmem aklımdan çıkmıyor.
Şimdi konuyu son zamanlarda düşünüp yazdıklarımı da hatırlamaya çalışarak ele alırsam, her şeyin birbirine tuhaf biçimde bağlanması teması üzerinde durmam tesadüf olmayabilir. Şeyler arasındaki bağlantıyı görüp bilebilmemiz için tek gereken yeteri kadar bilmek. Bu temayı Uluslararası Psikanaliz Birliği’nin Başkanı olan Bolognini’nin Freud müzesinde yaptığı bir konuşmayı internetten bulup izlerken düşünmüştüm. Eğer, demiştim kendi kendime, daha önce şunu, şunu ve şunu okumuş olmasaydım bu salondaki kompozisyonun niteliği hakkında bir fikrim olmayacaktı. Belki yalnızca konuşmacıya odaklanacak, mekânı ve dinleyicileri, yani aslında bütünün asli aktörleri arasında sayılması gereken bu öğeleri gözden kaçıracaktım. Örneğin o güler yüzüyle ilk soruyu soran Ruben Gallo’yu tanımayacak, neden o soruyu sorduğunu tahmin edemeyecek ya da kendisi için bir yıl boyunca çalışma mekânı olmuş bu müzenin salonunda dinleyip öğrendiklerini gelecekte ne şekilde kullanabileceğini tasavvur edemeyecektim. Bunların nasıl ayrıntının ayrıntısı olduğunu biliyorum, sadece bazı konularda böylesi ayrıntıları fark edebilirim, ama bunlar bana bu ayrıntı düzeyinin var olduğu bilgisini vermeye yetiyor. Benim hiç farkına varamadığım ve varamayacağım birçok böylesi bağlantılar var.
Peki diye düşünmeye devam ediyorum. Bana başkalarından gelenler neler olabilir, mektubu gönderen kişinin bana söylediği ama benim fark edemediğim bir şeyler var mı? Benim ona Kale’yi “yolladığımı” söylemiş. Son zamanlarda hiç ama hiç Kale’yi düşünmedim. Kitabı 15 yıl kadar evvel okuduğumu ve birkaç ay sonra bunu tekrarladığımı hatırlıyorum. Kale’yi Şato’dan bile iyi bulmuş, bu fikrimi kimseyle paylaşmamış, kitabı kimseye tavsiye etmemiştim. Ha bir de yine bir tesadüf eseri olarak [1] kitabın çevirmeni Suat Engüllü’nün İstanbul Üniversitesi'nde çalıştığını öğrendiğimde, 2011 yılıydı galiba, aklımdan şöyle bir düşlem geçmişti. Suat Bey'e telefon ediyor, ben de Cerrahpaşa’da öğretim üyesiyim, diyerek kendimi tanıtıyor ve tanışmak istediğimi söylüyorum. Çevirisinden içtenlikli bir övgüyle söz ediyorum, şiirlerinden bazılarını okuduğumu söylüyorum vb. Tanıştığımızda da yanımda nasılsa yine bir yerlerden kitaplığıma girmiş olan bir Sesler dergisi ve Matevski’den çevirdiği İstanbul’a Gittiğimiz Zaman kitabı olacak. Ama bende kendisinin şiir kitaplarından yok hiç. Bulunabilir mi ki piyasada o kitaplar diye düşünüyor, kendi şiirlerini o kadar da bilmediğimi öğrenecek olmasından utanıyorum. Neyse, düşlemin en güzel parçası Suat Engüllü’nün bana elinde henüz basılmamış olan bir Selimoviç çevirisi olduğunu belirtmesi ve hevesimden dolayı bunu okumama izin vereceğini söylemesiydi. Bu düşlemin bir başka çeşitlemesinde ise bu kez ben kendisinden Selimoviç’in bir kitabını çevirmesini rica ediyordum ve o da madem bu kadar heveslisiniz, bakarız, yaparız gibi bir şeyler söylüyordu. Sonra, şu ana dek unuttum gitti bu düşlemi. Hayatta pek çok kez (bir daha söyleyeyim, pek çok kez) yaptığımız gibi.
Şimdi mektup yazarı bana Kale diyor, Çocuk Düdükleri bölümünü öne çıkarmış. Bu kitaptan kitaplığımda en az iki tane olduğunu biliyorum. İşte birisini çabucak buldum. Karıştırınca da mektup yazarının bana söylemek istediğini anladım. Dudağım uçukladı, desem durumu hayli doğru olarak anlatmış olurum.
Mektup yazarının bana asıl söylemek istedikleri Ramiz’i Düşünmek İstemiyorum bölümündekilerdi. Bu bölüm Çocuk Düdükleri’nden iki bölüm sonraydı. Aralarında da Temiz Kalpli Delikanlı bölümü vardı. Benim Çocuk Düdükleri’yle başlamamı istemişti çünkü sonraki bölümlerin umutsuz ve karamsar havasına tümüyle kapılmamam için önce biraz daha umut veren bir bölümü okumamı uygun bulmuştu. Bu bölümden sonra en azından izleyen iki bölümü daha okuyacağımdan emindi. Bağlantı o kadar açık ki…
Kaç gündür masaya oturuyorum, yapmam gereken işler, yazmam gereken yazılar var. Bu yüzden haberleri okuyup durumu takip etsem de aslında Nuriye ve Semih’i düşünmek istemiyorum. Her gün açlık grevinin talepler yerine getirilerek veya getirilmeden bitmesiyle ilgili bir haber görüp rahatlayabilmek için gazetelere bakıyorum. Sonra geçen hafta açlık grevi iki ayını devirince bu konuda bir şeyler yazmam gerektiğini düşündüm. Gerisi Ramiz’i Düşünmek İstemiyorum’un anlattıklarıyla neredeyse aynıydı, hatta benim hayatımda gerçeklendiği haliyle bölüm henüz bitmemişti, bölümü okumayı/yaşamayı sürdürüyordum.
Ramiz kalabalıklar önünde yöneticilerin hoşuna gitmeyen laflar etmiş, tehlikeli bulunmuş, Kale’ye kapatılmış genç bir öğrencidir. Bölüm şu sözlerle başlar: “Bu tanımadığım delikanlıyı düşünerek uyandım; oysa bana öyle geliyordu ki insanlar arasında tanıdığım tek kişi oydu. Bizi, cümle kötülüklerimizden kurtarmak istercesine acı çekmeyi seçmekle kendini öne çıkardı. (…) Sonunun ne olacağını biliyordu; istediği kendini feda etmek miydi acaba? (…) Onu düşünmek istemiyorum, bunun bir yararı yok. (…) Hiç kimse bir şey yapamaz. O ise insanların isyan edeceklerini, onu serbest bırakmalarını isteyeceklerini umut ediyordur belki de.”
Bunları düşünür kitabın kahramanı Ahmet Şabo. Güzel ve iyi yürekli karısı Tiyana da “Ona hiçbir şekilde yardım edemezsin, ancak kendine zarar verebilirsin” diyerek umudunu iyice kırar. Ramiz hakkında camide bir toplantı yapılır. Şehrin amirleri, zadegânı ve uleması toplanıp onun hakkında konuşurlar. Ramiz’e öfkeleri büyüdükçe büyür, konuşanlar adeta sertlik, katılık gösterisine girişirler. Yakınır, bağırır, homurdanır, işlenen suçları sayar ve düşmanlara cezalar verilmesini, düşmanların kökünün kazınmasını isterler.
Buna şaştım kaldım, çünkü Nuriye ve Semih ile ilgili yazamamıştım bir türlü. Yazamayınca bu konuyu bırakıp elimdeki işlere odaklanmam gerektiğini söyledim. Şimdiki işi aslında neredeyse iki ay önce bitirmem gerekiyordu. Haziran başında da henüz yazmaya başlamadığım diğer yazının teslim edilmesi vakti gelecekti. Bense başka bir şey düşünemediğim için ve düşünemedikçe kendime başka bir şey düşünmeyi tavsiye edip duruyordum. İnternette bir iki dakikadan kırk dakikaya kadar değişen uzunlukta birçok görüntü vardı Nuriye ve Semih’in yer aldığı. Hemen hepsinde basit, sade ve gülümsemeyi ihmal etmeyen, kötücüllük yakıştırmanın neredeyse imkânsız olduğu bir tonda konuşuyordu Nuriye. Ekşi Sözlük'te, sosyal medyada onlar hakkında olumlu bir hava olup olmadığını anlamaya çalışmaktan, birçok kişinin onlarla ilgili yazdığı yazıları okumaktan, yeni bir şey yapmanın, söylemenin ne kadar güç olduğunu fark etmekten, ölüp gitmelerini isteyen ya da aslında gizlice yemek yediklerini söyleyen müstekreh iddiaları okumaktan bunaldım.
Nuriye ve Semih’i düşünmek istemiyorum. Kahvaltıyı bitirene kadar düşünmeyeyim.
Geçen hafta onlarla ilgili bir yazı yazmak istediğimde önce kolayca, zahmetsizce neredeyse kendiliğinden gelen bir cümle yazıverdim Balzac’tan. Şöyle: “Saltanat gasp edenlerin durumu direğe tırmanan bir maymununkine benzer. Başlangıçtaki hızlarına, tırmanıştaki çevikliklerine hayran olursunuz. Ama zirveye çıktıklarında artık yalnızca ayıp yerleri görünmeye başlar.”
Dediğim gibi bu cümleyi aklımdan, neredeyse düşünmeden, irticalen yazdım. 1990 yılından sonra hiç Balzac okumadığımı biliyorum. İçimde bir kuşku yoktu, mademki böyle hatırladım, herhalde doğrudur dedim kendi kendime. Ama tabii yine de kontrol etmek istedim. Balzac’ın hangi kitabından olduğunu hatırlamıyordum. Cümleyi arama motorunun kutusuna yazdım ve baktım. Sonuç yoktu. Değişik kombinasyonlardan da bir sonuç çıkmayınca İngilizcesini tahminen yazıp araştırmaya başladım ve az sonra alıntının Vadideki Zambak’a ait olduğunu anladım.
Benim o zamanlar okuduğum kitap acaba Vadideki Zambak’ın hangi çevirisiydi, muhtemelen babamdan kalma kitaplardan birisi olan Cemal Süreya çevirisidir. Onun evindedir diye düşünerek anneme telefon edip kitabı bulmasını istedim. Yaklaşık olarak hangi sayfalarda olabileceğini söyledim ve o sayfaların fotoğrafını çekip yollamasını rica ettim. Annem yirmi sayfalık fotoğraf yolladı, onları okuyup cümleyi buldum. Ama bir sorun vardı, “saltanat gasp edenler” yerine “sonradan görmeler” diyordu. Demek ki ezberim bu çeviriye ait değildi. Biraz hayal kırıklığı yaşadım, çünkü o kadar zahmetten sonra aklımdaki cümleyi bulabilmek gibi mütevazı bir mucizenin havasını kaçıran küçük bir sorun vardı ortada.
Ulaştığım ikinci çeviride de (Zeynep İçlisoy) “saltanat gasp edenler” değil “sonradan görmeler” vardı. Aslında belki anlam bakımından çok da uzak değil bu çeviriler ama benim aradığım bu değildi.
Tahsin Yücel çevirisi olabilir miydi acaba aradığım? Hayır, onda da çeviri aynıydı. İngilizce’sine tekrar baktım, “parvenu”, üstelik Fransızcası da aynı sözcük. Bu durumda benim “saltanat gasp edenler” lafı, sonradan görmenin doğru olması nedeniyle biraz havada kalıyordu. Etrafımdakilere bu durumu ayrıntılarıyla anlatarak hepsini deli ettim. Daha dün bu çeviriyi bir yerden mutlaka bulacağımı, doğru hatırladığıma emin olduğumu, bunun için bahse girmek gerekse giyotine boynumu uzatabileceğimi söylüyordum. Bunlarla o kadar meşgul oldum ki, Nuriye ve Semih’le ilgili yazı yazmak için masaya oturduğumu unuttum.
Zaten Nuriye ve Semih’i düşünmek istemiyorum.
Elimdeki yazıyı bitirene dek düşünmeyeyim. Belki bu arada bir şeyler olur. Geç saatte uyandım. Yazamadığım yazının başlangıcı şöyleydi:
Kemal Kılıçdaroğlu dün gerek başbakanın gerekse hükümet sözcüsünün iki aydan uzun süredir Ankara’nın göbeğinde açlık grevi yapan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın durumundan haberleri olmadığını söyledi.[2]
Başladığım yazı hemen buracıkta bitmiyordu. Ama bu cümleden sonra uzun bir süre yazmaya ara vermiştim. Bunu anlamaya çalışmak bile o kadar güç geliyordu ki. Sonra, kabaca TRT arşivinin halka açılması haberlerinden ilhamla benim hatıralarımda yer ettiği kadarıyla özellikle yetmişli yılların Türkiye’sinin şimdikinden birçok bakımdan ileri olup olmadığını, bu gerilik-ilerilik meselesini de ele alarak anlatmaya gayret ediyordum.
O yazıda birçok yan yollara saptım. Bu her zaman böyle olur, sürekli çağrışımlarla ana konudan uzaklaşıp geri dönmek âdetimdir. Aklıma Nuriye ve Semih’e terörist ve devlet düşmanı diyenlerin, DHKP-C’li çıktılar diye iddia edenlerin, öyle oldukları için ölmelerinde bir sakınca olmadığını söyleyenlerin saldırgan sözleri geliyordu. Kötülük karşısında ne kadar savunmasız ve güçsüz olabileceğimi düşünüyordum. Düşmanların kökünün kazınması, düşman olanların hapse atılması, gözaltılar, tutukluluklar, hükümler, herkesi her zaman içeride tutmak mümkün değilse sosyal ölümlere mahkûm etmeler, sosyal linçler… Bunları düşünmek istemiyorum.
Dışarı çıktım. Bir arkadaşım saat üçte kahve içelim demişti, belki güzel bir havadis de verebilirdi bana. Kahve içene kadar düşünmeyeyim. Belki bu muhtemel iyi havadis bana güç kuvvet verir. Olmadı, haberler bulutluydu. Oradan berbere gideyim diye düşündüm. Berberde aynadan televizyonu görüyordum. Cumhurbaşkanının ABD ziyaretinin çok başarılı ve etkili olduğunu belirten bir haber vardı. Ardından emniyet güçlerinin iki milyon lira piyasa değeri olan kaçak sigarayı ele geçirdikleriyle ilgili bir haber geldi. Berber, kaçak sigarayla yasal sigara arasındaki fiyat farkının çok olması durumunda bunun kaçınılmaz olacağı yorumunu yaptı. Erzurum’a gittiğinde herkesin Chester diye bir sigara içtiğini görmüş, iki-üç liraymış bu sigara. Erzurum’da AKP oylarının yüksekliğini düşündüm, oy verdikleri iktidara dolaylı vergi vermek istemiyorlar demek ki. Az sonra genç sayılacak yaşta bir adam gelip oturdu yan koltuğa. Vergisini ödemek istemiş, ama bizzat vergi dairesi müdürü, niye ödüyorsun af çıkacak demiş. Borçsuzdur kâğıdı almam lazım demiş beriki. Kızdığı şey ise ne kadar indirim yapacaklarını sorduğunda indirim yok demeleriymiş. Vergi vermeye gitmiş, “kendi eliyle para verecekmiş”, indirim yapmıyorlar diye kızıyordu. Vergi dairelerinde inisiyatif alabilecek pozisyonda yetkililerin olması gerekliymiş ve bunlar yüzde on-yüzde yirmi indirim yapabilmeliymiş. Hayatım boyunca benim ve ailemden birinin böylesi bir borcu bir gün bile geciktirmediğini ve yine hayatım boyunca hiç yakın hissettiğim bir iktidarın olmadığını düşündüm ve durumun tuhaflığına içimden güldüm.
Hiç haberleri yoktur herhalde diye geçti aklımdan. Başbakanın ve hükümet sözcüsünün haberinin olmadığı bir ülkede berberin ve vergi mükellefinin neden haberi olsun ki açlık grevinden? Aklımdan ikisiyle konuşuyordum, “Ankara’daki açlık grevinden haberiniz var mı?” filan diye. “Abi onlar terörist” gibi bir şey duymaktan, hele belki bir “gebersinler” işitmekten öyle çekindim ki, kendimi dışarıya dar attım. Bu konuyu düşünmek istemiyorum. Parkta biraz yürüyeyim ve en azından dönene kadar düşünmeyeyim.
Kendisi de bir ara üzerine gelinmesinin nasıl bir şey olduğunu tecrübe etmiş bir arkadaşım “Bence bir şey söyleme” dedi. Duyguları benimle tam olarak aynıydı, ancak bedel ödetme konusundaki acımasızlık gözünü korkutmuştu.
“Saltanat gasp edenler” meselesini de çözememiştim. Nerden gelmişti aklıma peki? Eğer böyle bir çeviri hiç yoksa bunu ben uydurmuş olacaktım, belki bana çeviriyi bilerek çarpıttığım söylenecekti? Neyi ima etmek istiyordum? Sosyal olarak öldürülsem hak etmiş miydim?
Elimden hiçbir şey gelmiyordu, ama düşünüyordum. Ankara’da Yüksel Caddesi'nde iki aydan uzun süre sonra hâlâ gülümseyerek açıklama yapan ve yalnızca ailesine baskı yapıldığından söz ederken bir öfke belirtisi gösteren Nuriye’yi düşünüyordum.
Saat 18.30’da mesleki bir toplantı var, ona gideyim. Buradaki insanların Nuriye ve Semih’in başına gelenlerden, durumun kritikleştiğinden, geri dönüşsüz hasarların olabileceğinden haberleri var mıdır? Karşılaşmaktan memnun olduklarını haykıran bazı kişiler birlikte fotoğraf çektiriyorlar. Genç bir kızın kendisini de kareye koyarak çekim yapmasını sağlayan o çubuklardan birini kullandığını görüyorum. Belki haberleri vardır, belki de yoktur. Toplantı bitene kadar düşünmeyeyim. Mademki buraya geldim, anlatılanlara odaklanmaya çalışayım.
Bugün Dersim Seyit Rıza Parkı'nda açlık grevi yapan Kemal Gün’ün talebi kabul edildi. Onun talebi daha da yürek sızlatan cinstendi, çatışmada ölen oğlunun kemiklerinin kendisine verilmesini istiyordu. Bu olasılık şu anda yıldızlar kadar uzak görünse bile belki muktedirler Nuriye ve Semih’in eyleminden haberdar olurlar ve ne yapabiliriz diye bakarlar. Belki “saltanat gasp edenler” ibaresinin geçtiği bir çeviri gerçekten vardır ve ben bu çeviriyi bulurum. Belki bugün alamadığım iyi havadisi yarın alırım. Belki bu yazıyı bitirip gönderdikten sonra biraz uyuyabilirim. Belki Nuriye ve Semih’i düşünmeden bir gün geçirebilirim.
Ahmet Şabo şöyle diyordu: “Zor durumlarla karşılaştığımda, yalnızlığa sığınırdım hep. Daha da zor duruma düştüğüm zamanlar ise, iyi insanların peşine düşerdim.”
Duruma bakıldığında, sanırım daha fazla yalnız kalamayacağım.
[1] Bu tesadüf hatırladığım kadarıyla Mirsad Sinanoviç’in Sinan’ın Gizli Eseri adlı romanının çevirmeninin de Suat Bey olduğunu fark etmemle ilgiliydi. Sinanoviç’in kitabı çevirmenlerinin aynı kişi olması dolayısıyla Selimoviç’in kitabını aklıma getirmişti. Muhtemelen Suat Beyin Selimoviç, Matevski ve Sinanoviç çevirileriyle karşılaşınca çevirmenin kendisiyle ilgili internetten bir şeyler öğrenmeye çalışmış ve aynı kurumda çalıştığımızı bulmuştum. Ancak ben bu yılın başında emekliye ayrıldım ve en azından çalışıyorken onunla tanışma düşlemimi gerçekleştirememiş oldum.