Bu yazıda başlıktaki cümlenin doğru olduğu durumların/dönemlerin varlığından ve şu sıralarda da böyle bir dönemde bulunduğumuzdan söz edeceğim. Yarının dünden önce olması insanın ruhsal-zihinsel gelişimi bakımından doğrudur. Bir topluluğun ya da toplumun ortak bir ruhsal-zihinsel yapısı olduğu kabulünden hareket edersek toplumun gelişimsel olarak içinde bulunduğu belirli bir durum için de geçerli olabilir. Meramımı arz edeyim.
Bu cümle zaman ya da daha doğrusu zamanı kavrayışımız hakkında. Zaman sözcüğünün bir anlamında ölçülebilir, nesnel, kişiden kişiye değişmeyen bir şeyden söz ederiz, buna “kavramsal zaman” diyelim. Bu kavramsal zaman aslında “yapay” bir şeydir, ama bu onun önem ve etkisini azaltmaz, sonuçta dil veya para da bir bakıma yapay ve ortak kabule dayalı oluşumlardır. Sözcüğün bir başka anlamında ise belki süre sözcüğüyle ifade edilmesi daha uygun düşecek olan “kişisel/yaşantıya dayalı zaman”dan söz ederiz.[1]
Çok eskilerde gördüğüm, kime ait olduğunu da hatırlayamadığım bir karikatür bu ikisi arasındaki ilişkiyi çok güzel anlatıyordu. Karikatürde, elinde bir buket çiçekle sevdiği kızı bekleyen bir adam hızlı hızlı volta atarken saatine bakıp şöyle diyordu: “Yahu iki saattir bekliyorum daha beş dakika olmuş”. Karikatürün etkisi bu iki zaman kavramı arasındaki farklılıktan geliyor.
Başlığa dönelim. Bunun geçerli olduğu durumların varlığından, insanın ruhsal-bilişsel gelişimi açısından bakıldığında bu cümlenin doğruluğundan söz etmiştim. Bireyin zamanla ilişkisi, “şimdiki an” ile başlar. Bebeğin dünyasında şimdiki zaman dışında bir zaman olmadığı için kavramsal zaman diye de bir şey yoktur. Bebek zamanı ancak ihtiyaçlarının aciliyeti bakımından kavrayabilir ve memenin gecikmesi, sıcak ya da soğuğun fazla oluşu, gaz sancısı, annenin yokluğu gibi tahammülü güç durumlarda birkaç dakikayı çok uzun bir süre olarak yaşayabilir. Bebek, şiddetli bir açlık hissinin etkisi altındayken konuşabilseydi, emmek için beklediği memenin bir dakika sonra gelmesini “iki saattir meme bekliyorum” diye anlatabilirdi. (Bazen gerçekten de aç olduğu halde memeyi reddeden, “iki saatlik” bekleyişten sonra gelen “kötü” memeyi protesto eden bebeklerle karşılaşmış olabilirsiniz.)
Şimdiki zaman dışında bir zaman algısının olmadığı ilk on sekiz aydan sonraki bir yıl içinde yani bir buçuk ile iki buçuk yaşları arasında, çocuk gelecek zamanla ilgili bazı sözcükleri kullanabilecek ve kısmen anlayabilecek duruma gelir. Örneğin istek ve ihtiyaçlarının hemen karşılanamayacağı durumlarda duyduğu “sonra” sözcüğünü anlamak durumunda kalır. Bu “sonra” ona bir saat, bir gün diye tarif edilse anlayamaz ama şimdiki anın dışında ve beklerse gelecek bir zamanda olduğunu giderek öğrenir. Çocuk, ancak bundan sonraki bir aşamada geçmiş zamanı anlatan sözcükleri de yavaş yavaş anlayıp kavramaya başlar. Demek ki zaman gelişimsel olarak; şimdiki zaman, gelecek zaman ve geçmiş zaman sırasıyla kavranır. Zamanın ileriye doğru aktığı düşüncesine ters olsa da kavramsal olarak yarın düne takaddüm eder.
Bu konunun nereden çıktığını, cümlenin nereden aklıma geldiğini sorarsanız, cümlenin içinde bulunduğumuz seçim süreciyle ilgili bazı düşüncelerle ilgili olduğunu söyleyebilirim.
Birkaç yıl önce AKP iktidarının dünyayı görüş ve kavrayışının klinik anlamda değil de zihinsel bir işleyiş biçimi olarak psikotik hale geldiğini öne sürmüştüm[2]. Bu ruhsal-zihinsel işleyiş biçimi toplumun hatırı sayılır bir kesiminde yankısını buldu. Ya da belki daha doğru bir ifadeyle bu zihinsel kipin yayılması iki yönlü bir süreç olarak belirdi. Yani bir yandan AKP eliyle yukarıdan aşağıya psikotik bir düşünüş/hissediş vazedildiği, bir yandan da AKP söyleminin toplumsal alandaki psikotik düşünüş/hissediş öğelerini topladığı ve örgütlediği söylenebilir.
Bu ruhsal/zihinsel işleyiş biçiminin iktidar partisi içindeki hakimiyetine ilişkin sayısız örnek verilebilir. Örneğin, iktidar sözcülerinin bir yandan “onlar” ya da “bunlar” diye hitap ederek her konuda ağır ifadelerle suçladıkları muhalefet sözcülerini bir yandan da kutuplaştırıcı davranışlarından dolayı kınadığı durumlar hatırlanabilir. Benzer biçimde iktidarın eşi görülmemiş yıkıcılıklar sergilerken kendisinden başka herkesin yıkıcılığından söz etmesi; basın üzerinde tüm dünyanın gözleyebildiği bir baskı varken ve basında tekelleşme son noktasına varmışken Türkiye’de basının gayet özgür olduğunu söylemesi; gerekçeleri anlaşılmasa ve somut herhangi bir bağlantıya işaret etmese de birçok olumsuzluğun sorumluluğunu dış güçlere atıvermesi gibi örnekler zikredilebilir. Sokakta da birçok kişinin bu tür görüşleri (dış güçler, yol yapma vb) durumu anlamış ve kavramış olmaktan duydukları mutluluk ve gurur yüzlerinden okunarak aynıyla tekrar ettikleri görülebilir.
Gerçekliği istenilen ve tahammül edilebilenle sınırlayan bu tuhaf dinamik son dönemde daha da bariz hale geldi. Örneğin Adalet Bakanı Gül’ün “Demirtaş, CHP öyle istediği için hapiste”[3] demesi ya da İçisleri Bakanı Soylu’nun Demirtaş’ın “Bir oyluk canları var” sözleri üzerine “Demirtaş bizi ölümle tehdit ediyor”[4] türünden sözleri bu uç örnekler arasında sayılabilir. Erdoğan’ın masumiyet karinesi yerine “mahkûmiyet karinesi” önermesi de bu tür düşünüşün bir şahikası olarak anılabilir.[5]
Son haftalarda örneğin miting yapılan kentteki havaalanı ya da üniversitelerin hep AKP döneminde yapıldığının iddia edilmesi gibi anlaşılmaz görünen iddialar da bu gruptan sayılabilir. Dışarıdan bakınca tuhaf gelse de başkaları hiçbir şey yapmayıp sadece yıkmayı bildiğine göre ve yolları, Marmaray’ı, köprüleri AKP iktidarları yaptığına göre aslında her şeyi AKP’nin yapmış olması gerekiyor. Böyle sözlerin kazai olarak söylenmediği defalarca tekrarlanmalarından bellidir. AKP’nin kendisinden başka neredeyse tüm siyasi parti ve eğilimleri FETÖ’cülükle suçlaması gibi trajikomik bir tutumu sürekli sergilemesi de bu şekilde anlaşılabilir. AKP’nin içinde de kötülük olabileceği ya da AKP dışında da bir iyiliğin bulunabileceği kabul edilemez. Olura olmaza “beka sorunu” sözleriyle yaklaşan AKP’liler için asıl beka sorunu budur işte. Bu basit gerçeğin kabulü AKP’nin varlık biçimiyle bağdaşmamaktadır. Başka bir ifadeyle, AKP’nin tasavvur dünyasında aslında AKP diye bir şey yoktur, ancak “AKP + Düşmanlar” diye bir şey vardır. Bu düşmanlar ve sıralanışları duruma göre hızla ve beklenmedik biçimde değişebilir ama varlıkları elzemdir.
İçinde bulunduğumuz seçim dönemine burada söz ettiğim kavramsal araçları kullanarak bakarsak Muharrem İnce’nin çok hızlı bir deparla başladığı yarışta son haftaya kadar dünden çok şimdiki zaman ve yarında yer tuttuğunu, öte yandan Erdoğan’ın son haftada hemen tek yaptığı işin başta İnce olmak üzere hasımlarını şimdiki zamana ve düne hapsetmeye çalışmaktan ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Siyasal bakımdan Erdoğan’ın İstanbul mitingine sakladığı düşünülen açıklama, iddia ve hamlelerin de gel(e)mediğini hesaba katarsak muhalefetin anlık olarak rahatlatıcı gelse de bu ruhsal-zihinsel işleyişle çatışmasında bir fayda olmadığını anlaması gerekir. Bir örnek olmak üzere Soylu’nun yukarıda aktardığım sözlerine HDP eş başkanı Temelli’nin verdiği cevap zikredilebilir: “Bunların hepsinin tedaviye ihtiyacı var. Bunlar için özel bir özel hastane yapacağız, her tarafına MR koyacağız.”[6] Bu türden cevaplar bana etkisiz ve yanlış geliyor, “delice” olmakla birlikte Soylu’nun sözlerinin tedavisinden değil de önleminden ya da çaresinden söz edilebilir ve o da belirli bir siyasi-toplumsal ortamın oluşmasıyla ilişkilidir. Burada yarının dünden önce gelmesinin mevcut siyasal durumdaki anlamı ortaya çıkar. Konuşulabileceği bir ortam olmaksızın belirli konuların üzerinde durmak beyhudedir.
İnce böyle bir anlayışa uygun bir tutumla, yani başını bir yere çarpan bir çocuğu kucağına alan ve “geçti, geçti” diye teskin eden bir babanın tutumuyla başlamıştı. Arkasına aldığı rüzgârda bu tutumun önemli bir payı vardı. Kılıçdaroğlu’nun yapamadığı ve İnce’nin yaptığı şey yarından söz edebilmekti. Kılıçdaroğlu önemli bir siyasetçi olarak sivrilişini düne dair hesap soran hamlelerine borçluydu, belgelerle rakiplerini sıkıştırıyor ve bulduğu tutarsızlıklar ve çelişkilerden yararlanarak karşısındakini güç durumda bırakıyordu. Ama genel başkanlığı döneminde giderek bu parlak tartışmacı kimliğinden uzaklaştı ve eski performansının karikatürü gibi görünen tekrarlarıyla yetinmek durumunda kaldı.
İnce, Erdoğan’ın gelecekten, yarından konuşamadığını vurguladığında ve “geçti, geçti” vurgusunu uygun biçimde yaptığında gösterdiği başarıyı son hafta içerisinde bir miktar heba etti. Son iki günün tartışmalarında İnce’nin aslında yeterince camiye gitmediği, vaktiyle işlettiği dershanede usulsüz öğretmen çalıştırdığı, erotik şiirler yazdığı gibi hayli çaresiz görünen sataşmalara cevap yetiştirirken gereksiz efor harcadığı görüldü. Oysa önceki haftalarda Erdoğan’ın emekli olması gerektiği ve taze kan olarak kendisinin hazır olduğu sözleriyle, devri sabık yaratma gayretinde olmayacağı vurgusuyla, parti rozetini çıkarma ve herkesin cumhurbaşkanı olma temasıyla beklenmedik ölçüde öne çıkmıştı.
Burada psikotik nitelikli diye tarif ettiğim ruhsal-zihinsel işleyiş biçimi teknik olarak başka terimlerle de anlatılabilir olan, gelişimsel yönü bulunan (yani bir dönem olağan olup sonra ikinci plana düşen ama zaman zaman yeniden hakimiyet kazanan) bir zihinsel işleyiştir. Bugün için acil ihtiyaç bu zihinsel işleyiş biçiminin toplumun asli ruhsal-zihinsel işlevsellik kipi olmasından kurtulmaktır. Geçenlerde, pazarda seçim broşürü dağıtan CHP’lilere rastladığını anlatan Işık Kansu, Kürt şivesiyle konuşan bir pazarcının Kılıçdaroğlu’nun değil İnce’nin fotoğrafını taşıyan tanıtım ilanını isterken söylediklerini aktarıyordu: “Bize baba adam lazım”[7]. Bu tutum ve yaklaşım her zaman ve her dönemde geçerli olmayıp bir başka zamanda başka türlü bir profildeki siyasetçi, başka bir tutum ve yaklaşım toplumun ihtiyaçlarına daha uygun hale gelebilir. Ama Türkiye’nin bugün için mevcut iktidarın özellikle son yıllarda ağırlık kazanan bütün baskıcı, dayatmacı, boğucu, bunaltıcı tutumlarına karşın önce düştüğü yerden bir doğrulmaya ve acıdan biraz uzaklaşmaya ihtiyacı var. Düne ait konular bir süre bekleyebilir.
[1] Meraklısına not: Zaman teriminin iki kullanımıyla ilgili ayrımı, bu konudaki görüşleriyle vaktiyle çok etkili olan Bergson’dan bir alıntıyla yapacaktım. Alıntı şöyleydi: “İnsan zamanın içinde değil, zaman insanın içinde yaşar.” Zaman sözcüğünün iki farklı anlamıyla kurulmuş bu cümle ile hem Bergson’un otoritesinden yararlanmak hem de ondan aldığımın hakkını vermek istemiştim. Cümleyi ve cümlenin Bergson’a ait olduğunu (yine on yıllar öncesinden, ama gayet iyi) hatırlıyordum. Fakat her türlü yolla aramama karşın bu cümleyi Bergson’da bulamadım. Yakınlarda aynı konu Balzac’la ilgili olarak da başıma gelmişti ve T24’te onu da yazmıştım. Eskiden bu cümlelerden pek çoğunu kimden-nereden aldığımı pek de karıştırmadan hatırlayabilirken şimdi sık sık böyle durumların başıma gelmesi, içinden geçtiğim zamanın ve içimde geçen zamanın belleğimi nasıl aşındırdığını gösteriyor. Belki bu hatırlama iddiasını da artık düne ait bir özellik olarak geride bırakmalıyım.
[2] http://t24.com.tr/yazarlar/turkay-demir/aklimiza-ve-birbirimize-mukayyet-olma-vaktidir,9713
[3] http://www.star.com.tr/yazar/abdulhamit-gul-demirtas-chp-oyle-istedigi-icin-hapiste-yazi-1354905/
[4] https://tr.sputniknews.com/turkiye/201806181033901047-suleyman-soylu-demirtas-tehdit-olum/
[5] http://www.star.com.tr/politika/cumhurbaskani-erdogan-yenikapida-sivil-toplum-kuruluslarinca-duzenlenen-iftar-programinda-konusuyor-haber-1354096/
[6] http://t24.com.tr/haber/hdpden-demirtas-bizi-olumle-tehdit-etti-diyen-bakan-soyluya-tedaviye-ihtiyaci-var,654400
[7] http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/992863/Muharrem_ince_nin_ozellikleri.html