Petrolünüz ya da doğal gazınız varsa döviz rezervleriniz ‘dağ gibiyse’ paranızı sabit kur rejiminde tutabilirsiniz. Doğal kaynak zengini ülkelerin merkez bankaları devasa döviz ve altın rezervlerine sahipler. Böylece kendi paralarını sabit kur rejimi içinde istikrarlı biçimde tutabiliyorlar. Örneğin Suudi Arabistan 1980’li yılların ortasından bu yana dolar kurunu 3.75 seviyesinde tutabiliyor. Bankacılık sisteminin, dış ticaret ya da dış ödeme nedeniyle döviz ihtiyacı olduğunda Suudi Arabistan Merkez Bankası’ndan 3.75’lik kurdan dolar alabiliyor. Petrol çıkaran neredeyse tüm Körfez ülkeleri bu şekilde.
Bu merkez bankalarını tek yaptığı şey, paralarını dolara bağladıkları için (peg) ABD Merkez Bankası Fed faiz arttırdığında, aynı ölçekte faiz artırmaları. Böylece ülkeler arası faiz farklılığı ya da arbitraj penceresi açılmasına yol açmadan birlikte hareket ediyorlar.
2018 sonrası ‘Başkanlık rejimi’ altındaki Türkiye’nin ekonomi yönetimi de bir acayip kur rejimi yürütüyor. 2019 yerel seçimleri öncesinden başlayarak ‘arka kapıdan’ döviz satışı yaparak TL’nin değerini koruyacağını düşünen bir yapı oluştu.
Bakarsanız kâğıt üstünde “dalgalı kur rejimi” var; ama uygulamada, ne ‘sabit kur’ ne de ‘sürünen kur’ ne de ‘yönetilen dalgalı’ denilebilecek bir ‘keyfi kur sistemi’ uygulanıyor.
Sadece ‘ne idüğü belirsiz’ kur rejimi değil, aynı zamanda kambiyo rejimi de bir acayip sisteme dönüştü. Bakarsanız kâğıt üstünde 1989’dan bu yana serbest halde olan kambiyo rejiminde şimdi, örtülü kısıtlayıcı ve markaj uygulayan bir ‘büyük birader sizi izliyor’ uygulaması var. İhracatçının dövizinin yüzde 40’ını Merkez Bankası’na satılması zorunluluğu gibi düzenlemeler ile yapılanı var, bir de herhangi bir düzenleme yapılmadan, keyfi biçimde ‘masa altı’ sopalarla yapılan işler var.
Bankacılık sistemine giren-çıkan, alınan-satılan tüm döviz işlemleri online olarak izleniyor; bankalar aranıp ‘size taze 10 milyon dolar gelmiş, satacaksınız değil mi?’ diye sorularak baskı uygulanıyor, “şu saatten sonra şirketlere döviz satışı yapmayın” deniliyor. TL kredi kullananın döviz alması engelleniyor. Bankacılar, TL kredi kullanıp döviz almış olan şirketin işleminin iptal edildiğine dair örnekleri anlatıyor.
Merkez Bankası ihracatçıya, kazandığı dövizlerin yüzde 40’ını kendisine getirilerek satılması zorunluluğu koyuyor; ihracatçı getirip Merkez Bankası’na satıyor, aynı ihracatçı sonra aynı dövizi gidip piyasadan satın alıyor.
Merkez Bankası’nın, yurtiçi bankalara ‘döviz almayın’ dediği saatlerde, bankaların müşterileri yabancı bankalardan satın alıyor, Merkez Bankası da gidip platformlarda yabancı bankalara satıyor. Tam bir o bilinen 5-6 delikli masa oyunu gibi; çaresizce “köstebeğin kafasına vur”.
Artık mali piyasanın rutin işleyişi, kurallı yapısı yok. Tersine yürüttükleri gündelik keyfi kararlarla kurumun itibarını yok eden bir yönetim sergileniyor. Öyle ya, kendi araçlarıyla parasının değerini korumayan, koruyamayan Merkez Bankası yönetimi, şirketlere, bankalara telefon açarak ‘döviz satma ricasında’ bulunuyor. Bu ‘çaresizlik’ görüntüsüyle hangi merkez bankası parasının itibarını ve değerini koruyabilir ki?
Uygulanan kur rejiminin hiçbir kılavuzu, kerterizi yok. Ne enflasyonla ne pariteyle ne de belirlenmiş bir parametreyle.
Örneğin ABD doları uluslararası piyasalarda son bir ayda yüzde 3.5 değer kazanarak son 20 yılın en yüksek değerine ulaşırken, diğer ülke paraları değer kaybetti. Türkiye’de ise dolar kuru yaklaşık yüzde 2 arttı. Yani, ABD Merkez Bankası, bastığı para değer kaybetmesin, satın alma gücünde kayıp olmasın diye faiz arttırıyor. Buna bağlı olarak dolar değer kazanırken, kendi parasının faizini düşüren TCMB yönetimi, dolar değer kazanmasın diye gümbür gümbür borç-harç bulduğu dolarları satıyor.
Bu dolarlar da ‘dost ülkelere’ el açılıp borçlanılan dövizler.
Ekonomist İbrahim Aksoy, yaptığı hesaplamada Merkez Bankası’nın Eylül ayında piyasaya 18.4 milyar dolar sattığını tahmin ediyor.
30 Haziran tarihli Merkez Bankası vaziyeti de bankanın dövizde açık pozisyonunun 59.1 milyar dolara çıktığını gösteriyor. Ağustos sonunda ise bu açık 51.8 milyar dolardı.
Şimdi son dönemece girildi.
Onca ihracat dövizine, turizm gelirine el koyan, her diplomatik platformda muhataplarından swap ya da depo ne çıkarsa ricacı olan ekonomi yönetimi, geçen yıla göre en az yüzde 50 artmış bir enerji faturası ile karşı karşıya.
Ağustos ithalat verileri gösteriyor ki 7.1 milyar dolarlık bir aylık enerji faturası ödenmiş. 2021 ağustosunda 3.6 milyar dolar olmuştu. Yani iki katına çıkan bir tablo var. 2022 Ocak ayında enerji faturasının 8 milyar dolar olduğu hesaba katılırsa aylık 10-15 milyar dolarlık faturalar ufukta görünüyor.
Ekim 2021-Ocak 2022’de 4 aylık toplam fatura yaklaşık 25 milyar dolardı. Şimdi bunun iki katına yakın bir ödeme ufukta görünüyor.
Faiz takıntısını uydurma bir politikaya montajlama çabasıyla ortaya çıkan ve döviz rezervlerini eritip bitiren, yüklü bir açığı çevirmeye odaklanılan bir tabloda şimdi enerji faturasını ödeyecek çareler aranıyor.
Bloomberg’in verdiği, BOTAŞ’ın Rusya’ya ödemelerinde erteleme arayışına dair haberi Ankara tarafından yalanlanmadı. Rusya, Macaristan’a bile vadelendirme ya da erteleme yapmadı. Fiyat seviyesinin 300 Eur/Mwh’ı aşması halinde, aşan kısmı ötelemeye dayalı kolaylık olduğu anlaşılıyor.
Bu yolun yol olmadığını söyleyen iktisatçıları ve uzmanları “mandacı” diye yaftalayan Ankara siyaseti şimdi, doğal gaz ödemeleri için ertelemede son sözü söyleyecek olan Putin’in iki dudağına bakıyor. Diğer taraftan da “MIR kartı kullananı yakarım” tehdidi altında ‘uyum’ sağlıyor.
Türkiye bir taraftan Rusya’yla yakınlaştıkça ve Batı tarafından yürürlüğe konulan ambargo ile kısıtlamalara katılmazken, giderek Batı’nın ‘ikincil yaptırım’ markajına yaklaşıyor. MIR’de olduğu gibi Batı’nın kaş çatmasına pas verdiğinde Rusya’dan beklediği finansman kolaylığından uzaklaşıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan cumartesi günü yaptığı konuşmada “Enerji ve emtia kriziyle başlayan sorunlar sebebiyle gelişmiş ülkeleri gerçekten sıkıntılı bir kış bekliyor” derken arz sorununa işaret ediyordu etmesine de eğer finansal bağlamda “Sıkıntılı kış geliyor” repliğine yakın bir yer varsa orası da Türkiye olacak.
Olmayan olguları yakıştırma ile ‘onaylandıklarını’ anlatan söylem de devam ediyor. Erdoğan, aynı konuşmada “Küresel ekonominin tüm önemli kurumları ve aktörleri bizim uyguladığımız programı teyit ve tavsiye eden açıklamalar yapmaya başladı” diyordu. Gerçek şu ki küresel platformda hiçbir kurum “faiz indirerek enflasyon düşürmeyi” ya da “enflasyonu bırakıp büyümeye bakmayı” önermiyor. Kimse de Türkiye iyi yaptı demiyor. Söylenen, faizlerin gelişmiş ülkelerde sert biçimde arttırılmasının hasar yaratabileceği. Dezenformasyon adı altında sansür yasası çıkaran siyasetçiler, gerçeği bükmenin daniskasını sunuyor bize.
Belli ki UNCTAD’ın yayımladığı son rapordan Ankara’da böyle bir olmayan sonuç çıkarılmış. Raporda söylenen şuydu aslında: ‘gelişmiş ekonomilerdeki cari parasal ve mali sıkılaştırma politikası hızlı bir şekilde değiştirilmezse dünya küresel bir resesyona ve uzun süreli bir durgunluğa doğru gidiyor’.
UNCTAD’ın vurgusu, gelişen ülkelerdeki sert-hızlı parasal sıkılaştırmanın gelişen ve mali gücü olmayan ülkeleri, bu süreçten daha fazla etkileyeceğidir. Özetle, ‘hızlı gitmeyin, gelişen ülkeleri, yoksul ülkeleri hesaba katın’ deniyor.
Aslında bu UNCTAD raporuna bakarak ters yönde ilerleyen kendini görmesi gereken Ankara’nın, “bizim yaptığımıza doğru dediler” sonucu çıkarması çok büyük bir trajedi.
Neden böyle oldu? Çok basit. Çünkü bu UNCTAD haberi Erdoğan’ın izlediği haber kanalında şu başlıkla verildi: “Birleşmiş Milletler de 'Türkiye Ekonomi Modeli' dedi: Dünyaya 'faizi düşürün' çağrısı”.
Raporda faiz düşürün çağrısı yok. Gelişen ülkeler faiz düşürsün çağrısı yok. Gelişmiş ülkelerin sert artışa gitmemesi vurgusu var.
Bilmiyorum hangi ülke ya da kurum Türkiye’nin son 1 yılda izlediği politikayı teyit ya da tavsiye etmiş, daha henüz yeni Ankara’yı ziyaret eden EBRD Başkanı, Reuters’ın haberine göre bu politikaya anlam veremediğini anlatan cümleler sarf etmiş.
Erdoğan’ın aynı konuşmada seslendirdiği “Her geçen gün, her geçen hafta, her geçen ay faiz düşecek” repliğini hayata geçirecek Ankara’nın, bu kış demir atacağı yer ise kullanabilir dövizin kalmaması, kurun tutulamaması, enflasyonda baz etkisinin yerle yeksan olması, sonunda da sermaye kontrolüne ‘devrilmek’ olacaktır.
Uğur Gürses kimdir?Uğur Gürses, 1985 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye) İktisat Bölümü'nden mezun oldu. Çalışma hayatına 1986 yılında T.C. Merkez Bankası'nda başlayan Gürses; döviz kuru politikası, döviz rezerv yönetimi ve açık piyasa işlemleri alanlarında çalıştı. 1994-2000 yılları arasında özel ticari bankalarda yöneticilik yaptı. 2001 krizi öncesinde bankacılığı bırakarak TV kanallarında ekonomi yorumculuğu yapmaya başladı. 1999 yılında Yeni Yüzyıl gazetesinde başladığı günlük ekonomi ve finans yazılarına, daha sonra Yeni Binyıl gazetesinde devam etti. 2001-2014 yıllarında Radikal gazetesinde, 2014-2018 arasında da Hürriyet gazetesinde yazdı. 2018'den sonra kişisel blogunda (www.ugurses.net) ekonomik gelişmeleri yorumlayan Uğur Gürses, Aralık 2021’den itibaren T24’te yazmaya başladı. |