"Karar verdim, gazeteci olacağım" diye masasının ucuna iliştiğimde, seksenlerin başıydı. Bir kez daha uyarıyorum dedi:
- Bu meslekten para kazanılmaz. Eğer zengin olmak istiyorsan git başka bir iş yap! Okulunu bitir, kaymakam falan ol.
"Zengin olmak değil, gazeteci olmak istiyorum" dedim, alınganlıkla. Gerçekten istemiyordum. Bu adli sicilimle zaten kaymakam falan olamazdım. Her şeyi biliyordu; staja başlamak için "On parmak daktilom var" diye yalan söylediğimi de, 12 Eylül kaçkını olarak Mülkiye'ye kapak attığımı da...
"Yarın başla ama kadro yok, para yok, sadece sınavlarına gidersin" dedi ve ekledi:
- Bu meslekte herkesin bir ağabeyi vardır...
Dediği gibi, gazeteciliğin "mektepli" değil "alaylı" bir meslek olduğunu, "ağabeyler"in gözetiminde yapılarak öğrenildiğini zamanla gördüm. Cumhuriyet Ankara Bürosu'nda bir tek "Erbil Abi" değil, "abiler, ablalar" vardı. Bazıları birkaç yaş, bazıları çok daha büyüktü. Işık Kansu, Sedat Ergin, Ufuk Güldemir, Ahmet Tan, Hasan Uysal, Faruk Bildirici, Kenan Mortan, Havva Can, Betül Uncular, Jülide Gülizar, Rafet Genç.
Ankara Temsilcisi Yalçın Doğan, istihbarat şefi Erbil Tuşalp, yazarlar Mustafa Ekmekçi ve Uğur Mumcu, az sayıda idari çalışanla birlikte Konur Sokak'taki dört oda bir salona sığışmıştık. 12 Eylül geçmemiş, icazetli yeni partilerin girecekleri seçimler de henüz yapılmamıştı. Beklenen Özal değil, MDP'nin paşa emeklisi Sunalp'ın kazanmasıydı.
Ziyaretçi akınına uğrayan büroda, en çok rağbet Mustafa Ekmekçi'yeydi. Kendi odasında yan yana dizilmiş sandalyelere sıkış tepiş oturan konuklarını hemen bitişiğinde boş duran Uğur Mumcu'nun odasında beklemeye alır, onlar gittikten sonra ikinci partiyi boşalan sandalyelere yerleştirirdi.
Öğlene doğru büroya gelen Uğur Mumcu'nun ilk işi iğneli esprilerle sigara dumanına boğulmuş odasını havalandırmak olurdu. Geleni gideni hiç eksik olmayan bir diğer kişi de Erbil Tuşalp'ti... Ziyaretçilerini sessizce dinler, soru sorar, not alır, belgeleriyle birlikte "arşivim" dediği arkasındaki dolaptaki karton kutulara öylesine yerleştirirdi ki sonradan çok ses getiren kitabı olacaktı.
Sekreterimiz elbette yoktu. Bitiştirilmiş masaların üzerinde duran paralel telefonlara kapanmadan "planjon edip" kimlerin kimi aradığını not almak, notları masadaki kül tablasının altına sıkıştırmak, büroda en yeni olan benim görevimdi. Ama ilk işim, sabah gelir gelmez, PTT'den İstanbul'a "basın öncelikli" telefon sırası almak, öğleden sonra ancak bağlanan telefonlardan, haber merkezine bazı haberleri okumaktı. Tabii, Meclis'te olan biteni anlatan ve telefonla sayfalarca yazdırılan haberleri, boynumun arasına sıkıştırdığım ahizeyle daktiloya dökmek de görevlerim arasındaydı.
Önemli haberleri bizzat kendi daktilosuyla almayı yeğleyen Haber Müdürü Yalçın Bayer'in aralara sıkıştırdığı sorulara yanıt verebilmek, konuya hakimiyet, hız ve sessizlik gerektirirdi. Büroda sekreter gibi sessizlik de yoktu. Okuduğum, yazdığım, aktardığım her haber, konuştuğum her kişi, hızla aldığım notlar, yoğunlaştırılmış bir muhabirlik eğitimi oldu benim için.
Küçücük Ankara Bürosu, 12 Eylül'den çıkmaya uğraşan Türkiye'nin güçlü bir entellektüel motoruydu. Hatırımda kalan, Ece Ayhan, o günlerde, Cumhuriyet gazetesinin genç yaşlarına rağmen, olgun muhabirlerinin yazdıklarını değişen "gazetecilik" dili ve üslubu için örnek göstermişti.
Cumhuriyet de, diğer gazeteler gibi "miştir, mıştır" ekli haber dilini geride bırakmakla kalmamış, tek kanallı devlet televizyonunun düzgün "haber" vermediği ülkede, olanı biteni sıcağı sıcağına tarif eden, okuyucuya hissettiren, canlı-organik haberler vermeye başlamış, farklılaşmıştı.
Hasan Cemal'in İstanbul'dan yönettiği, Ankara Bürosu'nun bazen işleyen mikrofonla, çoğu kez telefon ahizesi ile katılım sağladığı sabah saatlerindeki haber toplantıları ülkede ne olup bittiğinin, ne yapıldığının özeti ve planlamasıydı.
Daha erken bir saatte, Ankara'da yapılan, atlanan haberlerin hesabının verildiği ön toplantıda oluşturulan en az iki daktilo sayfalık "Ankara gündemini" okuyup anlatmak da istihbarat şefi Erbil Tuşalp'in işiydi. Günde 60 ile 100 arasında irili ufaklı haberin teleks, telefon (bir adet faks cihazı daha sonra edinildi) marifetiyle İstanbul'a geçildiği büroda, İstanbul'un kullanmadığı haberleri her gün hiç bıkmadan hatırlatmak, Erbil abinin günlük işleri arasındaydı. "Kullanılmayan haberler" diye gündemin altına sıralamayı hiç ihmal etmez, telefonda bağıra çağıra haber merkeziyle kavga ederdi. "Huysuzluğunun" adını yine kendisi koymuştu. Huysuzluk yapanı ya da patavatsız laf edeni, "Erbilleşme!" diye uyarırdı. "Ankara Cumhuriyet Bürosu" mahreçli siyasi haberlerin gazetedeki sayısını hava durumu gibi iyi bilirdi.
Uğur Mumcu, İlhan Selçuk, Ali Sirmen, Oktay Akbal, Mehmet Kemal'den Murat Belge, Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Osman Ulagay'a kadar açılan yelpazenin temsil ettiği gazete, o zor günlerin zindan kapılarını bir bir açıp, ardına kadar dayayan eşi bulunmaz siyasi bir anahtardı.
Cumhuriyet gazetesi; Kemalizm mirası kurumların, Atatürkçülük adına kapatıldığı, 'Goebbels tipi' propaganda ile baskılanmış, yüzlerce gazetecinin içeri girdiği, bir o kadar üniversite hocasının işten atıldığı, idamların olduğu, cezaevinde ölen bin kişinin yarısının işkenceden kaybedildiği ülkede, Güneydoğu'da dışkı yedirilenlerin, boş arsalarda gömülü bulunan faili meçhul kemiklerin cesurca sergilendiği bir sahneydi.
Dönemin SHP'sinin genç genel sekreteri Fikri Sağlar da "Erbil Tuşalp" üzerine yazısında bu manzarayı aktarır*. Cumhuriyet, geçmişin Mehmet Ali Aybar'ının, Behice Boran'ın, günün çıkmaz sokaklarındaki gençlerin, Kürtlerle parlamentoda ittifak kurmuş SHP'nin, Evren'e karşı Demirel'in, adı yeni yeni duyulan Chomsky'nin, derslere alınmayan ya da dernek kuran öğrencilerin de gazetesiydi. 90'ların başında, bir yandan tirajı, hafta sonu verilen eklerle 150 bini aşıp, 200 bine dayanırken, diğer yandan yeni gazetecilik dili, özel televizyon haberciliği, Ankara haberciliğinin azalan ağırlığı ve Türkiye'de değişen siyasi tablo Erbil Abi'yi, Cumhuriyet gazetesinin kendisinden az daha önce ayrılık noktasına getirdi.
1991 yılında "liberallerle" yaşanan Cumhuriyet'teki büyük kırılmada, o artık gazetede değildi. Cumhuriyet'in 12 Eylül sonrasında var ettiği, Hasan Cemal'in deyişiyle "vazo" kırılmıştı. Sovyetlerin yıkımının kesinleştiği, tarihin bittiği ve liberalizmin mutlak zaferinin ilan edildiği günlerde "büyük kırılma" kaçınılmaz hale gelmiş ya da getirilmişti. Cumhuriyet'le yolları ayrılan Erbil Tuşalp, sanki bu kırılmanın ilk işaretiydi ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Başka yerlerde, başka gazetelerde çalıştı. Ama hiç olmadı, ne o, ne de onlar rahat etti. 2000'lerin başında Yeniköy'de Ziraaat Bankası şubesinde rast geldik. Yıllardır ücretlerden kestikleri, hiçbir işe yaramayan "konut nemalarını" almaya gitmiştim, bankta oturuyordu. "Emekli maaşımı almaya geldim, iyiyim işte, sen iyi misin?" dedi. "B.k'a sarmış gazetecilikten" kısaca konuştuk ama yorulmuş gibiydi, "Belki İstanbul'dan gideceğim" dedi. Bir süre sonra da gitti. Karaburun'a yerleşti. Seyrek haberleştik, sosyal medyadan takip ettim. "Koah" olduğunda aradım, kısa kısa konuştuk. Hâl hatır sorduk. Gazetecilikten söz bile etmeden.
Yıllar sonra, 2015'te seçim sonrası, Cumhurbaşkanı ile apar topar görüşmeye giden Baykal'ı eleştirdiğim için Halk Tv'den kovulduğumun hemen ertesi günü, telefonla aradı. "Bak, şimdi ne kadar günahın varsa hepsi affoldu" dedi. Doğru yaptığımdan hiç bir kuşkum kalmadı. Ertesi sene yolumu Karaburun'a düşürdüğümde, onu herkesin tanıdığı çay bahçesinde buluştuk. Yüz yüze konuştuk. "Helalleşelim" diye başladı, gazetecilikten dem vurduk, çıktık.
Erbil abinin ve zihniyetinin artık var olmadığını, yeni bir tür gazeteciliğin hakim olduğunu daha çok idrak ettim. Elindeki belediyelerin maddi desteği altında, muhalefeti sadece siyasi iktidara muhalif olmaya indirgemiş alternatif bir medya, basın özgürlüğünün, haber alıp verme özgürlüğünün bayrağı olabilir mi?
İsteği üzerine helalleştik, ayrıldık. Bir zaman sonra, Tünel'den Taksim'e işten atılan gazeteciler için CHP'den milletvekili olmuş eski gazetecilerle birlikte, basın örgütleri pankartları altında yürürken onlara, "Ben de işten atıldım hatırlarsanız" dedim. Ama gülemedik.
Bugün manzara daha ağır. İşsiz ya da içeri tıkılan gazeteciler, üniversiteden atılan öğretim üyeleri, Goebbles'i aşmış propaganda ağı... Biz ise Erbil Abi'yi önceki gün İzmir'de toprağa verdik. Parçası olduğu muhalif gazeteciliği ise, daha önce toprağa vermiştik. İkisine de katılım yüksekti. Ama bu tam tersine, gazeteciliğin bittiğini değil, yaşadığını ve güçleneceğini gösterir.