Bir şey olamadığımız zaman almaya çalışıyoruz. Olmak ve almak arasında kendi itibar açlığını doyurmaya çalışan bir insanlar topluluğu oluverdik hiç farkında olmadan. Sürekli bir yerlere yetişmek, ulaşmak zorundayız. Bu uzaklık da olabilir, yükseklik de. Dikkat çekmeye, önemli olmaya, büyümeye çalışıyoruz. Başkalarının takdirinin değeri onların hiyerarşik değeriyle ilişkilendirilir. Bu yüzden "önemli" bir yerden takdir edilmiş olmak lazım. Bu sayrıl statü endişesi kişi olmanın önünü keserken bir yerlerin sana verdiği bir unvana sahip olmayı başarıdan sayıp onunla yetinmek de mutluluğa dönüşüyor. Çünkü artık yukarıdasın. Elinden tutup, yaşıyor olmanın tesellisini bulacağımız bir kendilik bile edinmemişken saygın bir unvanla anılır olmak istemek öylesine sefil bir yarım kalmışlıktır ki…
Biz zamanı değil zaman bizi kullanıyor; üstelik bu zaman, başkaları tarafından bize sunulan bir kısıtlı olasılıklar sınavına dönüşüyor. Neyi, ne kadar hangi zaman diliminde yaptığın, bir işi ne kadar iyi yaptığından daha önemli oluyor. Zihnimizi ve bedenimizi ödünç almışız gibi yaşama tutunmaya çalışırken kendimize kaldığımız zamanları bize bahşedilen bir özgürlükmüş gibi minnet duygusuna kapılıyoruz. Başkalarının –ki bu iktidar olmalı– kendi adımıza konuşmasını bir üstünlük hakkı olarak görmeye alıştırılmış bireyler olarak kendi fikrimizin gereksiz olduğu kanaatine kapılıyoruz. O zaman, kendimizi tek özgür sandığımız alan tecimsel alan oluyor. Kazandığımız para kadar önemli olmak kalıyor geriye. Neo-liberal sistemin bir kapan olarak önümüze sunduğu özgürlük böyle bir özgürlüktür işte. Aldığın unvanlarla ve edinebildiğin nesnelerle bir statü geliştirip toplumdaki "hak ettiğin" yerini almaya çalışıyorsun. Dostlarını ona göre seçiyorsun, gideceğin mekânları ona göre seçiyorsun, sosyalleşme ortamın da bir statü imgesine dönüşüyor böylelikle. Görünür olmanın koşulları seni içine çekerken başkalaşmış olmayı başarıdan sayıyorsun. İşte bu, aslında gizli şovenizmin, sınıfsal statüye yönelik seçkinci arayışın ta kendisidir. Aydın elitizminin içine düştüğü acizlik de işte burada ortaya çıkıyor.
Nerdeyse bir "nesneler uygarlığı" çağında yaşıyoruz. Her birey ne kadar alabiliyorsa o kadar olabilmenin arayışı içinde. Edinme saplantısının kâbusa dönüştüğü bir tüketim girdabı. Nesnelerle olan ilişkilerimize ayırdığımız zaman ve verdiğimiz önem doğanın merkezinden dışarıya doğru savrulduğumuzun göstergesidir. Kullanılmayan, atık olan "benden gayrıdır" anlayışıyla çevreye saçılıyor. Çevre bir nesneler mezarlığına dönüşürken içimizdeki pisliğin görkemli anıtı yükseliyor gözlerimizin önünde. Doğayla olan ilişkilerimizi gözden geçirmenin zamanıyken bir Koronavirüs belası sardı bizi. Şimdi de nasıl steril yaşamak durumunda olduğumuzu tartışıyoruz. Nesnelerle olan ilişkimizi kontrole yönelik dokunma ve kullanım kılavuzları geliştiriyoruz. Doğaya dönmek yerine daha da derinde duran bir temas fobisine yöneliyor insan. Asıl felaket bu olacak; doğanın bize bahşettiği savunma ve bağışıklık sistemimizi imha etmekle herhalde yeni robotik bir yaşamın kapılarını aralıyoruz. İnsanca oluştan kendimizi eksilte, eksilte insan şeklinde ama insansız kara araçlarına dönüşeceğiz. İçimize kapandık sonra tahakkümün de çerçevesi daralıyor. Dünyayı yönetmek isteyen o hastalıklı zihniyet insanlığa kendinden vazgeçme hastalığını bulaştırıyor; korona virüs ne ki?
Evde kapalı kaldık uzun zaman; tuhaf bir savunma ve korunma önlemi olarak birbirimizden sakındık bedenlerimizi. Hiçbir zaman olmadığı kadar içinde yaşadığımız şu doğanın dışarısı olan evlerimizi sorguluyoruz şimdi. Mobilyalar, eşyalar yaşantımızın birer uzvuna dönüşerek hiç aklımıza getirmediğimiz nesne ontolojisinin bir parçası kıldı bizi. Edindiğimiz her eşya statümüzün göstergesiydi de. Özneden nesneye hiç bu kadar yaklaşmamıştık. Yürüyüş yollarımız kısaldı. Mutfak ve lazımlık arası yeme ve dışkılama gibi organik bir kılgının gönüllü deneylerine dönüştük. Zihinsel yollarımızı uzatarak bir başka yürümenin yolcusu olduk. Sosyal iştahımızı bir ilişki diyetine sokup hayatta kalmaya çalıştık. Ev, hayatta kalmanın seyircisiz bir sahnesine dönüştü. Tek tesellimiz, hem aktör hem de yönetmen olarak kendi yaşam kesitlerimizden başkalarına enstantane filmler izletmek oldu sosyal medyada; ben hâlâ yaşıyorum diyebilmek için.
Öyle işte, aldığın unvanlar, aldığın eşyalar ne kadar alabildiğin konusunda sana ayrıcalıklı bir konum kazandırmış olabilir. Ancak öyle anlar olur ki bunların hiçbir anlamı kalmaz. Eğer hayatımızdan geriye kalanın insanlık adına bir anlam taşımasını istiyorsak, bize kanıksatılan tüm yanlış doğrulardan ve alışkanlıklarımızdan arınmamız gerekecek. Zor olacak, çünkü iyiyi ve güzeli aradığımız her ne varsa aslında kendi varlığımızın anlamına iğreti duran şeylerdi. İyinin ve güzelin yeniden tanımını yapmak gerekecek. İnsancıl olanın, adil olanın, gerekli ya da gereksiz olanın, yaşamsal olanın, hakikatin ve yalanın yeniden tanımını yapabileceğimiz yani bir insanlık haline ihtiyacımız var.
İçimizin farkına varamadığımız derinliklerinde ya bir cenin var doğmasını arzu ettiğimiz ya da kendi cesedimiz yasını tutamadan yaşadığımız. Hangisi? Bunun farkında olmak lazım!