Sıradan insanlar – toplumun büyük bir çoğunluğunu oluşturan kitleler – siyasetin ve siyasetçinin kendi gözetimleri altında olduğu yanılgısı içindedirler. Gözetlenen aslında toplumun kendisidir. Günlük yaşamın denetim altına alınması için büyük çaba harcayan siyaset kurumu tıpkı büyük şirketler gibi kendi tüketici kitlelerine şekil vermeye ve onları kendi varlıklarına muhtaç hissettirmeye çalışırlar. Bunu yapmanın tek yolu ise toplumu devamlı gözetim altında tutmaktır. Bu durum doğal olarak değişime duyarlı olmayan kemikleşmiş bir statükoyu kaçınılmaz kılar. Her siyasi oluşuma yaklaşan birey kendini bu statüko üzerinden tanımlar ve edilgen bir benlik sunumu ile kendi varlığını anlamlandırmaya çalışır. Dolayısıyla statüko sadece etki öznesi olan siyasi kurum değil, nesneleşen ve bedenini bir başka akla teslim eden bireyin kendisidir de. Burada artık insan merkezli bir politikadan değil, siyasi örgüt merkezli bir politikadan bahsedebiliriz. Enstrüman olan artık partiler değil, partilerin belirlediği siyasi kimlikle özdeşleşen bireylerdir.
Elbette ki siyaset kurumunun merkezileştirdiği bu statüko kendi ikna etme yöntemlerini de devreye sokarak etkili bir retoriğin oluşmasını sağlamak zorundaydı. İşte benim üzerinde durmaya çalışacağım şey bu retoriğin nasıl bir iletişim mekanizması üzerinden siyasetin yaşamın merkezine alındığıdır.
Aristo’nun ikna sanatı diye adlandırdığı Retorik, yine Retorik adlı kitabında üç ana kategori altında ele alınmıştır: Ethos, Pathos, Logos.
Ethos: Kişilikli karakterin ön planda olduğu ikna etme girişimi.
Pathos: İhtiras ve coşkuyu aktive ederek ikna etme girişimi.
Logos: Akla yatkınlık ve doğruluk nosyonuyla ikna etme çabası.
Siyasi erk (güneyde olsun kuzeyde olsun fark etmez) böyle bir retorik yapısı üzerinden duygudaş ve inananlar kitlesi oluşturuyor. Kendi seçmenlerinin kalıcılaşmasını ve çoğalmasını sağlamakla aslında statükonun da sağlamlaşmasını sağlıyor. Statükonun her zaman biat eden kitlelere muhtaç olduğunu bilen siyasi erk her zaman için bir yetke modeli yaratarak onunla kendini var kılıyor.
Ethos, etik yargıların ön plana çıktığı bir ikna yöntemidir. Kendini savunan taraf kendi ahlaki değerlerine yaslanarak vicdanın sesine kulak verme çağrısı yapıyor. Kıbrıslı Türkler, 50’li yıllardan 1974 yılına kadar Kıbrıslı Rumların planlanmış dışlamacı girişimlerini etik bulmuyorlar. Kıbrıslı Rumlar ise 1974’de bir işgalle sonuçlanan Türkiye’nin müdahalesini etik bulmuyor, insan haklarını ve uluslararası hukukun ön gördüğü sorumlulukları hiçe sayan ahlaksızca bir davranış olduğunu öne sürüyor. Aslında iki tarafın da etnik bencillik üzerine kurduğu siyaset anlayışını kendi ontolojik kaygılarını gidermek açısından mubah görürken öteki topluma karşı pek de ahlaklı davranmıyordu. İki toplumun da siyasi elitlerinin bu etik temelli ayrışmaya aynı oranda katkı koyduklarını söyleyebiliriz. Toplumların kendi etik yargılarına göre inşa ettikleri semantik dil aslında güçlü bir ‘yok sayma’ retoriğinden başka bir şey değildi.
Pathos, coşku ve ihtirasın beslenerek sosyal psişik dinamiklerin harekete geçmesini sağlayan, nesnel algıyı ikinci planda bırakan, aktivasyon ve motivasyona dayalı ikna yöntemidir. Her iki toplum da mağduriyet duygularıyla beslenerek kendi hak arayışını meşru kılmaya çalışıyor. Siyasi erk bir tür duygu kuluçkalığı yaparak kendini mağdurlara kol kanat geren analık imgesine sığınıyor. Merhamet duymak, acımak, ağlamaklı olmak gibi duygusal haller genelde savaşta ölenler ve kayıplar anımsanırken ortaya çıkar. Savaş mağdurunun kendini merhamete teslim edebilecek kadar acı çekmiş olması siyasetçinin kendilerini sağlama aldığı statükonun yaşamasına da vesile oluyor. İki toplumun özellikle sağ siyasi odaklarının da göçmenler, şehitler ve diğer savaş mağdurları üzerinden propaganda yapması bir rastlantı değildir.
Logos, akla uygun olanı temsil etse de doğruların kesin bilgilerden kaynaklandığı kanaatini oluşturmak için kanıtlar üzerinden ikna etmeyi yeğler. Retoriğin üçlü ayağından bir olan logos, duyguyu ve ahlakı haklı nedenlere dayandırmak için çaba gösterir. Karşı tarafı suçlamanın araçlarını donanırken ya da karşı tarafı etkilemek için gerekli olan kanıtları ortaya koyarken aklın kanaatine yöneliyor. Siyasiler genelde haklı çıkmanın dayanaklarını demagojik argümanlarda ararlar; ancak doğrulanmamış kanı sadece bir yalandan ibarettir. İşte burada logos’un bir doğruluk paradigması oluşturmaktan uzak kaldığını görürüz. Yine de etkili bir ikna yöntemi olmaya devam ediyor. Çünkü aklın bir yolu değil bin bir yolu vardır...
Sadece hitap ortamlarındaki ya da yazılı metinlerdeki retoriğin değil, görsel retoriğin de sıkça kullanılan bir yöntem olduğunu hatırlamamız lazım. Ethos, Pathos ve Logos genelde aynı çerçeve içinde verilen görsellerde üçlü olarak yer alır. Katliam görüntüleri, savaştan arta kalan yıkıntılar, toplumların inanç duygularına hitap eden ibadet yerlerinin harabe halleri, hak mücadelesi veren mağdurların kitle görüntüleri, milli törenlerdeki geçit resmi görüntüleri vs. merhamet, coşku ve aklın yargısına sunulmuş görsel retorik araçlarıdırlar.
Ayrışma ideolojisinin temellerinin atılmasında oldukça önemli bir etkisi olan retoriğe dayalı ikna yöntemi yıkılması güç bir statükonun yapı taşlarını oluşturdu. Miadını doldurmuş retorik yaşamımızın merkezine oturan statükonun merkez olmaktan çıkmasını nasıl etkileyebilir(?) şimdi bunu düşünmenin zamanıdır. Politika insanına insan da kendini merkez alan politikasına kavuşmalıdır. Statüko bizim korkularımızın, çıkarlarımızın, yalanlarımızın ve intikam yeminlerimizin bir abidesidir; onu yıkmak geleceğin eşiğinde olmak demektir; gerisi sevginin ve barışın diline kalmıştır.