Ütopyanın olmadığı yerde, imkânsızın politikasını yapmakla yetinen eylem özürlü bir modernlikten bahsedebiliriz ancak. Düş kurma yeteneğinden yoksun olan ve sadece olağan olanın olagelmesini planlayan bir zihin, aynı zamanda değişim iştahından da yoksun bir zihindir. Eleştiri, böyle bir zihnin, ihtimallere karşı eğilgenliğin imkansızı isteyen bir dirence dönüşmesini sağlar. Eleştirel aklın, kendi zafiyetlerini kendi temizleme mıntıkasına alma cüreti göstermesi Romantizmle başlar. Romantizmin polemiksel bir tine sahip olması ve kopuş ile özerklik arayışlarına meyil vermesi bir tesadüf değildi. Doğa vergisi olan coşku ve aklın tahayyül olanaklarını zorlayan fantastik düşünce arasında soluklanan Romantizm, devrimci aklın –varolma direnci olarak– tasarladığı büyük bir yadsımaydı. “Romantizm moderniteyle birlikte var oldu ve sadece moderniteyi ihlal etmek için şu ya da bu şekilde moderniteye iştirak etti. Bu ihlaller her türlü biçime girdi, ama çoğunlukla iki tarzda ortaya çıktı: Analoji ve ironi. (Modernite ve Modernizm, Oktavio Paz)”
Romantiklerin analojik çıkarımlara dayalı evrensel yaşam anlayışı, insanı sadece doğanın bir parçası değil, doğayı taklit eden ve düş kurabilen zeki bir hayvan yerine de koyuyordu. Ancak bu öngörü bütünlüklü bir işleyişi, ahenk ve birliği bozma ihtimalini de saklı tutuyordu. İşte tam da burada ironi, eklemlenmeye karşıt olarak kopma istencini giyinen bir imgeye dönüşüyordu. Saçmayı –düzen kırıcılık ve istisnaya olanak sağlayan bir tasarım olarak- kullanıma sokan Romantikler, moderniteyi, akılcılığın hakikat ve doğruluk kesinliğine mesafe koyan eleştirel bir ihlal olarak içselleştirmişlerdi; bu da, katıksız ironinin kendisiydi.
Yararcılık, görevcilik ve zorunlu uyum anlayışına etik veya politik gereklilik açısından yakın durma sorumluluğunu kendilerine zül gören Romantikler, riski ve rastlantıyı da yaşamın verimli anları olarak deneyimlemek istiyorlardı. İleriye bakabilmenin güvencesi geride bırakılması gerekenlerin seçilmesinde saklıydı. Sırt çevirmek, görmemezlikten gelme tavrından değil, arkada bırakılması gerekenin işaret edilme cesaretinden kaynaklanıyordu. Toplum ve birey arasındaki ilişkinin tıkanmasını -kaçınılmaz sonuç olarak- besleyen muhafazakarlığın kırılmasını sağlayan tek kılgı, tereddütsüz yadsımaydı. Yeni'yi hem rastlantısal bir hadise, hem de yaratıcı düşüncenin coğrafyasında yer edinen bir farklılık olarak gören Romantiklerin emin olmak istedikleri tek şey: 'emin olma durumu'na karşı kuşku'nun yerinin sağlama alınmasıydı.
Günümüzde tuhaf bir şekilde modernite tartışılırken, onun zihinsel geometrisini oluşturan entelektüel yönelmelerin ve tepkisel çıkışların doğasına tanı koymak gibi bir gereksinim duyulmuyor. Modernite, inşası olanaklı somut bir yapıymış gibi düşünülüyor; yapı malzemesi, görünüm, işlev ve sonuçta yer kaplayan bir kütle olarak mevcudiyeti. Halbuki modernite, herşeyden önce ortadan kalkması öngörülenin eksilmeye maruz kalmasını tasarlayan bir iradenin ortaya çıkışıdır. Modernite, kanaatkârlıktan “ya hep ya hiç”e, tatminden tedirginliğe ve tanıklıktan müsebbip olma durumuna sıçramak isteyen özerk kişiliğin içinde konumlandığı bir durumudur. Modernite, ihtiyaca yönelik üretimle boşlukları doldurmak yerine, yeniye yer sağlayan boşlukları oluşturan, eksiltmeye yönelik bir eylem modalitesidir. Öncelik, boşluklar oluşturarak oraya neyin gireceğinin hayalini kurmaktır. Romantik yadsıma ve ütopik düş-kurguculuğun zamanı gebe bırakma hamleleri modernitenin girişimci ve girgin karakterini oluştururken, hayal kırıklığı ve yılgınlık -ironinin gereği- sadece bir şaka olarak algılanır.
Moderniteyi karakterize eden kavramların dökümünü yaptıktan sonra, Türkiye'nin ilerici sol entelekyasını, ulus-devletçi sol veya Kemalist aydınlanmacıları, Türk-merkezci ülkücüleri, Türk-İslam sentezcisi milli görüşcüleri, Ilımlı Anadolu İslamcıları ve muhafazakâr sağ kesimlerini yan yana koyarak Türkiye'de modernitenin kapsamına giren eğilimlerin hangi kesimden gelmesi gerektiğini düşünmeye başlayabiliriz? Bir kere modernite her ülkenin koşullarına göre görünüm ve hareket kabiliyeti kazanan politik ve estetik bir yönelimdir. Batının modernitesi mi, yoksa Türk modernitesi mi diye ayrı modeller saptayabilmek olası değil. Hele hele “Modern Türkiye Cumhuriyeti”nin batılılaşma gibi bir projeye sahip olduğu ortadayken. Dikkat edersek “Batı” diyoruz Fransız veya Alman değil. Ya da tersten bakarak meseleyi “Doğu modernitesi” diye ele alalım. Bu ne kadar doğru olur? Doğunun düşünce coğrafyasında batılı anlamda bir modernitenin projelendirilme imkânı nerdeyse yok.
Doğu felsefesi veya doğulu yaşam biçimi rasyonaliteye dayalı bir inşacılığı davranışlara yansıtma iradesini benimsemiyor. Doğu'da ve Batı'da dikkat edilen, ilgi duyulan ve özümsenen değerlerin metafiziksel düzeydeki algı farklılıkları oldukça belirgindir. Doğu'nun ve Batı'nın dikkat ve algılama modellerinin farklılık göstermesi sadece çevre ve nesne ilişkilerinde değil yaşayış biçiminde öngörülen ihtiyaçlarda da ortaya çıkar. Doğulu, çevresini gözlemler ve mekânla mistik bir ilişkiye girmenin arayışındadır. Batılı, nesnelere ve işlevselliğe dayalı bir ilişkiye odaklanır. Doğu, Batılı anlamdaki bireyselliği toplumsal yaşam modeli olarak benimsemiyor. Batı, bireysel başarı, bireysel hak ve bireysel cefa çekme özgürlüğü gibi, yalnızlaşma risklerini modern bir yaşamın gereği sayar.
Bu iki farklı düşünce coğrafyasının arasında bir ekmek arası gibi duran Türkiye'nin hangi kalıtsal davranışlarla kendi yeni'sini arayacağını kestirebilmek oldukça güçtür. Neden güç? Çünkü modernitenin gerektirdiği kopma, mesafe, özerklik ve özgürlük gibi kavramlar nerede ve neye karşı kullanılacakları üzerine herhangi bir odaklanma yok. Toplumsal yaşamın neresinde boşluklar oluşturulmak isteniyor? Hangi değerlere karşı kopma eğilimi gösteriliyor? Neye göre özerklik, neye karşı özgürlük? “İnceldiği yerden kopsun” diyecek coşku nerede? Boşanma gereği duyulan bağlılıklar hangileri? Hangi etik, politik ve estetik değerler savunuluyor? Özgün bir modernite modeli oluşturuldu mu? Ve daha birçok yanıtsız soru...
Sakın ola, siyasi imge olan türbana karşı ortaya konulan inatlaşma modernite ve regresyon arasındaki bir karşıtlaşma olarak algılanmasın. Sonuçta sosyal normlar gereği iki kesim de aynı konformist yapının iki değişik kostümü içinde –sadece gösteri farklılığı olarak– yer alıyorlar. Ortaya konan imgesel farklılığın arkasında karşıtlaşma denilecek bir sosyal yaşam yoktur. Gösteri sahnesinde “Kemalist” ya da “Ilımlı İslamcı” olunur; kendi propaganda veya görsel retoriklerini kendi iletişim kanallarından kitlelere ulaştırırlar ama toplumsal düzeyden aile kapsamına inildiğinde yine gelenekçilik ve adet ritüellerinde rollerin gereği mutlaka yerine getirilir. Tepkisel siyasi hallenmelerle ekolden gelen siyasi tavır ayrı şeylerdir.
Bu siyasette de böyledir, bilimde de böyledir, sanatta da böyledir. Türkiye siyasetçisiyle, bilim adamıyla ve sanatçısıyla tüm entelektüel ve duygusal reflekslerini ya Avrupa'ya göre ya da Avrupa'ya rağmen yapmak derdindedir. Bir şeye karşı olma gereğinin bu kadar abartılması o şeyin yörüngesinde olunduğunun göstergesidir. Bir şeye göre ayarlanarak iş yapmak ise özerk entitenin olgunlaşmadığını gösterir. Hala enfantilist bir evreyi atlatma ihtiyacında olan Türkiye'nin ortaya koyacağı tavır olsa olsa bir çocuk huysuzluğu niteliğinde olur. Tek çare: birer istisna olarak moderniteyi kendi çapında yaşayan entelektüel ve sanatçıların daha fark edilir eylemlerde kendilerini göstermeleri ve kopmanın, yadsımanın gereği olan tavırlardan kaçınmamaları...
Açıkçası modernlere ya da postmodernlere değil kopmasını bilen romantiklere ihtiyaç vardır. Ortak-uyumcu aklı ihlal etmesini bilen istisna kişiliklere ihtiyaç vardır; piyano barlardan ya da diskoteklerden cami avlularına modernlik endamı satanlara değil... Her türlü dogmatik ve sekter eğilime karşı direniş gösteren Romantizm’e ihtiyaç vardır. Adanma kültürünün özerk kişilik ve kimlik anlayışını körelttiği günümüz siyasi-kültürel ortamında yeniden Romantizm! Bu arada tüm ütopyalar yastık altlarından ve unutulmuş çekmecelerden çıksın!