Hayatı anlamlandıran ve anlamsızlaştıran tümceler içimde dönüp duruyor…
Çok yaşlı bir kadın ve bakıcısı…
Bakıcı kadın da orta yaşın epey üzerinde. Duru, anlamlı bir yüz.
Hayatı anlamsızlaştıran tümceler hep o çok yaşlı kadından ortaya savruluyor.
Paris'te Bir Hanımefendi…
Film biteli saatler oluyor.
İçimde anlamlı ve anlamsız replikler durmak bilmiyor.
Hep hayatın anlamından dem vururuz. Söyler geçeriz.
Hayata dair ne varsa anlamsızlaştırıp, sonra anlamlı bir hayatı özleriz. "Sözcüklerin arkasına saklanan ikiyüzlülük" diyor buna Susanna Tamaro. Zamana nasıl da uyuyor.
Sözüm ona yeni bir yıla yaklaşıyoruz…
Evet, yeni iyidir, heyecan vericidir, umuttur, ama sosyal medyada ortalığı kasıp kavuran "anlamlı" sözler neden bana anlamsız geliyor?
Ne yaparsak yapalım anlamını yitirmiş hayatlardan bir anlam çıkaramayız. Yapsak yapsak Tamaro'nun dediği gibi anlamsızlıklarımızı sözcüklerin arkasına saklar dururuz.
Öyle de yapıyoruz zaten.
Etkili, yetkili koca koca adamların ağızlarından çıkan o "anlamlı" sözlerin anlamsızlığını, nasıl da güzelim sözcüklerin arkasına gizlendiklerini anlamazdan gelenlerle dolup taşıyor dünyamız…
İkili ilişkilerimizde de böyle değil mi?
Gözlerle ağızlardan çıkanlar arasındaki karmaşa sizi de bunaltmıyor mu, anlamsız yüzlerden kaçacak delik aradığınız olmuyor mu?
Uzaklardan Paris'e gelen bakıcı kadın, anlamsız bir hayatı olan yaşlı kadını anlamlı bir hayata sürüklemeyi başarıyor sonuçta.
Çok kolay aslında…
Sahicilik...
Sözcüklerin arkasına sakladığımız ikiyüzlülüğümüzü çöpe atacağız hepsi bu…
Şöyle alıcı gözle baksak, bakabilsek, hala anlamını yitirmemekte direnen hayatların burnumuzun dibinde olduğuna şaşırıp kalırız.
Tıpkı üniversitede öğrenim gören yeğenim Efecan'ın şaşırıp kaldığı gibi.
Efecan, fotoğraf çekmek için İzmir'in yoksul bir semtinin dar sokaklarında dolaşırken köhne bir evin bahçesinin önünde kala kalıyor.
Bahçe, sanki düğün evi; her yanında iplerle sarkıtılmış CD'ler salınıp duruyor. Ağaçların dallarından, çatıdan iplerin ucunda bağlı CD'ler bahçenin üzerini neredeyse kaplamış. Efecan, ortalarda dolaşan yaşlı kadına CD'lerin gizemini soruyor.
Yanıt, büyülü bir dünyayı anlatıyor.
Geceleri ay ışığında bahçe apaydınlık oluyormuş. Ortalık ışık cennetine dönüşüyormuş. CD'ler iplerin ucunda salındıkça ay ışığı dans ediyormuş.
Yaşlı kadının köhne bir bahçede yarattığı anlamın, bizim bu taraflarda esamesi okunmuyor.
"Türkiye bir travmadan geçiyor. Son yıllarda Türkiye neredeyse bir tek gününü sükûnet içinde yaşamadı…"
Ben söylemiyorum, Sabah gazetesinden Hasan Bülent Kahraman, 26 Aralık'taki yazısında söylüyor.
Biraz hayal kurmak istiyorsunuz, pat bir olay…
İçinizde çiçekler açar gibi oluyor, bir şamar…
Ekranlar, "son dakika"dan geçilmiyor…
Küçük sevinçlere sıra gelmiyor…
Neredeyse sabah oluyor, ama uyku hak getire.
Uykuların da eski tadı kalmadı ya...
Şair dostum Veysel Çolak'ın dizeleri bu gece bana daha yakın duruyor:
"İçimde bilmediğim bir şeyle karşılaşma korkusu Neye baksam Sevinçlerim çırpınarak ölüyor"