2020'ye girerken yine hayaller kurmuş, hedefler koymuş ve planlar yapmıştım. Daha yılın ilk günlerinde kişisel tarihim için beklenmedik bir şey oldu. Sevimsiz bir şey... Bu sevimsizliğin yeni yıl motivasyonumu bozması beklenirken tam tersine beni sertçe kamçıladı. Bir kez daha anladım ki insanın başına gelenlerden çok, ona verdiği tepkiler belirliyor tüm yaşamını...
Mart sonu ortağım Nihan Belgin'le birlikte Nürnberg Türk-Alman Film Festivali'ne gidecek ve belgesel filmimizin gösterimine katılacaktık. Ayten Abla'yı görecek, Alman birası içecek, kafamızda kornaların çalmadığı birkaç güzel gün geçirecektik. Fakat virüs, yatılı ve uzun bir misafirliğe gelmişti. Hem de hiç haber vermeden... O günlerde tam olarak vize için çekilen fotoğrafımdaki gibiydim. Yüzümde "mal" bir ifadeyle öylece kalmıştım. Hayaller Alman birası gerçekler Fahrettin Koca basın açıklaması olmuştu.
Virüs geldi ve girdi hayatımıza... Bilinmezlik ve kaos... Karantina günleri... Birçok kişi bu olanlar karşısında "aman başımıza neler geldi böyle, inanılmaz" tavrındaydı. Bundan sonra artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı düşüncesi hakimdi. Kapitalist sistemde günübirlik yaşayan ve tarihten bihaber toplumların böyle düşünmesi de çok normaldi zaten. Pandemilerin aynı deprem gibi kaçınılmaz bir şey ve önlemler alınması gereken birer felaket olduğunun çoğu kişi farkında değildi. Covid-19 öncesinde Netflix'te yayınlanan 6 bölümlük "Pandemi: Salgını Nasıl Önleyebiliriz?" belgeseli bu konuyla ilgili çok şey söylüyor. Nasıl ki yakında gelecek olan büyük İstanbul depremini farkındayız ve bununla ilgili bir şey yapmıyoruz, pandemiler de tıpkı böyle... Birçok kişi yıkıcı İstanbul depremi sonrası yine "aman başımıza neler geldi böyle, inanılmaz" diyecektir. Ama nafile...
Haziran başında karantina, bir takım önlemlere devam edilerek sonlandırıldı. Evde oturup, tarifine internetten baktığı iki tane yemek pişirdi diye hayatın artık farklı olacağını düşünenler hayata "aynı" yerden bakmaya devam ettiler. Sanki hiçbir şey olmamış gibi... Toplumların, kapitalizmin getirdiklerine bu denli bağımlı olmaları acı verici göründü gözüme. Acıdım bize...
Afrika Kıtası ve Orta Doğu'nun bir bölümü daimi olarak kıtlıkla, susuzlukla ve çeşitli salgın hastalıklarla mücadele ediyor. Batı toplumları ise birkaç ay karantinada kaldı diye çok sıkıldı, çok bunaldı. Kafelere falan gidemedi. Arkadaşlarını göremedi. Geceleri çıkamadı. Tüm eventlerinden oldu. Allah sabır versin... Afrika ve benzer coğrafyaları görmezden gelen ve hatta farkında dahi olmayan bu Batı halkları markette tuvalet kağıdı biterse diye çok korktu. Trevanian, Şibumi'de şöyle diyor; Batı halkı hırslı, tembel, her türlü tarih bilincinden yoksun olup, atom çağının da etkisiyle kıyametin eşiğinde yaşamakta oldukları duygusu içindeydiler. Bu yüzden, yalnızca günlerini gün etmeye bakıyor, kendi ömür süreçleri içinde rahat etmeyi ve refah sağlamayı düşünüyorlardı.
Kapitalizme olan bağımlılığımız ve Trevanain'ın yukarıda tanımladığı Batı insanı aklıma Dövüş Klübü'nü getiriyor. Chuck Palahniuk'un romanından uyarlanan 99 tarihli bu şahane Fincher filmi günümüzün kokuşmuş Batı insanı üzerine...
Tyler'dan birkaç alıntı yaparsak;
"Koca bir nesil benzin istasyonunda pompacı olmuş. Garson olmuş. Beyaz yakalı köle olmuş. Reklamlar yüzünden gözümüz sadece araba ve kıyafet görüyor. Kaç kuşaktır insanlar nefret ettikleri işlerde çalışıyorlar. Neden? Gerçekte ihtiyaç duymadıkları şeyleri alabilmek için..."
"Bizim neslimiz büyük buhranı ya da büyük savaşı yaşamadı. Bizim büyük savaşımız kendi ruhlarımızla... Büyük buhranımız ise hayatlarımız."
"Her gün işe gidiyorsun. Akşamları erken uyuyorsun. Ve bunun karşılığında aldığın tek şey koltuk takımı... Gerçekten acınası bir durumdasın!"
Kendimizi daha iyi bir şeye dönüştürmek için her şeyi kırıp dökmemiz gerekiyor. Nişantaşı'nda yogaya yazılarak ve duruş bozukluklarımızı düzelterek bunu başarabileceğimizi sanmıyorum. İhtiyacımız olan başka bir şey...
Milattan Sonra (M.S) 2020'yi yeniden düşünürsek...
Yaşadığımız pandemi dışında gezegenimiz yine aynı tas aynı hamam ve aynı sabun modundaydı. Sabun hep aynıydı çünkü hiç kullanmıyorduk. "İki şey sonsuzdur: İnsanoğlunun aptallığı ve Evren. Ama ikincisinden o kadar emin değilim" der Einstein.
Yöneticiler bu yıl da gözümüzün içine baka baka bize yalanlar söylediler. Sanıyorum ki hepsi Hitler'in propaganda uzmanı Goebbels'i iyice okumuş ve hatmetmişler. Goebbels şöyle der; "Yalanlar ne kadar büyük olursa; insanların onlara inanması kolaylaşır, yalanın etkisi artar". O zaman sıradaki şarkı tüm Goebbels sevdalılarına gelsin! Hande Yener'den "Yalanın batsın, yalancısın".
Reklamcılar bu yıl da yine bizi kandırmaya çalıştı, kampanyaları aracılığıyla aklımızla alay etti hepsi. Fakat büyük bir kitleyi de "sizin için üretiyoruz", "gücümüzü sizden alarak", "bahçeden, tarladan..." zart zurt diyerek kerizlemeyi başardı. İnsanoğlunun aptallığı olmasaydı reklam diye bir sektör olmazdı.
Bu yıl ülkece ırkçılığın karşısında da çok fena durduk. Şampiyonlar Ligi maçı sırasında Başakşehir futbol kulübünün yardımcı antrenörü Webo'ya, hakemin "şu siyah adam" diye hitap etmesi üzerine; İngilizce bilme oranı epey düşük olan toplumumuzda her yer bir anda "No to Racism" oldu. Yaşanan şey kabul edilebilir değil! Fakat gözle görülür siyah bir nüfusu olmayan ülkemizde bu ırkçılığa karşı çıkmak ne kadar da kolay, değil mi? Evet, bekar biri için boşanmak oldukça kolaydır. Bir hakem, Kürt kökenli bir futbolcuya "Şu allahın kürdosu" diye hitap etseydi yine "No to Racism" denecek miydi? Ya da sesimiz bu ölçüde gür çıkacak mıydı? Ülkemizde, siyahilerin dünyada yoğun olarak yaşadığı ırkçılığın benzerini yaşayan birçok farklı grup var malum... Hal böyleyken, bu topraklarda birlikte yaşadığımız insanlara her fırsatta sadece kökenlerinden dolayı nefret kusarken, şimdi ırkçılığa karşıymış gibi görünmek ne kadar uyduruk ne kadar da ikiyüzlü bir davranış biçimi...
Hitler'i lanetlerken ve ırkçılığa da bu kadar karşı çıkarken; hayvanları hunharca avlamaktan ve onlara işkenceler etmekten hiç çekinmedik 2020'de de.... Bu noktada, Instagram'da en çok takipçisi olan Türk ünlüsünün Nusret olması da elbette hiç şaşırtmadı.
2020'de denizleri kirletmekten, ağaçları kesip her boşluğa beton dikmeye çalışmaktan da vazgeçmedik. Ne yani, tabii ki bina dikeceğiz, çadırda mı yaşayalım!?
Durum tam olarak "Kötülüğün Sıradanlığı"... Kavram; yahudi soykırımının en büyük organizatörlerinden olan ve 1961'de İsrail'de yargılanan Nazi subayı Adolf Eichmann'ın duruşmaları sırasında ortaya çıkıyor. Duruşmaları takip eden siyaset bilimci Hannah Arendt, milyonlarca insanı katletmiş bu adamın aslında bir cani ya da canavar olmadığını söylüyor. Eichmann gibi bir adama nasıl cani değil dersin diye linççiler derhal linç ediyor elbette. Ama Arendt bu düşüncesinde o kadar haklıydı ki...
Eichmann savunmasında, yalnızca yasaları uygulayan ve devletin verdiği görevleri yerine getiren bir vatandaş olarak tanımlar kendisini. Arendt duruşmalar boyunca onu gözlemler. Ve sonunda Eichmann'ın; ne yaptığını bilmeyen, düşünceden yoksun, gözü kapalı itaat eden ruhsuz ve sıradan bir devlet memuru olduğuna karar verir. Yani cinayetlerini nefret duygusundan hareketle ve öfkeyle gerçekleştirmemiştir. Canice hisleri yoktur. Sıradandır. Öyle sıradan bir kötülüktür onunkisi...
Bugün dünyada "Kötülüğün Sıradanlığı" hâlâ varlığını sürdürüyor. Ama nefret de en az onun kadar baskın. Saf nefret... Birisi yalnızca bir ırkın mensubu olduğu için ya da cinsel yönelimi nedeniyle canice katledilebiliyor. Etrafımız kötülüğün sıradanlığı ve öfkenin mide bulandırıcılığıyla sarılmış durumda...
Milattan Sonra 2020'de tüm bu yaşananlar karşısında, aklımdan bir şarkının bir sözü geçip duruyor şimdi... Şarkı Moğollar'dan ve kıymetli müzisyen Cahit Berkay'ın sesinden;
Kıyamet değilse bile bi şey kopmalı...
Kaynakça