Herkesin bir Gezi hikayesi var. Gezi’ye hiç gitmeyenlerin ya da eylemlere karşı olanların bile. Benim hikayem biraz fantastik. Fantastik diyorum ama “hayali” anlamında değil, inanması güç anlamında, çünkü hikaye gerçek. İçindeki karakterler de.
Hikayemiz zamanın ruhuna uygun olarak sanal ortamda geçiyor. Gezi olayları patlak vermeden birkaç ay önce şu an çalıştığım Lund Üniversitesi’ndeki merkezin yüksek lisans programına bir Türk öğrencinin kabul edildiğini, ancak burs bulamadığı için programa kaydolamadığını duyuyorum. Bu haberi aldıktan kısa bir süre sonra ise biraz da şans eseri aynı öğrencinin İsveç’e gelebilmesi için doğup büyüdüğü köy halkının kendi aralarında para topladığını, köyün hali vakti yerinde hayırseverinin de katkısıyla öğrencinin yaşam masraflarını karşılayacak kadar para toplandığını öğreniyorum. Facebook’ta bu bilgiyi paylaşan ama hala üniversite harcını karşılayabilmek için ciddi bir meblağa ihtiyacı olan öğrencinin isyanını okuyunca, kendi de çeşitli kurumlardan burs alarak öğrenim hayatını sürdürmüş biri olarak, şansımı denemeye karar veriyorum. Kişisel olarak tanımadığım bu öğrenciyle telefonda kısa bir mülakat yaparak kendi facebook ve twitter hesaplarım üzerinden bir burs kampanyası başlatıyorum. Aylar geçiyor, gereken paranın onda birini bile bulamıyorum!
Derken Gezi olayları patlak veriyor ve sosyal medyada aktivizm günleri başlıyor. 4,5 ay öncesine kadar twitter hesabını ayda bir kez kontrol eden ben, 31 Mayıs’taki polis şiddetine duyduğum tepkinin de etkisiyle kendini demir parmaklıklara bağlayan bir Greenpeace aktivistine dönüşüyorum (“gurbet ellerde” ne kadar aktivizm yapılırsa)! Bu arada inandığım ilkelerden ödün vermemeye çalışıyor, elimden geldiğince nesnel olmaya çalışıyorum. Bir yandan Gezi eylemlerine destek verir, polis şiddetini, iktidarın uzlaşmaz tutumunu eleştirirken, bir yandan da eylemcilerin Başbakanlık ofisini basma girişimlerini, başörtülülere yapılan saldırıları kınamaya çalışıyorum. Nesnellik, vahşi doğa kurallarının hakim olduğu twitter’da pek para etmiyor elbette. Tersine “düşman” sayınızı arttırıyor, çünkü kimseye yaranamıyorsunuz. En azından ben öyle sanıyordum. Ta ki mail kutuma nazik bir dille yazılmış, T24’teki “Endişeli Muhafazakarlar yazıma referansla “Umut bey merhaba … Çok güzel anlatmışsınız son 10 yılı” diye başlayan uzun, eleştirel bir email düşene kadar.
Mail’i yazan, ismine Bay Z. diyelim, (malum X ve Y harfleri şu sıralar ideolojik yük taşıyor) kendini “AKP destekçisi” olarak tanımlıyordu ve benden “onların duygularını anlamamı ve bu duyguları karşı tarafa iletmeye yardımcı olmamı” rica ediyordu. Yazışmaya başladık. Bay Z. ile dünya görüşlerimiz taban tabana zıttı; Gezi olaylarını da çok farklı gözlerle okuyorduk. Ama konuşabiliyorduk. Yazışmalarımız sürerken Bay Z. aradığım bursu bulup bulamadığımı sordu bir anda. Şaşırdım. Sonra 55.000 dolar karşılığında New York Times’a tam sayfa ilan verilmesini eleştirdiğim bir twit attığım aklıma geldi (twit’te “bu kadar parayı bir ilana vereceğinize iki tane öğrenciye burs verseydiniz, ben aylardır arıyorum 100 dolar bulamadım” mealinde bir şeyler yazmıştım). Anlaşılan Bay Z. beni twitter’da da takip ediyordu ve bu twit’i unutmamıştı. Evet dedim. Sonrası, derler ya, film şeridi gibi aktı. Bay Z. çalıştığı şirket üzerinden gerekli parayı bulamayınca öğrenci 30 Haziran’da sona eren kayıt dönemini kaçırmasın diye parayı kendi cebinden ödedi; bursun geri kalanını da karşılayacağına dair garanti mektubu yazdı! Karşılığında sadece hayır duası isteyerek ve aksi yönde tüm ısrarlarıma rağmen kimliğini gizli tutmam için bana söz verdirerek.
Artık siyaset dışı bir bağımız da vardı, ama siyaset konuşmayı da bırakmadık. Tanışma fırsatımız olmadı; telefonla bile iki kez görüştük. Tüm iletişimimiz email üzerindendi (hala öyle). Bay Z. bana okuduğu yazıların link’lerini gönderiyordu. Ben de ona. Gönderdiği yazıların içeriklerine çoğunlukla katılmıyordum, ama bu yazıların neden Bay Z. ve AKP destekçileri tarafından benimsendiğini öğreniyordum. Bay Z. bana “o taraftan” hikayeler anlatıyordu çünkü. Daha doğrusu “o tarafın” duygularını, endişelerini. Başörtülülere yapılan saldırıların mütedeyyinleri nasıl etkilediğini, ulusalcı söylemlerin onları nasıl rahatsız ettiğini. O da hayatında ilk kez bir eyleme katılmış, Kazlıçeşme mitingine gitmişti mesela. “Mütedeyyinler olarak Başbakanın etrafında kenetlendik Umut Bey” diyordu, çünkü “askeri vesayet destekçilerinin birden demokrat kesildiğine inanmıyoruz”. Bense ona dilim döndüğünce Gezi’nin ulusalcı bir kalkışma olmadığını, artık darbe tehlikesi kalmadığını anlatmaya çalışıyordum. “Bizim tarafın” da polis şiddetinden, Başbakanın üslubundan ne kadar rahatsız olduğunu açıklıyordum. Genelde email’ler Bay Z.’nin dindar kesimin Gezi’deki “gençlerle – hayat tarzları ne olursa olsun – , solcularla, liberallerle, Kürtlerle” bir derdi olmadığını söylemesiyle bitiyordu. “Bizim derdimiz 10 yıldır birikmiş kinlerini bu gençler üzerinden kusan CHP-Kemalist kitleyle” diyordu.
Merak etmeyin, Pollyannacı olacak yaşları çoktan geride bıraktım.
Bay Z. ile olan diyaloğumuzu romantize ediyor değilim. Hala anlaşamadığımız çok nokta var. Üstelik o kendi cemaatinde, ben kendi cemaatimde azınlığız. Peki neden bu hikayeyi anlattım? Hayır, “çıkar” ilişkim filan olduğundan değil. Ne Bay Z.’nin ne de burs alan öğrencinin bu yazının yazıldığından haberleri var. Bursun geri kalanını garantiye almaya çalışıyor da değilim. O öğrenciyi nasıl olsa bir şekilde okuturuz.
Bu hikayeyi dört nedenle anlattım:
1. Ben Bay Z.’den karşı tarafın ruh haline ilişkin AKP’nin her yaptığını aklamaya çalışan propaganda makinelerinin yazılarında anlatılanlardan çok daha fazlasını öğrendim.
2. Tarafların birbirlerini karalamak ya da kendi meşruluklarını kanıtlamak için yazdıklarının her iki tarafta da kapatılması zor yaralar açtığını bir kez daha gördüm.
3. Ama “karşı tarafta” anlatılan tüm komplo teorilerine inansalar bile yine de benimle, “bizim tarafla” konuşmaktan çekinmeyen insanlar olduğunu da farkettim (sadece Bay Z. değil; Yıldız Ramazanoğlu, Fatma Bostan Ünsal, Mücahit Bilici gibi kendi cemaatini eleştirmekten çekinmeyen diğerlerini de unutmayalım).
4. Kendi adıma konuşuyorum, polis şiddetini, iktidarı eleştirmekten daha fazlasını yapmam gerektiğine ikna oldum (bu nedenle de 11 Temmuz’da Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi tarafından kamuoyuna duyurulan “Adalet ve Saygı Çağrısı” projesinin hayata geçmesi için, yakın dostum ve meslektaşım Ferdan Ergut’la işbirliği içinde aktif rol oynadım – bu konuda ayrıca yazacağım).
Tekrar ediyorum. Hayalci değilim; itiraf etmek gerekirse fazla iyimser de değilim. Yiğit Bulut’un Başbakanlık Başdanışmanlığına atandığı bir ülkede iyimser olmak Pollyanna’yı bile aşardi sanırım. Ama kamuoyuna seslenme şansı olan, iyi kötü sesini duyurabilen biri olarak Bay Z. ve onun gibilere karşı sorumluluğum olduğunu düşünüyorum. Gezi’deki eylemlere, yürüyüşlere katılan – ulusalcı olmadığını çok iyi bildiğim – öğrencilerime karşı sorumluluğum olduğunu düşünüyorum. Eylemler sırasında hayatını kaybeden 5 kişiye karşı sorumluluğum olduğunu düşünüyorum. Ama her şeyden önce kendime karşı sorumluluğum olduğunu düşünüyorum. Denedim diyebilmek için.