Bejan Matur’un “Türkiye’nin Kürt Sorununa Yeni Bir Tanım İhtiyacı” başlıklı makalesine yönelik eleştirilerimi dile getirdiğim bir önceki yazım “Kürtler geç de olsa tarih sahnesine çıktılar ve hak ettiklerini almadan o sahneden inmeyecekler!” cümlesiyle sona eriyordu. Yazıya gelen tepkiler, yer darlığı nedeniyle detaylı tartışmadığım bu cümlenin kafa karışıklığına yol açtığını gösteriyor. Matur’un Kürt sorununu bir “uluslaşma” meselesine indirgemesini eleştirirken Kürtlerin bir gün kendi devletlerini kuracaklarını iddia etmek bir çelişki oluşturmuyor mu? Hayır. Üç nedenle:
1. Fiilen Kürdistan zaten var. Kuzey Irak Bölgesi’ni kontrol eden Kürdistan Bölgesel Yönetimi kendi bayrağı, milli marşı olan, özerk bir oluşum. Dahası Kürtlerin yaşadığı diğer bölgelerle de yakından ilgili. Türkiye’deki barış sürecinin de Barzani’nin desteğiyle yürüdüğünü unutmayalım.
2. “Hak ettiklerinin” ne olduğuna Kürt halkı karar verecek, Türk-Kürt aydınları ya da Türk halkı değil. Elbette bölgesel ya da küresel çıkar çatışmaları bu karar verme sürecini etkileyecek. Nitekim etkiliyor da. Bu anlamda Türkiye Kürtlerinin büyük çoğunluğu ile onları temsil edenlerin (bugün için BDP ve PKK) bağımsız bir ulus-devlet fikrini savunmamaları, temel hak ve özgürlüklerini tanınma, eşit yurttaşlık gibi kavramlar üzerinden aramaları şaşırtıcı değil.
3. Öte yandan jeopolitik koşullar değişir, konjonktür buna uygun hale gelir ve Kürtler bağımsız bir ulus-devlet kurmak isterlerse bunun önünde bölgesel hiçbir güç duramaz. Ön koşulların altını bir kez daha çizelim: “Jeopolitik koşullar değişir, konjonktür buna uygun hale gelirse”. Yani ABD, Rusya gibi büyük devletler bu projeye karşı çıkmazsa. Evet, bu süreç çok sancılı ve kanlı olur; evet, Kürtlerin siyasi ya da kültürel farklılıklarını bir pota içinde eritmeleri zaman alır. Ortaya çıkacak olan sonuç Kürtleri (ya da yeni ulus-devletin sınırları içinde kalacak azınlıklıkları) mutlu etmeyebilir. Ama öyle ya da böyle 18 ve 19. yüzyıllarda pek çok ulusun geçtiği yollardan daha yeni geçen Kürt ulusu kendi devletini kurar.
Peki madem öyle, Matur’u neden eleştiriyorum? İki nedenle. Bir, Matur Kürt halkı adına konuşuyor. Ortada yürümekte olan bir barış süreci varken, bu süreci Kürt halkının siyasi temsilcileri desteklerken, Kürt sorununun tartışılır hale gelmesinde – taktiklerini beğenelim beğenmeyelim, ideolojisine karşı çıkalım çıkmayalım – büyük rolü olan PKK Türkiye Cumhuriyeti’yle müzakere halindeyken, “yok aslında Kürtler bunu istemiyor; kendi ulus-devletlerini istiyor” demek, en hafif ifadeyle, abesle iştigal. Matur’a özgü olmayan bu tutumun yıllarca Türk aydınlarını Kürtler adına konuşmakla, üstten-buyurgan bir bakışla onlara ne yapacaklarını dikte etmekle suçlayan Kürt aydınlarından gelmesi ise tarihin bir cilvesi olsa gerek.
İki, Matur kendi milliyetçilik tasvirini mutlak doğru, tek çözüm olarak dayatıyor (Kürt sorununun bir kültürel haklar ve eşitlik meselesi olduğunu iddia edenleri “yalan söylemekle” itham ettiğine göre). Bu son derece sorunlu bir yaklaşım. Bir kere her Kürt milliyetçi olmak zorunda değil. Bunun da ötesinde her milliyetçi hareket bağımsız devlet ideali peşinde koşacak diye bir kural yok. Tarihsel ya da güncel bir dizi örnek bize kendi devletine sahip olmayan pek çok ulusun temel hak ve özgürlüklerini, tanınma taleplerini özerklik, federasyon, eşit anayasal vatandaşlık gibi formüller çerçevesinde aradığını gösteriyor. Yani bağımsızlık, milliyetçi projelerin peşinde koştuğu hedeflerden sadece bir tanesi. Daha da önemlisi, defalarca vurguladığımız gibi, Kürt siyasi hareketi de bu hedeften – en azından şimdilik – vazgeçmiş durumda. Süreç, eşitlikçi, çoğulcu bir anayasa hedefi üzerinden yürüyor. Sürecin eksiklerine dikkat çekmek elbette meşru. Bunu “aslında Kürtler sürece karşı” gerekçesine bağlamaksa söz konusu eleştirilerin inandırıcılığına gölge düşürmekten başka bir işe yaramıyor.
Bu kadar saptama, gözlem yeter, peki sen ne düşünüyorsun diye merak eden varsa... Yine madde madde gidelim:
1. Şu ana kadar fazla sekteye uğramadan yürüyen barış süreci koşulsuz, “ama”sız desteklenmeli. Sürecin ne şekilde sonuçlanacağını bilmiyoruz; aktörlerin “gerçek niyetlerini” de. Bilmemiz de gerekmiyor. Sonuçta dört aydır kan akmıyor; tabular yıkılmış, Kürt sorununun adı konmuş durumda. Cumhuriyetin doksan senedir topluma dayattığı Türklük anlayışı sorgulanıyor, gazete köşelerinde, haber programlarında sabahtan akşama tartışılıyor. Bu kadarı bile tarihi günler yaşamakta olduğumuzu göstermeye yeter.
2. Barışı desteklemek bizi sürecin olumlu bir mecrada yürümesi, eksikliklerinin giderilmesi için mücadele etmekten alıkoymuyor. Evet, süreç kırılgan. Ama bu kırılganlık her eleştiriyi “kötü niyetli” olarak algılamamızı, eleştirenleri yaftalamamızı (ya da hepsini aynı kefeye koymamızı) gerektirmiyor. Bu katı ve uzlaşmaz tutum, “barışı bile savaş diliyle savunmak” sürece katkıda bulunmuyor, tam tersine toplumsal kutuplaşmayı körüklüyor (bu noktada demokrasinin de çoğu zaman “savaş diliyle” savunulduğunu, kaba bir AKP karşıtlığının demokrasi kılıfıyla örtülmeye çalışıldığını vurgulayalım). Unutmayalım, bugün masada oturan iki taraf 30 yılı aşkın bir süredir birbiriyle savaşıyordu.
3. Buna rağmen yaftalamakta direnenlere, “bu senin yaptığın nabza göre şerbet vermek, üçüncü yolcu olmak” diyeceklere bir dipnot hediye edelim. Kusura bakmayın, değil. İlla bir ad vermek istiyorsanız bunun adı “gerçekçilik”. Benim ideal dünyamda milliyetçiliğin yeri yok. Ama ideal bir dünyada yaşamıyorum, yaşamıyoruz. Hoşumuza gitse de gitmese de Türk ve Kürt sorunu, (solcu-sağcı) Türk ve Kürt milliyetçileriyle çözülecek. Ayrıca çözülünce de Türk ve Kürt milliyetçiliği bitmeyecek, “kontrol altına” alınacak, pasifleştirilecek.
4. Türkiye bölünecek mi? Bu soru bölünme meselesini fetişleştiriyor ama madem ki Türk milliyetçilerinin kaygılarını da göz önünde bulundurmamız gerekiyor, o halde yanıtlanmalı. Kısa ve orta vadede hayır. Barış süreci başarıya ulaşırsa tabii. Tam da bu nedenle sürece en büyük desteği bölünme kaygısı taşıyanların vermesi gerekiyor. Kürtlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şey yok çünkü.