71. Cannes Film Festivali, her zaman olduğu gibi medyamızda kırmızı halının üzerinde poz veren yıldızların haberleri ile yansıtılacak, ama Cannes bundan ibaret değil. Evet, “yıldız yağmuru”, bu yıl da eksik değil Festivalde: Cate Blanchett’den Julian Moore’a, Naomi Campbell’den Jessica Chastain’e yüzlerce ‘yıldız’ Festivalin en ilgi çekici yönünü oluşturuyor, ama bu kez yalnızca güzellikleri ile değil, politik söylemleri ile de…
İtalyan oyuncu-yönetmen Asia Argento’nun, Amerikalı yapımcı Harvey Weinstein’a yönelik cinsel taciz suçlaması ile başlayan ve Amerikan sinemasında hızla yayılarak (Fransızların bu kampanyaya soğuk baktıkları bir gerçek), erkek oyuncuları da kapsamına alan cinsel taciz iddialarına bir tepki olarak doğan “Ben de” hareketi bu yıl Cannes’da güçlü bir biçimde varlığını hissettiriyor. Ünlü oyuncularin ve kadın yönetmenlerin söylemleri medyada geniş yankı buluyor.
Cinsiyetçi anlayışa şiddetle karşı çıkan kadınlar, “Ben de” söylemine destek vermekle kalmıyor, sinema endüstrisine egemen olan ‘erkek bakışı’nı ve eşitsizliği (erkek ve kadın oyuncuların aldıkları ücretler açısından) eleştiriyor, Festivalin yarışmaya seçtiği kadın yönetmen sayısının azlığından yakınıyorlar.
“Zamanı Geldi” (Time’s Up) Vakfı’nın girişimiyle, Agnes Varda’nın öncülüğünde 82 kadın sinemacının (Festivalin ilk yılı olan 1946’dan bu yana yarışmaya seçilen kadın yönetmenlerin sayısı) Festival Sarayı’nın merdivenlerinde bir açıklama yapması bu yılki festivale kadınların vurduğu damganın bir göstergesi.
Bu akşam, Fransız kadın yönetmen Eva Husson’un yönettiği “Les Filles du Soleil” (Güneşin Kızları) filminin dünya prömiyeri vardı. Film, yalnızca bir kadının imzasını taşıması açısından değil, içeriği açısından da önemliydi. 2014-2015’te Kuzey Irak’ın Sincar vilayetinde 7.000 kadın ve çocuğu tutsak alan IŞID güçlerine karşı savaşan Yezidi kadın gerillaların öyküsünü anlatıyordu Husson. Marion Cotillard’ın tek gözünü yitirmiş bir savaş muhabirini canlandırdığı filmde, (Avrupa’da yaşayan) İranlı oyuncu Golshifteh Farahani IŞID’ın elinden kurtulduktan sonra silaha sarılan ve “Güneşin Kızları” adlı bir gerilla birliği oluşturan kadınların lideri rolünde güçlü bir oyunculuk sergiliyor.
Yezidi ve Kürt kadınların, özgürlük ve eşitlik arayışlarının yanısıra, içinde yaşadıkları toplumun feodal değerlerine karşı verdikleri mücadeleyi etkileyici bir dille anlatan “Güneşin Kızları”, bir Fransa - Belçika - Gürcistan ortak yapımın. Festivalin en çok konuşulan filmlerinden biri olacağını ve yarışmadan ödülsüz ayrılmayacağını düşünüyorum.
Festivalde, Husson’un filminin yanında politik içerikli başka filmler de var, ama onlara geçmeden önce, bu yıl Cannes’da kadın hareketinin gücünü kanıtlayan başka etkinliklere de değinmek istiyorum.
“Women in Motion (Kadınlar Eylemde) hareketi, 2015 yılında başlattığı ve kadınların yedinci sanatta oynadıkları önemli role ışık tutan konuşmalar diisini bu yıl da sürdürüyor. “Pozitif Planet Vakfı” “Kadınlar ve Sinema” başlığı altındaki film gösterilerini Cannes’ın farklı semtlerine taşıyor.
‘Pozitif’ demişken, değinmeden geçmeyelim, Festivalin Sanat Yönetmeni Thierry Fremaux, “Film seçiminde pozitif ayrımcılık yapmadım, yapmayacağım” diyerek açıklıyor 21 yarışmacı filmden yalnızca 3’ünün kadın yönetmenlerin imzasını taşımasını. Ama, geçmiş yılları aksine bu yıl Jüride ağırlığı kadınlara veriyor. 9 kişilik Jüride 5 kadın var (“Selma” filmi ile tanıdığımız senarist-yönetmen Ava Duvernay , üç oyuncu Cate Blanchett, Kristen Stewart, Lea Seydoux ve Burundili bir müzisyen Khadja Nin). Şimdiden söyleyebiliriz, Jürinin kadın yönetmenlere bu yıl her zamankinden daha sıcak yaklaşacağını (Festivalin 70 yıllık tarihinde, yalnızca bir kez bir kadın yönetmene Altın Palmiye verilmiş: “Piyano” ile Jane Campion’a).
EOS World Fund’ın düzenlediği, Amerikalı bağımsız yönetmen Nina Menkes “Seks ve Güç: Baskının Görsel Dili” başlığı altında, sinemada ‘erkek bakışı’nı anlattığı konferansta izlediğimiz, 1940’tan bu yana kadını ‘cinsel obje’ olarak gösteren ikonik filmlerden sahneleri son derece ilginçti.
Senaryolarda, diyaloglarda ve karakter gelişimindeki tercihler kadar, kameranın bakış açısı, çerçevenin tasarımı ve ışıklandırma stratejisi de belirleyici oluyordu. Kimi zaman kadını ikinci planda göstererek, kimi zaman kadını gerçek değil düşsel bir anlatım objesine dönüştürerek… Kadın bedeninin belirli kısımlarını çerçeveye alan görüntüleri erkek bakışının tipik örnekleri olarak gösteriyordu Menkes. Orson Welles’in “Şangaylı Kadın”ından, “Blade Runner 2046”ya uzanan örneklerle…
Erkek yönetmenlerin -bilinçli ya da bilinçsiz- kullandıkları bu stratejilerin, kadının aşağılanmasına, ayrımcılık uygulanmasına ve cinsel tacizin olağanlaştırılmasına zemin hazırladığını anlatan Menkes’i önümüzdeki yıllarda Kadın Filmleri festivallerimizde göreceğimize kuşkum yok.
Festivalin bu yılki programında, her zaman olduğu gibi politik filmlere yer verilmiş, kimi doğrudan, kimi dolaylı; kimi ‘cinsel politika’ ile sınırlı kalırken, kimi dünyanın dört bir yanından zulüm ve eşitsizlik öyküleri anlatıyor.
Cannes’ın dünya politikası ile ilişkisi çok eskilere uzanıyor. İlk Festivalin 1939 Eylül’üne planlandığını, tam da başlayacağı gün 2. Dünya Savaşı’nın patlak verdiğini anımsayınca bu ilişki son derece doğal görünüyor elbette.
Bu yıl, Fransa’da 68 Mayıs’ının 50.yılı geniş etkinliklerle kutlanıyor. Cannes, buna duyarsız kalamazdı elbette. Özel bir gösterimde sunulan Marin Karmitz’in “Coup pour Coup”su kadar, festival afişinde 68’in simgesel isimlerinden Jean-Luc Godard’ın “Pierrot le Fou” (Çılgın Pierrot) filminden bir sahneye (Jean-Pul Belmondo ile Anna Karina’nın öpüşme sahnesine) yer vermesi de son derece güzel ve anlamlı. Festivalin 68’i anımsamaması mümkün değildi. Çünkü, 68’de Paris’te ateşlenen kıvılcımın Cannes’a ulaşması sonucu aralarında Godard’ın da olduğu genç yönetmenler gösteriler düzenleyerek, Festivalin iptal edilmesini sağlamışlardı.
Ve, 50 yıl sonra, 87 yaşındaki Jean-Luc Godard’ın “Le Livre d’Image” (Görüntüler Kitabı) Festivalde yarışmaya katılıyor. Günümüzde Arap dünyasında yaşanan çatışmaları anti-emperyalist bakış açısıyla yorumlayan Godard, her zamanki gibi tüketmesi zor, emek gerektiren bir yapımla çıkıyor karşımıza. Oyuncusu olmayan,tümüyle eski filmlerden alınmış sahneler ve bölgede çekilmiş görüntülerden oluşan bir kurgu-film bu. Kendi adıma, son yıllardaki yapıtlarının en iyisi diyebilirim. Jürinin özel bir ödülle Godard’ı onurlandırması sürpriz olmayacak.
Cannes’ın tarihinde dünyadaki politik gerilimler ve çatışmaların önemli bir yeri olmuştur. 1978’de zamanın Festival Yönetmeni Gilles Jacob’un Polonya’ya giderek, ülkesinde yasaklı bir filmi, Andrzej Wajda’nın “Mermer Adamı”nı Fransa’ya kaçırması ve filmin Altın Palmiye ile ödüllendirilmesi unutulabilir mi?
Yılmaz Güney’in hapisten kaçarak, Şerif Gören’in çektiği “Yol” filminin montajını İsviçre’de yapmasının ardından, filmin 1982 Cannes’ında gösterilerek, (Costa Gavras’ın “Kayıp” filmi ile birlikte) Altın Palmiye kazanması da Cannes tarihinin -ve elbette bizim sinema tarihimizin- unutulmazları arasındadır.
Geçen yıl, 70. Festivalde İranlı yönetmen Muhammed Rasulof, “Un homme Integre” (çevirisine katılmasam da, ülkemizde gösterime girdiği adla) “İnatçı Bir Adam” filmiyle “Belirli Bir Bakış” bölümünün ödülünü kazanmıştı. Rasoulof, beş ay sonra gözaltına alınarak, yurt dışına çıkışı yasaklanmıştı.
Bu yıl da, benzer iki vaka var: İranlı Cafer Panahi ve Rus Kirill Serebrenikov’un filmleri festivalde gösteriliyır, ama yönetmenleri burada olmadan. Festival Yönetmeni Fremaux, ikisi için de diplomatik kanallardan çaba gösterildiğini anlatıyor. Putin’in cevabı şöyle imiş: “Festivale yardımcı olmak isterdim ama bağımsız yargıya karışamam”!
Panahi için izin çıkacak mı bilmiyoruz henüz, ama bazı İranlılar şu dedikoduyu kulağımıza fısıldıyor: “Aslında yurt dışına çıkması yasaklı değil; Panahi reklam için kullanıyor”. Günahı söyleyenlerin boynuna (hatta, Cahier du Cinema’da da yer almış bu yorum)...
Bu yılın programında, politika ile- daha doğrusu politikacılarla başı dertte olan bir yönetmen daha var: Kenyalı kadın yönetmen Wanuri Kahiu ilk filmi “Arkadaş” ile Festivale davet edildikten sonra, film Kenya’da yasaklanmış. Gerekçe: iki genç kadın arasındaki eşcinsel ilişkiyi göstermesi... Bir ilk film olarak, azımsanmayacak bir başarı elde ediyor yönetmen ve genç oyuncuları. Cannes’ın cinsel tabuları yıkmaya çabalayan ve baskılara direnen sinemacılara destek olma geleneğini unutmayalım.
Ülkesindeki politik gelişmeler, Kirill Serebrenikov’un “Leto” (Yaz), Polonyalı genç yönetmen Pawel Pawlikovski’nin “Zimna Wojna” (Soğuk Savaş) filmlerinin arka planını oluşturuyordu. “Yaz”, 80’li yılların başında Leningrad’da geçen bir rock’n roll filmi. Sosyalist düzene tepkilerini müzikle dışavuran bir gurup gencin öyküsü. Batılı -özellikle Fransız eleştirmenlerin övgüleri ile karşılanan filmin, hiç duraksamayan ritmi ve dönemin ruhunu çok iyi yansıtan müzikleri dışında fazla bir yeniliği yok kanımca. Ama, ne demiştik, yönetmen ülkesinden çıkamıyor ve festivallerin, eleştirmenlerin ve jüri üyelerinin bu gibi konularda hassasiyet gösterdiklerine tanık olmuşuzdur.
Pawlikovski’nin “Soğuk Savaş”ı, Polonya’da 1950’lerin soğuk savaş atmosferinde geçen bir aşk öyküsünü anlatıyor. Ülkesinin yerel müziklerini ve danslarını araştırarak, yetenekli gençlerden oluşan bir topluluk kuran müzik öğretmeni ile öğrencisi arasında geçen fırtınalı aşk öyküsünü olağanüstü güzellükte siyah beyaz fotoğraflara anlatan Pawlikovski, rejimin propaganda makinesine dönüşen topluluğunun Berlin’deki gösterisi sırasında Batı’ya iltica eder; köylü kökenli sevgilisi ise başarı merdivenlerinde yükselme arzusuyla ülkesinde kalır. Yıllar içinde yinelenen buluşmalar ve ayrılmalarla, iki insanın ve iki dünyanın değişimlerine tanık oluruz. “Soğuk Savaş” ve “Güneşin Kızları” şu ana dek yarışmanın en iyileri kanımca.
Yarışmadaki bir başka yapım, Jia Zhank-ke’nin “Kül, Beyazların En Beyazı” ya da Fransızca adıyla “Ölümsüzler”i ise, 2000’lerde kapitalizm yolunda hızlı bir gelişme gösteren, kentsel dönüşümle evlerini, kültürel dönüşümle değerlerini yitiren Çin toplumunu, iki sevgilinin ilişkisinin arka planında anlatan, iyi yapılmış, iyi oynanmış bir film, ama beni heyecanlandırmadı nedense.
Savaşlara ve zulümlere dair
Cannes’da Yarışma dışı gösterilen Wang Bing’in “Dead Souls” (Ölü Canlar), Çin’de 1957’de başlayan ‘rejim düşmanlarını ıslah’ politikası doğrultusunda, Gobi çölündeki çalışma kamplarına gönderilen insanların öyküsünü anlatan, yönetmenin onüç yılda tamamladığı sekiz saatlik bir belgesel. Günde ortalama dört film izleyebildiğim festivalde bu filme zaman ayıramadığımı itiraf emeliyim).
Resmi Programın ‘Özel Gösterim’leri çerçevesinde yer alan, Polonyalı yönetmen Damien Nenov ile İspanyol belgeselci Raul de la Fuente’nin ortaklaşa ürünü “Another Day of Life” (Hayatın Bir Başka Günü) -ya da Fransızca adıyla “Etat de Siege” (Sıkı Yönetim)-, Polonyalı gazeteci Ryszard Kapuscinski’nin Angola İç Savaşı sırasında yaşadıklarını anlatan kitabından uyarlanmış bir canlandırma- kurgu film.
‘Yönetmenlerin Onbeş Günü’ (Quenzaine des Realisateurs)de gösterilen Fransız yönetmen Guillaume Nicloux’nun “Les Confins du Monde / To the Ends of the World” (Dünyanın Sonları), 1945 yılında Uzak Doğu’da Japon emperyalizminin dehşetini ve Ho Şi Minh’in bağımsızlık savasını sürgündeki bir yazarın gözünden anlatan önemli bir yapım.
Son olarak, Resmi programın ’Belirli Bir Bakış’ (Un Certain Regard) bölümünde açılış filmi olarak gösterilen ve Rus asıllı Ukraynalı yönetmen Sergei Loznitsa’nın “Donbass” adlı filmine değinmek istiyorum. Yönetmenin üslup özelliklerini her sahnesinde hissettirdiği, iç savaşın acılarını ve saçmalığını verirken kara komediden de kaçınmayan yapım, Loznitsa’nın en iyi filmi değilse de, sevdiğim filmlerinden biri. Amatör, profesyonel karışımı bir kadro ile çekilen filmde bazı sahneler, gerçeklik duygusu yaratırken, başka sahnelerde fantezi gerçeği solluyor ve ‘grotesk’ yönetmenin en önemli anlatım aracı oluveriyor. Filmin yarışmada olmamasının gerekçesini, son günlerde tamamlanmış olmasına bağlıyor Fremaux. Zaten, bu bölümdeki filmlerden bir bölümünün Yarışma seçkisinden daha iyi olması yıllardır alıştığımız bir olgu.