Sorun olan; adayların “sağ kökenli” olması, kararların alınış şekli veya seçimlerden sonuç alınamamış olması mıdır? Ki bu görüşte olanlar Genel Başkan’ı “sol şeridi boş bırakmakla” suçluyor. Yoksa, Genel Başkan’ın bizatihi kendisi ve liderlik anlayışı mıdır ? Ki Ankara ve İstanbul büyükşehir belediye başkanlıklarının “kaybedilmesi” sonrasında ilk görüşte olanlar, Cumhurbaşkanlığı seçiminin kaybından sonra ikinci görüşü de açıkça dile getirmeye başladılar!..
Yıllar önce Toplumcu Düşün diye bir dergi çıkardı. Bu dergide ülkemizin en saygın filozofu olan Prof. Dr. İoanna Kuçuradi’nin bir makalesini okumuştum. Makale “sol” ve “sağ”ın hem kavramsal, hem de pratik olarak hayatın neresine tekabül ettiğine, sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğine dair kafamı karıştıran sorular soruyordu. Makalenin bende bıraktığı iz, bu sınırların hem teorik olarak, hem de pratik olarak pek de açık olmadığıydı.
Şimdi size bir soru: Kendi dünya görüşünüzü ifade ederken size daha çok “ne” istediğiniz, yani ne’den yana olduğunuz mu yardımcı oluyor, yoksa “ne” istemediğiniz, yani ne’den rahatsız olduğunuz mu? Yani kendi dünya görüşünüzü başkalarıyla paylaşırken, size soyut bir gelecek tahayyülünüz mü, yoksa gündelik ve dinamik hayata dair sizi rahatsız eden, karşı olduğunuz ve düzetilmesini istediğiniz şeyleri sıralamak mı daha fazla yardımcı oluyor?
Kendi adıma elbette soyut kavramsal bir çerçeve çizebilirim ya da ne’den yana olduğuma dair bir liste çıkarabilirim. İnsan haklarına saygı, kaliteli demokrasi, etkin yargı, fırsat eşitliği, gelir dağılımının adil olması, çevreye duyarlı üretim, hukuk devleti, sosyal adalet, sorunlara her koşulda barışçıl çözüm... Ya da kısa yoldan “cennet” diyebilirim, sınıfsız toplum ya da Kanuni dönemi Osmanlı’sı... Ya da İsveç, Finlandiya veya Amerika gibi olmak vesaire...
Soru şu: Peki aynı şeyi, dünya görüşü sizinle aynı olmayan bir başka tanıdığınız da istiyorsa, yani aynı gelecek tahayyülünü arkadaşınız da taşıyorsa, farklılığınızı nasıl ortaya koyacaksınız?
Şunu demek istiyorum: Soyut geleceğe ve onun rotasına değil, ama gündelik ve dinamik hayata bakınca; yani canımı sıkan, beni mutlu eden, bir yurttaş olarak beni yücelttiğini düşündüğüm şeylere, komşularıma, muhtara, bakkala, esnafa, çevreye, otobüs şoförüne, trafiğe, belediyeye, tapuya, imara, polise, yargıya, eğitime, Ramazan ayında din adına ahkâm kesenlere, medyaya, güvenlik sistemine, hastanelerin durumuna, iş hayatına, Başbakan’a, yolsuzluk olaylarına, ahlaki yozlaşmaya, tanıdığım veya tanıştığım, kendilerini dinlediğim, konuştukları hiçbir şeye itimat etmediğim insanlara, kitaplarını veya makalelerini okuduğum yazarlara, insanlara, kurumlara, yayın organlarına, oy verdiğim ya da muhalefet ettiğim partilere, bağımsız adaylara vs. baktığım zaman, sözünü ettiğim “kavramsal çerçeve ya da liste” beni, kendimi başkalarından ayırmama ve bir daha hiç sorgulamaksızın onlar nerdeyse ben de oradayım diyerek bir aidiyet çemberi bulmama yardımcı olmuyor. Ama tersinde, çok daha geniş ve hiç ummadığım insanlarla aynı hissiyat ve beklentilerle yan yana olduğumu görüyorum! Sanırım söylediklerim kısmen mikro siyaset veya mesele odaklı aktivizme yakın.
Derdimiz kısaca şu değil mi: Türkiye’yi bilimde, eğitimde, sanatta, kültürde, sağlıkta, sporda ve ekonomide dünya standartlarında nasıl daha yüksek sıralara taşırız?
Soru buysa eğer, diyebilirim ki ben neci olduğumu bilmekten çok, ne’ci olmadığımı biliyorum. Ve açıkçası bana ne’ci olmadığını bilmek, tercih yaparken çok daha fazla yardımcı oluyor. Kendimi ezberci etiketlerin ya da simgelerin adamı gibi hissetmiyor oluyorum.
Gündelik ve dinamik hayatın sorunlarına bakınca, benimle aynı hissiyatı taşıyan ve aynı şeylerden rahatsız olan insanlarla, soyut bir geleceğin rotasına dair farklı ideolojiler nedeniyle ayrışmak yerine, onlarla bu ülkeyi daha yüksek standartlara yükseltmek için ittifak yapmayı daha mantıklı buluyorum . Çünkü görüyorum ki onlar da Türkiye’yi bilimde, eğitimde, kültürde, sanatta, eğitimde, sağlıkta, sporda ve ekonomide dünya standartlarında daha yüksek sıralara taşıma kaygısında. Yine onlar da görüyor ki, bu konularda ülke standardını yükseltmek hastılıklı gururla, böbürlenmeyle, ahkam kesmeyle, mesafeli simgesel tavırlarla, yalanla, intihalle, montajla, taklitle, torpille, kayırmayla, araya adam koyarak yapılamıyor...
Bu nedenle sağ kökenli aday (o da ne demekse!) göstererek CHP’nin sol şeridi boş bıraktığı görüşüne hiç katılmıyorum.
Bu soruyu Ömer Laçiner’in 22 Nisan 2014 tarihli T24’te yayımlanan “Erdoğan'ın en kullanışlı kozunu boşa çıkaracak bir adayla neler olabilir?” yazısından iki alıntıyla cevaplayabilirim:
“Temsil gücü ve iddialılık düzeyi hayli azalmış ve sönükleşmiş olsa da hâlâ CHP imajının merkezi bir bileşeni olan Atatürkçü sosyo-politik ‘elit’in AKP'li kitleye kibir ve diş bileyicilık olarak yansıyan tutumu, R. T. Erdoğan ve militanlarının bu noktada en kullanışlı kozu olmaya devam ediyor. AKP, en ön sıradaki siyasal rakibini bu kozla vurabildiği sürece, bölünme hariç, her seçimde hedefine varacağını bilmektedir.
...
Dolayısıyla; eğer önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçiminde R. T. Erdoğan'ın karşısına çıkarılacak aday onun şimdiye kadar rantını fazlasıyla yediği ‘muhafazakâr hassasiyetler’ kozunu karşısında oynayamayacağı bir aday olursa; yani AKP'li orta sınıfların ve samimi Müslümanların ‘dışlanma, aşağılanma ve ödettirme’ endişelerini, korkularını bizzat kimliği, kişiliği ve geçmişi ile tamamen gidermese bile yatıştıracak bir şahsiyet olur ise AKP ve Erdoğan'ın son seçimde aldıkları yüzde 45 oyun ‘çantada keklik’ olması kesinlikle mümkün olamayacaktır.”
Ömer Laçiner’in yazısının yayımlandığı günlerde bazı çevrelerde ortak bir aday çıkarma stratejisinin konuşulduğunu ve bu çerçevede eski Refah Partisi milletvekili ve HAS Parti kurucusu Mehmet Bekaroğlu’nun adının geçtiğini duymuştum.
Yeri geldi, şu haklı kafa karışıklığı, sağ – sol kavramlarının işlevselliksizliği, köken ve şerit meselesiyle ilgili ne demek istediğim daha iyi anlaşılsın diye bir örnek vereyim: Eski DSP Trabzon Milletvekili ve Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk'ü hatırlarsınız. Kendisinin Adalet Bakanı olduğu dönemde bir operasyon yapılmıştı ve adına Hayata Dönüş Operasyonu denmişti. Bakın Wikipedi bu operasyon için ne diyor:
“Türkiye'de cezaevlerindeki bazı tutuklu ve hükümlülerinin F tipi hücre sistemine ve tecrit uygulamasına direnmek için 20 Ekim'de başlattıkları açlık grevi ve ölüm orucu eylemlerine karşı, 19 Aralık 2000 tarihinde, 20 cezaevine birden yapılan, 2'si asker 30'u tutuklu 32 kişinin öldüğü, yüzlerce kişinin yaralandığı, yaklaşık 10.000 güvenlik görevlisi tarafından gerçekleştirilen operasyonlara verilen resmi addır.”
Peki o dönemde Mehmet Bekaroğlu ne yapıyordu? O da F Tipi cezaevlerinde siyasi tutuklulara yönelik insanlık dışı uygulamalara ve “Hayata Dönüş Operasyonu”na karşı verilen insan hakları mücadelesinde aktif görev yapıyor ve cezaevlerinde yaşanan ölümlerin durdurulması için mücadele ediyordu.
Şimdi gelin geçmişe dönelim ve çatı aday olarak Mehmet Bekaroğlu’nun CHP’ye önerildiğini varsayalım. CHP de “Biz Bekaroğlu’na kökeni itibariyle karşıyız, bizim ortak adayımız Hikmet Sami Türk’tür” demiş olsa, CHP sol şeridi doldurmuş mu olurdu?
Şunu da söyleyeyim. Kendisi farklı bir aday ve sürece işaret etmiş olabilir, bunu bilmiyorum; ama ben Eklemeddin İhsanoğlu’nun doğru bir aday olduğu fikrini Ömer Laçiner’den yaptığım yukarıdaki alıntıyla gerekçelendiriyorum.
Ahkâm kesmek kolay, ancak soruya doğru cevap verebilmek için sandığa gitmeyenlerin gerekçelerini bilmek lazım. Ancak şu konuya da dikkat çekmekte fayda var: İhsanoğlu’nu herkes gibi ben de pek tanımıyordum. Mamafih şöyle bir bilgi nasıl olduysa kulağıma gelmişti: “Ekmelediin İhsanoğlu, cemaat yapılanmasının ve okullarının Ortadoğu’da yayılmasını sağlayan yegâne kişidir ve Hocaefendi’nin sıkı adamıdır.”
Doğrusu bu iddiayı-duyumu paylaştığım insanlarda başlarda hep sandığa gitmeme eğilimi vardı.
Daha sonra A Haber kanalında bir tartışma programına denk geldim. Orada Başbakan Erdoğan’ın adaylığını savunan ve Ekmeledin İhsanoğlu’nu şahsen tanıdığını söyleyen bir zat şunu söylüyordu:
“Fethullah Gülen Hoca, Ekmeleddin Bey’i çok sever. İslam dünyası için ve Filistin meselesinde yaptıklarından dolayı onu kıskanır. Buna rağmen Ekmeleddin Bey cemaate hep mesafeli durmuştur. Hatta yaptıkları çok faydalı ve masumane işlerde dahi cemaatle mesafesini korumuştur. Kendisinin cemaatle bir bağlantısı yoktur.”
Bu sözleri duyuyunca Ekmeleddin İhsanoğlu’nun tanınması için yeterince çaba gösterilmediği, hatta aleyhte propaganda yapıldığı şüphesi duymuştum. Nitekim bu şüphem Kılıçdaroğlu’nun şu ifadesiyle önemli ölçüde subuta erdi:
“Hatta bu arkadaşlarımız partili olduklarını unutup, kendi partilerinin çıkardığı adayın aleyhine AKP’den bile daha fazla propaganda yaptılar. Ekmel Bey seçimlerde başarısız olsun diye her türlü çabayı gösterdiler.”
Elbette sandığa gitmeyenleri bir avuç milletvekili örgütledi ve o nedenle proje başarısız oldu, demek istemiyorum. Meselem parti disiplini, lidere saygı ve CHP’nin yenilenme ve heyecan yaratma gücünün nasıl zayıflatıldığıyla ilgili...
Daha sonra Ekmeleddin İhsanoğlu’nu ve ailesini kamuyouyla beraber ben de tanıdım ve sevdim.
İsterseniz sözünü ettiğim kafa karışıklığıyla ilgili bir soru daha sorayım: Şimdi biz türbanlı öğrencilerin okuma haklarının ellerinden alınmasına karşı çıktığı için 12 Eylül mahsulü YÖK düzeninden zulüm gören İhsanoğlu’nun kökenine bakıp “Bu adam sağcı” deyip, 28 Şubat’a hayat veren bir zihniyetle aynı safta durunca, sahiden sol şeridi doldurmuş mu oluyoruz? Öyleyse eğer, yaptığımızın Erdal Eren rozeti takıp 1982 Anayasası’na evet oyu vermekten ne farkı var?
Şu tespiti yapalım: Seçime katılım oranı düşük olmasına rağmen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Başbakan Erdoğan “toplam kayıtlı seçmen” sayısının yüzde 38’inin oyunu almıştır. Bence cevabı merak edilmesi gereken asıl soru şu olmalı: Arkadaş nasıl oluyor da Erdoğan halen en az yüzde 38 oy alabiliyor?
Sorunun simetriği bence şu: CHP ne yapmalı ki, yolun iki şeridini da kaplasın?
Aşağıdaki alıntı, Sosyalist Enternasyonal İstanbul toplantısını özetlediğim 12 Kasım 2013 tarihli, “Özgürlük ve demokrasi devrimi taahhüt eden CHP, umut olacak mı?” başlıklı yazımdan.
“Kılıçdaroğlu’nun sosyal demokrasinin evrensel ilkelerine bağlılık konuşması
Kılıçdaroğlu, klasik CHP söyleminden uzak, ama sosyal demokrasinin evrensel ilkelerine sonuna kadar bağlı olan konuşmasında CHP’yi Türkiye’deki emeğin sözcüsü parti olarak niteledi. Kadın haklarından söz etti, daha iyi bir dünyanın inşası için beş kıtadan gelen insanlarla bir arada olmaktan, onlara ev sahipliği yapmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirdi. İnsanlara “yoldaşlar” diye hitap etti. Özgürlük ve eşitlik düşüncesiyle, sosyal demokrasinin evrensel ilkelerini içselleştirmekten söz etti. CHP’nin sadece Türkiye’de değil, bölgesinde ve dünyada da haksızlıklar, baskılar ve eşitsizlikler karşısında adaleti, demokrasiyi, özgürlüğü, eşitliği ve çoğulculuğu savunduğunu vurguladı. Bölgemizde demokrasinin gelişmesi için halkların eşitlik ve özgürlük çığlığını bastırmaya çalışan aşırı uçların; etnik, dinsel ve mezhepsel fay hatlarının yarattığı istikrarsızlıkların ve dışarıdan askeri müdahale olasılığının yarattığı tehlikelere işaret etti. Baskıcı güçlere ve şiddet yanlısı politikalara karşı barışçıl çözümün önemine vurgu yaptı.
Piyasa tökezlemesinden, düzenleyici denetleyici politikaların oluşturulmasının öneminden, istihdam ve üretimi artırmayı amaçlayan politikalardan, sürdürülebilir, çevreyle dost bir kalkınma anlayışından, üretilenin hakça bölüşümünden, güçlü ve örgütlü bir toplumdan, hesap verebilir bir devletten, CHP’nin de içselleştirdiği evrensel parametreler olarak söz etti.”
Evet, sorunun cevabı bana göre bizatihi Kemal Kılıçdaroğlunun konuşmasında çerçevesi çizilen yeni duruşun ete kemiğe bürünememesinde...
Kurultayın bu soruya cevap bulacağını umarak burada bitirelim.
Not: Parti içinden gelen eleştirileri, muhaliflerin basın toplantısı düzenlemesini ve grup başkanvekili tayin ettiği Muharrem İnce’nin kendisine rakip olmasını, Kılıçdaroğlu’nun çok sevdiğim Tunceli insanına özgü bir tabiat, insancıl, demokrat bir lisan ve perspektifle karşılamasına dikkat çekmek isterim. Özellikle parti içinde serbest iradeyle yapılan her eleştiriyi nifak, şeytan, fitne, ihanet türü tabirlerle bastıran Başbakan’la kıyaslayarak...