Euro dağılırsa devletlerin ekonomideki rolü ne olur? Euro’yu dağılmaya götüren süreç sosyal demokrasiyle ilgili çok önemli bir anlayış farkının ürünü mü? Özel sektör de israf eder! Krizlerin gerekçelerini eşelerseniz karşınıza bila istisna ülke kaynaklarının müsrif kullanımı çıkar. Bunu yapanın kamu ya da özel sektör olması durumu değiştirmez. “Washington Konsensüsü”, sermaye piyasalarının sığ ve az gelişmiş olduğu dönemlerde krizlerin nedenini hep kamu kaynaklarının israfında arardı. Çoğu zaman da aradığını bulur ve yeknesak bir makro çerçeveye referansla soruna çözüm üretirdi. Artık devletler de, özel sektör de borçlanmayı para ve sermaye piyasalarından yapıyor. O nedenle israfı özel sektör de yapabiliyor. Yeni kriz reçetelerinde artık paradigma değişti. Ancak paradigma değişikliği müsrif kamu otoritelerinin terbiye olduğu anlamına gelmiyor! Özellikle de uluslararası kurumların pek de ayrıntılı gözlerle bakamadığı ve baksa da gördüğü manzarayı dünyaya duyramaya cesaret edemediği “batı” dünyasında. Euro’nun kurtuluşu Washington Konsensüsü'nde mi? Avrupa Para Bölgesi krize çözümü, Washington Konsensüsü'ndeki reçeteye uygun bir şekilde kamuda israfı azaltacak ve kaynakları çoğaltacak politikalarda arıyor. Harcamaları kısarak ve vergileri artırarak bu ülkeler nasıl büyüyecek? Lüksemburg Başbakanı ve AB Para Bölgesi Maliye Bakanları Başkanı Jean- Claude Juncker’ın geçen haftaki çıkışı tam da bu çıkmaza işaret ediyordu. “Daha küçük bütçelerle büyümeyi artırmanın bir yolunu bulmalıyız!” Ancak yatırımcılar şunu gayet iyi biliyor ki, sıkı maliye politikası tek başına temerrüdü önlemek için yeterli değil. Çünkü sorunlu ülkelerin borçlarını sigortalatmanın ve bu borçları yeniden çevirmenin maliyeti giderek artıyor… Uluslararası rekabet gücü kazanmak o kadar da kolay mı? Sorunlu Akdeniz ülkeleri ve Fransa bu anlamda aynı kaderi paylaşıyor. Harcamaları kısıp vergileri artırınca bu ekonomiler durgunluğa düşüyor. Büyüme olmayınca önceden konulan açık hedeflerine ulaşmak zorlaşıyor; çünkü vergi toplanamıyor. O nedenle büyümenin tek yolu ihracattan geçiyor. Ancak bu ülkelerde işgücü piyasası maalesef katı. Halen “refah devleti” pratiği bu ülkelerde bir şekilde devam ediyor. Oysa bu ülkelerin rekabet güçlerini artırabilmek için daha verimli üretim yapmaları gerekiyor. Önceki yazımızda bu sihirli sözcüğün pratikteki anlamının sadece daha az sayıda işçiyle ve/veya daha düşük işgücü maliyetiyle üretim olduğunu yazmıştık. Bu reformların ülkenin rekabet gücünü hemen artırması kolay değil. İşsizlik oranlarının bu kadar yüksek olduğu bu ülkelerde bu reformların da hayata geçmesi de esasen çok zor! Euro’nun dağılması nasıl olur? Euro’nun dağılmaması için şimdilik razı olunan önlemler alındıktan sonra da olacak olan “üç aşağı- beş yukarı” belli. İtalyan, Yunan ve İspanyol seçmen “er ya da geç” şunu soracak: “Arkadaş daha düşük ücretle yaşamaya razı olduk, vergiler de arttı, devletimiz harcama da yapmaz oldu, iyi de bu işsizlik oranı neden düşmüyor?” Bu soru sorulmaya başladıktan sonra sular “neden kendi ulusal paramıza dönmüyoruz”a doğru akacaktır. Çünkü, ihracat dışında büyümek neredeyse imkânsız hale gelecek. Sular bu yönde akmaya başlayınca “kendi ulusal paramızla neden borçlanmıyoruz, neden kendi bankalarımıza güvenmiyoruz, neden kendimiz para basmıyoruz” türü sorular gündeme gelecek. Peşi sıra “bunları yapsak ne olur” sorusu sorulacak ve buna cevaben “paramız biraz değersizleşir, biraz enflasyon oranımız artar, ama bu durum başka ülkelerin bize politika dikte ettirmesinden daha ehven değildir”, denilecek. Hatta “paramızın değer kaybetmesi ihracatçı sektörlerimizi destekleyerek büyümeyi hızlandırır” denilecek. Bu da doğal olarak daha korumacı ve müdahaleci devletlere yol açacak. AB liderleri dünyayı G7 sandılar ve gelişmelere ayak uydurmadılar! Şimdi biraz geçmişe dönelim. Yıl 1998, Avrupa Merkez Bankası kuruldu. Yıl 1999, Maastricht kriterlerini yerine getiren 12 ülke Euro’ya hazır. ERM sürecinde ulusal para birimleri birbirlerine karşı sabitlenmiş durumda… Euro’nun değeri o zaman Euro kullanacak olan ülkelerin para birimlerinin bir şekilde ortalamasına göre ayarlandı. Daha sonra da serbest piyasada dalgalanmaya bırakıldı. Ancak her zaman dünyada neler olup bitiyor diye ağızlarına baktığımız Avrupalı liderler dünyada neler olup bittiğine gözlerini kapamışlardı. Dünyayı münhasıran G7’den ibaret varsayıyor ve hep öyle kalacak sanıyorlardı. Oysa Çin, Hindistan ve Brezilya hızla büyüyordu. Bu yeni durum, başta Almanya olmak üzere teknoloji yoğun üretim yapan ve esasen KOBİ’lere dayalı kuzey ülkeleri için büyük fırsatlar doğuruyordu. Yenilikçi, esnek, teknoloji yoğun şirketlerin ürünleri ve finansal hizmetlerin ihracatı sayesinde bu ülkeler hızla büyüyor… Daha az yenilikçi, işgücü yoğun sanayilere sahip Fransa, İtalya ve diğer güney ülkeleri rekabette zora giriyordu. Bilmiyorum Nokia örneğini versek yeterli olur mu? Euro’nun değeri bazı ülkelere daha fazla rekabet gücü kazandırdı… Bu süreç zamanla Almanya ve kuzey ülkeleri için Euro’nun değersiz olmasına, sorunlu Akdeniz ülkeleri içinse aşırı değerli olmasına yol açtı. Doğal olarak Almanya ve kuzey ülkeleri bu dinamizmin yarattığı ihracat sayesinde krizden yara almadan çıktı. Ancak Fransa ve güney ülkeleri çok zor durumlarda kaldı. Bu ülkeler kendi ulusal para birimlerine sahip olsalardı paralarının devalüe olmasına izin verirler, bu da ithalatı pahalılaştırıp, ihracatı artırarak bu ülkelerdeki işsizlik sorununun çözümüne katkı yapan bir büyüme trendine yol açabilirdi. Ama ortada bir Euro vardı ve bu para birimine bağlılığın maliyeti yüksek işsizlikti! Şimdi bu ülkelerde Junker’in dediği gibi Euro’yu yaşatarak, daha düşük bütçelerle büyümenin nasıl artırılacağının bir yolunu bulmak gerekiyor. Şimdi şu soru sorulabilir? İyi de bu mevzunun sosyal demokrasiyle ne alakası var? Nasıl bir sosyal demokrasi? Alakası şu: Almanya ve kuzey ülkelerinde sosyal demokrasi derken anlaşılan şudur: “Güçlü bir özel sektör ve bu gücü korumak ve artırmak için organize olmuş bir devlet.” Fransa ve güney ülkelerinde anlaşılansa;“Güçlü bir devlet ve bu gücü koruma ve artırmanın bedelini ödemesi gereken bir özel sektör.” Euro tecrübesi şunu göstermiştir ki, ikinci tür sosyal demokrasi işsizliğe, kalifiye işgücü göçüne, düşük büyüme oranına ve yüksek mali açıklara yol açıyor. Şimdi size bir başka soru daha: Sizce de Türkiye’de sosyal demokrasinin birinci tür sosyal demokrasiye doğru evrilmesi gerekmiyor mu?