2012 yılında ekonomiyi soğutmak (yumuşak iniş) amacıyla bir dizi önlem aldık. Büyümeyi iç talepten çok dış talep sürüklesin istedik ve nitekim öyle oldu. Ancak dış dünyanın malum hali nedeniyle net ihracatın pozitif katkısına rağmen, 2013 yılında sadece yüzde 2.2 büyüdük. Bu rakam moralleri bozdu.
2013 yılında ülkemizin finanse etmek zorunda olduğu dış açığın boyutu malum. Teşvik yasası, kentsel dönüşüm, 2B arazilerinin satışı, Merkez Bankası’ndan peş peşe gelen faiz indirimleri, ikinci vergi barışı, BDDK’ya kredi genişlemesine izin vermesi için yapılan psikolojik baskı, bilahere bankalara kredi riskini almaları yönünde yapılan “tavsiyeler”, son olarak da bankalara yıllık ücreti olmayan kredi kartı çıkarma zorunluluğu vs. hep, 2013 yılında yüzde 4 büyümek ve dış açığı zorlanmadan finanse edebilmek amacına matuf önlemlerdir.
IMF’ye borcumuzu ödedik. Bu olumlu bir gelişme, ama unutulmamalı ki borç stokumuz azalmadı. Moody’s de ülke notumuzu yatırım yapılabilir seviyeye çıkardı. Bu da çok olumlu bir gelişme, ama unutulmamalı ki, halen büyürken cari açık üreten bir ekonomik yapımız var. Dahası var: İhracatımızın önemli bir kısmını yaptığımız Avrupa Para Bölgesi 6 çeyrektir (1.5 yıl) resesyonda. Geçen senenin son çeyreğinde yüzde 0.4, bu yılın ilk çeyreğinde yüzde 0.3 küçülen Fransa’nın da katılımıyla 17 ülkeli bölgenin 9’u resesyona girmiş oldu! Açıkçası bölge için durum, 2008’den çok daha kötü!
Muhtemeldir ki, bölge için 2011 – 2021 dönemi “kayıp 10 yıl” diye anılacak ve yapılan yanlışlar, 2020’li yılların uluslararası iktisat ders kitaplarında, entegrasyon teorisiyle ilgili konular için örnek olaylar arasında yer alacak. Şahsen ben yapılan yanlışları 2008 krizi öncesinde her ülkeye aynı reçeteyi (mali disiplin) uygulatan IMF politikalarına benzetiyorum. Bölge içinde birbirinden farklı ekonomik yapılar ve kök nedenleri farklı sorunlar için aynı reçete uygulanıyor. Neyse, ülkemizin değerli iktisatçıları Prof. Dr. Korkut Boratav ve Prof. Dr. Yılmaz Akyüz haykırırken susanlar düşünsün.
Anlaşılan hal böyle olunca, yani ihracatın net katkısının 2013 yılı için hedeflenen yüzde 4 büyüme oranına ulaşmak için de yeterli olmayacağı anlaşılınca, 2012 yılında ekonomiyi soğutmak amacıyla kontrol altında tutulan iç talebi artırıcı önlemler zorunluluk haline geldi. Faiz indirimleri sonrasında bankalara yönelik olarak “risk alın, kredi verin, kredi faizlerini düşürün” türü çıkışlar, kart ücreti almaksızın kredi kartı çıkarın türü açıklamalar, hep hane halkının daha fazla harcama yapmasını ve müteşebbisin daha fazla yatırım ve ticaret yapmasını sağlamaya yönelik çıkışlar.
Bu noktada önemli bir konuya değinmekte fayda var: Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan BDDK’ya “kredi genişlemesine izin ver” diye çıkışınca, anında “Basel II’ye uymak zorundayız” cevabı gelmişti. Meseleyi Basel II çerçevesinden açacak olursak bankalara tavsiye edilen şey esasen şuydu: “Sermaye artırmadan riskli müşterilere de kredi verin.” Malum Basel II bankaların verdikleri riskli kredilerin en az yüzde 8’i kadar sermayeye sahip olmalarını zorunlu kılıyor. Hassasiyetlerinden anlıyoruz ki, BDDK’nın bu çıkışını Başbakan Yardımcısı Ali Babacan da destekliyor. Çünkü Babacan, T24 okurunun yakından takip ettiği gibi “her fırsatta kojonktürün değişmekte olduğu ve bu nedenle daha dikkatli olmamız gereken bir döneme giriyoruz” türü uyarılarımıza daha uygun bir söylem sergiliyor.
İki gün önce Babacan Eximbank önlemlerini açıkladı. İşte bu önlemler tam da bu noktada bankalara yönelik çıkışlar için yeni bir açılım getiriyor. Önce alınacak önlemlerle ilgili Babacan’ın demecine kulak verelim:
"Eximbank ile yapılan yeni çalışmalar arasında sadece faiz indirimi yok. Bununla birlikte getirilen bir çok yeni uygulama ihracatçının yüzünü güldürecek. Örneğin yeni uygulamalar arasında ‘Yurtiçi alacak sigortası’ gibi yeni uygulama, ihracatçının yurt içindeki alacaklarını dahi teminat altına alıyor. Eximbank, ihracatçıların yurt içinde alacağını sigorta altına alan ilk ve tek yerli kuruluşu oldu.”
Küçük bir düzeltme yapalım. Henüz “olmadı”, inşallah Haziran ayında olacak.
Alacak sigortası özetle şöyle çalışıyor: Yurtdışında birileri sizden vadeli mal almak istiyor. Ne adamı tanıyorsunuz, ne de şirketini. Şirketin gerçek anlamda mali durumunu bilmeniz mümkün değil. Adam banka teminat mektubu vs. de vermek istemiyor. Neye güvenerek vadeli mal satacaksınız? İşte bu noktada alacak sigortası hizmeti veren şirketler devreye giriyor. Eldeki bilgileri paylaşıyorsunuz, sigorta şirketi araştırma yapıyor ve belli bir limit içinde kalmak şartıyla tanımadığınız yeni müşterinize vadeli mal satmaya başlayabiliyorsunuz. Adam kaçtı, mallarınıza el koydu, şirket iflas etti, savaş oldu, ambargo oldu, borcunu ödemedi, bu ve benzer durumlarda hemen devreye sigorta şirketi giriyor ve alacağınızı sigorta şirketinden tahsil ediyorsunuz. Bu hizmeti ihracatçılar için Türkiye’de sadece Eximbank veriyordu. Oysa bu işi dünya çapında yapan dev şirketler var. Mesela Coface (Fransa), Hermes (Fransızlar kurmuştu ama, çoğunluk hissesi Almanlara geçti) ve Atradius (İspanya). Bu şirketler halen ülkemizde hem dış ticarette ihracatçılara, hem de iç ticarette satıcılara alacak sigortası hizmeti veriyor. Maalesef böyle bir hizmet veren hiçbir özel Türk şirketi yok. Bankalarımız iç ticarete münhasıran Doğrudan Ödeme Sistemi (Doğrudan Borçlandırma Sistemi de deniyor) hizmeti veriyor; ancak bunun için de müşterinizin teminat göstermesi ve göreli olarak yüksek faiz maliyetine katlanması gerekiyor. Bir de limit sorunu var. Bankanızın verdiği limit çerçevesinde müşterinize vadeli mal satabiliyorsunuz. Yani, yine devreye kredi riski nedeniyle Basel II giriyor. Yeri geldi, yeni TTK’yı sulandıranları anmadan geçmeyelim.
Şimdi izninizle biraz geçmişe gidelim: 5 Mayıs 20011 tarihli yazımızın başlığı şuydu: “Ekonomi yönetimine iki acil önerim var...”
İkinci öneriyi aynen alıntı yapıyorum:
“2) Kriz döneminde şirketlerin (müşterilerinizin) kredi sigorta limitleri düşer. Alacak sigortası şöyle çalışır: Müşteriniz size olan borcunu vadesinde ödemezse bedelin yaklaşık yüzde 90’ını sigorta şirketinden alırsınız. Sigorta güvencesi müşteriniz temerrüde düşünce çalışır. Kriz dönemlerinde birçok şirket temerrüde düşer. Temerrüde düşmese dahi, limitler azaldığı için müşteriniz sizden mal alamaz. Devletin buna da acil bir çözüm bulması gerekiyor. Devlet bir fon kurarak belli koşulları sağlayan mükelleflerin alacaklarını sigortalayabilir. Veya bu alacaklarla ilgili riski ben alıyorum, diyebilir. Bunun benzer örneği mevduata devlet güvencesidir.”
2011 yılında yaptığımız önerinin hayata geçmesi doğru ve yerinde olacak. Meraklısı için şunu da söyleyelim: 27 üyeli AB içinde alacak riski sorunu 4 EFTA ülkesini de kapsayacak şekilde SEPA (Single Euro Payments Area) adlı bir sistemle, geçen yılın Mart ayında çözüldü. SEPA bizdeki Doğrudan Ödeme Siteminin AB ülkeleri arasındaki ticarete uyarlanmış halidir. Bir soru: Biz neden SEPA'ya dahil değiliz?
Öte yandan Başbakan’ın ABD ziyareti öncesinde ve ziyaret sırasında çok konuşulan, AB ve ABD arasında bu yıl imzalanması beklenen şu meşhur serbest ticaret anlaşması meselesine de değinmek isterim.
T24 okuru yine herkesten önce bu konuyu 10.12.2012 tarihli “Batı nasıl bir süreçten geçiyor? TAFTA kurtuluş olabilir mi?” başlıklı yazımızdan okudu. Alıntılayalım:
TAFTA (Trans Atlantic Free Trade Agreement) ABD ve AB arasında, müzakerelerine 2013 yılında başlanması planlanan bir serbest ticaret anlaşması. ABD ve AB toplamı dünya ekonomisinin neredeyse yarısına tekabül ediyor. Dünya ticaretinin üçte biri bu iki blok arasında yapılıyor. 2011 yılında Avrupa ABD’den Çin’in aldığında üç kat daha fazla mal satın aldı, ABD’ye Çin’in sattığından iki kat daha fazla mal sattı (...)
Öte yandan iki tarafta da sorunlar benzer. İki taraf da büyüme ve istihdam yaratmak istiyor. Bunun için mal satmak zorundalar. AB Komisyonun tahminine göre TAFTA hayata geçerse bundan iki taraf da yarar sağlayacak. 2013’te anlaşmanın müzakerelerine başlanılacak. Muhtemelen Merkel bu anlaşmanın en büyük savunucusu olacak. Çünkü ABD’ye en fazla ihracatı Almanya yapıyor. Ayrıca AB’yi kurtaracak ve bir arada tutacak yeni bir umut işlevi de görecek bu anlaşma, Merkel’in seçimlerde işini kolaylaştırıcı bir işlev de görebilir.
Bir OECD çalışmasına göre tarife dışı engellerin kaldırması iki tarafın da GSYİH’larını uzun dönemde yüzde 3,5 artıracak. Anlaşmanın faydası büyümeyle sınırlı değil. Mesela Avrupa’da üretilen ve ABD’ye ihraç edilen bir araba Avrupa’da test edilmişse, ABD de artık test edilmeyecek. Test edilmiş bir ilaç mesela, bir daha ABD’de test sürecinden geçip onay almayacak.
TAFTA, esasen Batı’nın krizle zayıflayan lider duruşunu sağlamlaştırma ihtiyacının da bir sonucu. Mesele Çin’e karşı daha sağlam bir duruş sergilemek. Zorlasak şunu da diyebiliriz: TAFTA Batı’nın dirilişi ve ittifakı projesi de olabilir. Çünkü TAFTA hayata geçerse Batı, dünya düzeni için küresel standartlar tayin eden eski lider rolüne yeniden kavuşabilir. Gücü ve karar süreçlerini paylaşması gerekmez.
TAFTA önemsenir ve hızlanırsa, şu anda bizim için önemi azalmış olan AB üyeliğinin çok önemli ve değerli olabileceği bir süreç başlayabilir. O nedenle Türkiye açısından bu TAFTA meselesini iyi izlemek gerektiği kanaatindeyim.”
Bu arada, amatör bir iktisatçı olarak, T24 yazarlarının Türkiye’de kaliteli demokrasi konusundaki ısrarlı ve cesaretli yazılarının da ülke yönetiminde karşılığını bulmasını, sevindirici bir gelişme olarak not etmek isterim. Çünkü dış açığın finansmanı sorununun vehametine ve kapasite kullanım oranının durumuna bakılacak olursa, ufukta gayet mütevazı bir büyüme oranı görünmesine rağmen Moody’s’in not artırmasının, bence çözüm süreci yolunda adılan cesur adımlar dışında bir açıklaması yok.
Not: Akil İnsanların ne yaptıklarını anlamakta zorlananlar 14 Ocak 2012 tarihli “Modern devletler sorun çözmek için vardır.” başlıklı yazımıza bakabilir.