Fransa’da 6 Mayıs’ta cumhurbaşkanlığı seçimi var. İlk tur sonuçlarına göre sosyalist aday François Hollande önde.
Nicolas Sarkozy’ye “Merkozy” deniyor. Bunun nedeni; geçen yıl ülkemize geliş nedeni için, özellikle “G20 çalışmaları nedeniyle yapılmış bir ziyaret” vurgusu yapsa da, Esenboğa’da uçaktan sakız çiğneyerek inse de, geçen yıl Ermeni soykırımı iddialarının inkârını suç sayan yasa değişikliğiyle ilgili olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün telefonuna çıkmasa da, yan yana geldiklerinde omuzuna dokunarak veya sırtını hafiften sıvazlayarak basın önünden ayrılırken ilk adımı atarak ondan daha üstte bir izlenim vermeye çalışsa da, aynı gün çocuğu doğmuş olmasına rağmen ıslığı duyar duymaz Frankfurt’a uçan Sarkozy’nin, borç krizinde büyük ağabeylik statüsünü perçinleyen Almanya’nın başbakanı Angela Merkel’e, sahne arkasında çok tabi (bağlı) bir duruş sergilemesinden kaynaklanıyor. E, kolay iş değil “eli sıkışık” büyük bir devlete başkanlık yapmak. Eli sıkışık diyoruz, açıklayalım...
Fransa’da işsizlik oranı yüzde 9,8. Fransa, bütçesi 1970’lerden bu yana neredeyse her yıl açık veren ve bu nedenle sürekli borç biriktiren bir ülke. Bunun en önemli nedeni kamu harcamalarının sürekli artması. Bütçe açığının gayrisafi yurtiçi hasılaya oranı 2011 yılında yüzde 5,7’ydi. Kamu borcunun gayrisafi yurtiçi hasılaya oranıysa yüzde 85,8. Ama gidişata bakılırsa kısa bir süre sonra yüzde 90 sınırına dayanacak. Bu oran 1980 yılında yüzde 20, 2007 yılındaysa yüzde 64’tü. Kamu borcu yükselen bir ülkenin düşük faiz oranlarıyla borçlarını çevirmesi hiç de kolay bir iş değil.
Fransa’da kamu kesimi, ülkenin gayrisafi yurtiçi hasılasının yaklaşık yüzde 57’si kadar harcama yapıyor. Fransa halen “refah devleti” pratiğinden kopamadı. Bu nedenle, uzunca bir süredir aciliyeti anlaşılmış olmasına rağmen mali konsolidasyonu erteledi. Esasen büyüme varken bunu yapmak kolaydı, ama 2008 krizi sonrasında dünya ekonomisinin ve özellikle de AB’nin içinde bulunduğu durum malum. Büyümek çok zor, çünkü herkesin büyümeye ihtiyacı var ve ortada Çin varken herkes ihracat yaparak büyümek istiyor. Bu da kolay değil. O nedenle yeni dönemde mali konsolidasyonu daha fazla ertlemek mümkün olmayacak.
Yüksek faiz her zaman büyümeyi vurur. Fransa ekonomisi 2011 yılında yüzde 1,4 büyüdü. 2012 yılındaysa (resmi tahmin) yüzde 0,5 büyüyecek. Büyümeyen vergi toplayamaz, borcunu istediği gibi servis edemez. Bu da kamu finansmanıyla ilgili risklerin artmakta olduğuna işaret ediyor. Nitekim uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Standard & Poor's ocak ayında Fransa'nın uzun vadeli kredi notunu AAA'dan AA+'ya indirdi. Fitch ve Moody's ülke notunu halen AAA olarak tutsa da, görünüm bunlar için de negatif. Yani bu iki derecelendirme kuruluşundan da not indirimi gelebilir. Not indirimi demek, kamu için daha yüksek faiz oranıyla borçlanmak, bankalar için riskli varlıklar için daha fazla rezerv tutma zorunluluğu, özel sektör içinse daha az fon demek. Nitekim değerli T24 okuru hatırlar ki, 2010 yılının Mart ayında şu başlıklı yazımızla yaklaşan tehlikeye işaret etmiştik: “Neden hiç Fransa konuşulmuyor?”
Çıkmaz şurada: İç talebi kısıcı tedbirler büyümeyi çok olumsuz etkiler. Fransa’nın şu anda en önemli sorunu büyümeyi vurmadan mali konsolidasyonu tedricen yapabilmekte. O nedenle cumhurbaşkanlığının en önemli iki adayı da seçim konuşmalarında büyümeyi hızlandırmak için ECB’ye (Avrupa Merkez Bankası'na) yeni roller biçiyor. Fransa’nın öteden beri Avro’nun değer kaybetmesi taraftarı olduğunu, bunu özellikle uçak ve tahıl ihracatını artırmak için istediğini, değerli Avro’nun Almanya’nın işine geldiğini, bu yolla ucuza hammadde ve enerji ithal ettiğini, değerli Avro’ya rağmen verimli imalat sanayiyle desteklenen ihracata dayalı büyüme modeliyle krizden yara almadan çıktığını aklımızda tutalım.
Gelişmiş birçok batı ülkesinde olduğu gibi Fransa’da da kamu harcamalarını kısmak hiç de kolay değil. Fransa’da da yaşlı bir nüfus var ve yoğunluğu giderek artıyor. Sosyal güvenlik harcamalarının finansmanı Fransa’da da çok önemli bir sorun. Halen refah devleti pratiğinden kopamayan Fransa’da bu nedenle emeklilik ve sağlık harcamalarını kısmak her yerden daha zor.
2000 yılından bu yana Fransa’da GSYİH’ya oranı bakımından kamu yatırımları azalıyor. Mali konsolidasyonun bu nedenle hedefi cari harcamalar ve transfer harcamaları olmak durumunda. Bu arada, sosyal güvenlik harcamalarının “transfer harcaması” olarak tasnif edildiğini belirtelim. Kamu finansmanında sorun demek faiz harcamalarının artması demektir. Yani transfer harcamalarında da gidilecek çok bir mesafe yok!
Öte yandan Fransa’da vergi gelirlerinin GSYİH’ya oranı yüzde 42,5. OECD ülkelerinde bu oranın ortalaması yüzde 33,8. Yani Fransa’da esasen vergileri artırarak da gidilecek yol sınırlı.
Ancak analistler, Fransa’nın da orta vadeli bir mali konsolidasyon stratejisi uygulaması ve bağlayıcı bir “mali kural” ihdas etmesi gerektiğini söylüyor. Hatta kimi analistler, 2002 krizi sonrasında bizde de dile getirilmiş olan “bağımsız bir bütçe komitesi” kurulmasını savunuyor. Yani para politikası gibi maliye politikasını da bağımsız bir otorite tayin etsin diyorlar. Nedeni açık: Fransa da kamu borcunu aşağılara çekmek için kemer sıkmak zorunda. Bu da başta cari harcamalar olmak üzere, hem merkezi devlette, hem de mahalli idarelerde kamu harcamalarınının kısılmasını gerektiriyor. Yani kamuda daha az maaş ve ücret; hem çalışanlara, hem de emeklilere daha az sosyal yardım ve belediyelere merkezi bütçeden daha az transfer...
Şu anda cumhurbaşkanlığı için yarışan liderler arasında mali konsolidasyonun gerekliliği konusunda mutabakat var. 2016 ve 2017 yılları için adaylar denk bütçe hedefi vaat ediyor. Ancak sözünü ettiğimiz türden harcamaları kısacağına dair işaret vermiyorlar. Adayların neredeyse tamamı mutabakatla vergi kayıp ve kaçağının azaltılması gerektiğini söylüyor. Hatırlarsanız bu tartışmayı (kayıtdışılıkla mücadele, istisna ve muafiyetleri azaltma ve vergiyi tabana yayma) biz de yapmıştık ve halen yapıyoruz. Bu tartışmanın daha etkin bir gelir idaresi ihtiyacına işaret ettiğini ve bu nedenle Maliye Bakanlığı içinde Gelirler Genel Müdürlüğü’nün Gelir İdaresi Başkanlığı’na dönüştürüldüğünü hatırlatalım.
Sarkozy borç ve açık sorununu ABD’deki cumhuriyetçiler gibi daha çok kamu harcamalarını kısarak çözme taraftarı. Sosyalist Hollande ise demokratlar gibi daha çok vergileri artırarak çözmeyi vaat ediyor. Hollande mali konsolidasyon derken sosyal adalet vurgusu da yapıyor. Bu anlamda zenginlerden ve büyük şirketlerden daha fazla vergi alınması gerektiğini söylüyor. Sarkozy tarafından ortaya atılan, ancak İngiltere ve Almanya’nın karşı çıkmasıyla bir süredir uykuda olan bankalara yönelik “finansal hizmetler vergisi”nin seçim sonrasında tekrar AB gündemine gelebileceği bekleniyor.
Öte yandan kriz sonrasında AB’nin nasıl yapılandırılması gerektiği konusundaki görüş ayrılığı da ürkütücü boyutlarda. Kriz yönetiminde hata yapıldığını söyleyenler hiç de az değil. Nitekim cumhurbaşkanlığı için yapılan ilk tur seçimlerde Sarkozy’yi geride bırakan Hollande “Ben Avrupa İstikrar Paktı'nı yeniden tartışmaya açacağım" diyor. Bu anlaşma üye ülkeleri bütçe açıklarını kapatmaya, daha az borçlanmaya ve ortak bir bütçe disiplini anlayışına teşvik için imzalanmıştı. Bu anlamda Hollande’ın çıkışı çok önemli.
İkinci önemli gelişme geçen hafta Hollanda’da hükümetin istifa etmesi oldu. İstifanın önemli nedenlerinden birisi de, Avro karşıtı (koalisyan hükümetinin küçük ortağı) Özgürlük Partisi'nin AB hedeflerini uymak üzere hazılanmış olan bütçe harcamalarını kısıcı tedbirlere karşı çıkmasıydı. Öncesinde Moody’s tarafından mali disiplin tahhüdüne uygun önlemler alınmazsa Hollanda’nın AAA olan ülke notunun düşürüleceği uyarısı yapıldığını da vurgulayalım.
Şu da önemli: 6 Mayıs'ta sadece Fransa’da değil, Yunanistan’da da seçim var. Altı aylık teknokrat hükümetin yerini seçimle işbaşına gelmiş siyasi bir hükümet alacak. Seçimden başarıyla çıkacağı tahmin edilen Yeni Demokrasi Partisi liderinin “vergileri düşürme, ücretlerin düşürülmesi ve sosyal güvenlik yardımlarının kısıtlanmasına son verme” sözü verdiğini hatırlatalım.
Özetle, Avrupa Para Birliği’nde herkes mali konsolidasyon lazım derken, kimse kemer sıkmak istemiyor. Yani Avro’nun ve AB’nin geleceği için kimse kendi halkına fedakârlığı reva görmüyor.
İşte entegrasyon teorisine göre daha ileriye doğru bütünleşmeyi, hatta dağılmayı tetikleyen en önemli etken bu. Avro’yu yaşatmak ve AB’yi daha ileri bir entegrasyon aşamasına taşımak için kemer sıkmak yerine, herkes suçlu arıyor ve sorumluluğu başkalarına atıyor. Herkes büyümeye çözüm için ECB’den medet umuyor. Hollande bu anlamda ECB’nin halen yüzde 1 olan politika faizini daha da indirmesi taraftarı. Hatta daha da ileri giderek ECB’nin bankalar yerine doğrudan devletlere borç vermesi gerektiğini söylüyor. Hani eskiden bizde de vardı: Merkez Bankası kısa vadeli nakit ihtiyacı için Hazine’ye avans verirdi. Sonra Merkez Bankası Kanunu’nda değişiklik yaptık ve Merkez Bankamız bu anlamda “bağımsız” olmuştu. Onu söylüyor. Oysa ECB’nin devletlere doğrudan borç vermesi “kuruluş kanunu” gereği mümkün değil. Bu konuda Almanya’nın ne kadar hassas olduğunu hatırlatmaya bile gerek yok.
“ECB’nin yegâne görevi fiyat istikrarı. ECB’nin büyümeyi sağlama – gözetme gibi bir görevi yok. Daha da önemlisi “ECB’nin bağımsızlığı çok önemli.” Bunu ben değil, geçen hafta cumartesi günü, yani cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turundan bir gün önce Hollande’a cevaben ECB Yönetim Kurulu Üyesi Christian Noyer söyledi. Konuyla ilgili daha fazla bilgi arayanlar, ECB’nin de Fed’leşmeye doğru evrildiğini söylediğimiz “Fed – ECB, İki Merkez Bankası – İki Farklı Görüş!” başlıklı yazımıza bakabilir.
Hatırlayın, Yunanistan, İrlanda ve Portekiz borçlanma faiz oranları sürdürülemez boyutlara vardığında bu ülkeler AB ve IMF yardımlarıyla yüzdürülmüşlerdi. Sonra ve halen İspanya ve İtalya için de yardım gerekebileceği dillendirilmişti. Piyasalardaki ateşi ve borçlu ülkelerde faiz oranlarını düşürmek için ECB “LTRO” (Longer-Term Refinancing Operations) denilen bir tür yeniden finansman operasyonuyla bankalara 3 yıl vade ve neredeyse sıfır faizle fon sağlamıştı. Ancak bu fonun önemli bir kısmı birincil halka arzlarda sorunlu ülke kâğıtlarına gitmemişti.
İşte tam da bu noktada Hollande’ın “neden ECB bankalar yerine doğrudan devletlere borç vermiyor” dediğini hatırlatalım. Bu arada da Aydın Engin ağabeye de bir selam çakalım: Hatırlarsanız bir yazımda zamanında havaalanı benzeri büyük altyapı yatırımları için Yunanistan’ın AB’den epey yardım aldığını, ama bu yatırımları üstlenenlerin nedense hep Alman, Fransız ve İngiliz müteahhitler olduğunu yazmıştım. Hollande diyor ki, “ECB yüzde 1 faiz ile bankalara para veriyor, bu bankalar da örneğin İspanya’ya yüzde 6 ile borç veriyor. Bu bir paradoks değil mi? ECB neden borçlu devletlere doğrudan parayı vermiyor? Geçen yıl bankaların elindeki Yunan tahvillerini (ikincil piyasadan) almak yerine doğrudan Yunan hazinesinden alsaydı, kriz daha kısa yoldan önlenmiş olurdu.”
Sona yaklaşırken, geçen hafta Sarkozy’nin de Kasım 2011'de Almanya ile yaptığı “ECB ve politikaları üzerine yorum yapmama” anlaşmasından da bir U dönüşü yaparak, yarışta önüne geçen Hollande gibi “ECB’nin büyümeyi desteklemesi gerektiği” açıklamasını da hatırlatalım.
Öte yandan Almanya hükümet sözcüsü Steffen Seilbert’in Sarkozy’nin bu çıkışına cevaben; “Alman federal devletinin mutlak inancı odur ki, ECB ofisi ve onun rolü, politikacıların teşvik ve yardımlarından bağımsız olmalıdır. Ve bu durum Paris tarafından gayet iyi bilinmektedir” dediğini hatırlatalım.
Özetle, Fransa’daki seçimlerden sonra (Avro’nun dağılması sorumluluğunu almak istemediği ve Yunanistan tahvilleri bulunan Fransız bankalarını korumak için için) kendisine “Merkozy” dedirtecek kadar Almanya’nın destekçisi olan Sarkozy de seçilse, Hollande da seçilse ECB’nin göreviyle ilgili yeni bir tartışmanın başlayacağını ve bu kez de Merkel’in zorlanacağı bir sürecin başlayacağını beklemek lazım.
Bu tartışmanın nereye varacağını, Fransa’nın daha az kemer sıkmak için büyümeye olan ihtiyacının şiddeti tayin edecek gibi. Elbette ABD ekonomisinin daha hızlı toparlanması da süreci etkileyecek.
Bakalım değerli Avro isteyen Merkel’in Almanya’sının mı, “bu işten istifade ettiğin yeter, biraz da biz büyüyelim” diyen ve bu nedenle Avro’nun değer kaybetmesini isteyen Fransa’nın mı dediği olacak?