Bir önceki yazıda bankacılık sektörünün standart sermaye yeterlilik rasyosunun (SYR), son yıllarda da devam eden bir erozyon trendi sergilemekte olduğunu ve mekanik olarak bunun nedeninin, SYR rasyonun paydasının (sektörün risk ağırlıklı varlıkları), rasyonun payından (yasal özkaynaklar) daha yüksek bir hızla büyümesinin sorumlu olduğunu görmüştük. Bu yazıda SYR’nin payı ile ilgili ekonomik gelişmeler incelencek.
Yasal öz sermayeyi dağıtılmayan kârlar ve bankanın hisse senedi ihracıyla elde edeceği sermaye artırır. Tabii, bir bankanın herhangi bir yılda kârı yerine zararı olursa, ya da bazı kredilerin ödenmeyeceği sonucuna varıp, bunların bilançodaki (defter) değeri düşürülür/sıfırlanırsa, öz sermaye tutarı azalır. Bu azalma, yeni sermaye kaynaklarıyla (halka hisse senedi ihracı ve/veya yerli/yabancı banka ve kurumsal yatırımcıların bankaya ortak olmaları) dengelenmezse, bankanın SYR’sinde bir düşüş yaşanır.
Ayrıca, kârlılık oranı pozitif olmasına rağmen, düşükse, öz sermaye kaynaklarının artış hızı da düşük olur. Kurumsal finansman biliminde yapılan ampirik araştırmalar, genel olarak (bankalar dahil) şirketlerin yeni hisse senedi ihracı opsiyonuna sıcak bakmadıklarını gösteriyor. Bunun çeşitli nedenleriyle ilgili hipotezleri açıklamam konuyu dağıtır. Ancak, nedenler ne olursa olsun, şirketlerin hisse senedi ihracı yöntemiyle öz sermayelerini artırmaktan çekindikleri ampirik bir gerçek. Bu nedenle, pratikte, yasal öz sermaye kaynakları çok önemli ölçüde bankaların dağıtılmayan kârları kanalıyla arttığı için, SYR’nin payı incelenirken sektörün kârlılığı odak noktası olacak.
Riskli varlıklar çeşitli nedenlerle artabilir. Bu faktörlerin kısmı bir listesi şunları içeriyor: kredi hacminin genel olarak yüksek hızla büyümesi, bankaların kredi portföyünde riski yüksek olan kredi cinslerinin ağırlık kazanması, ekonominin büyüme hızının yavaşlaması, faizler, kur değerleri, gibi makroekonomik verilerin ekonominin sistematik riskini artıracak yönde değişmesi, ekonomik değişkenlerin volatilitelerinin yükselmesi, menkul ve reel kesim varlıklarda (örneğin konut) balonların oluşması ve bunların patlaması, vs. Bu ve benzeri koşullar bankaların takipteki alacaklar oranını ve alacakların büyüme hızını da olumsuz hale getirebilir.
Takipteki alacaklardaki artış, hem bankaların kârlılığını, hem de riskli varlıkların seviyesini artırarak, sermaye oranında gerileme yaratabilir. Yeterlilik rasyosunun önemli bir bölümü (dağıtılmayan) kârlar olduğu için, önce sektörün kârlılığının SYR’da yaşanan erozyona katkısı olacak yönde değişip-değişmediği incelenecek.
Bir şirketin kârlılığını belirlemek için en yaygın olarak aktiflerin net getiri (AGO, Net Kâr / Aktifler), ve öz sermayenin (öz kaynak) net getiri (ÖGO, Net Kâr / Özsermaye) oranları kullanılır. Bu iki kârlılık oranı arasındaki ilişkiyi şirketin (bankanın) mali kaldıraç oranı belirler. Yani, bir bankanın yükümlülük derecesi aktiflerinin kârlılığının önüne konmuş bir büyüteci temsil eder ve bu büyüteç (mali kaldıraç), banka aktiflerinin kârlılığını, bankanın hissedarlarına, öz sermaye kârlılığı olarak tercüme eder, yani büyütür. Ancak, tüm mali kaldıraçlar için de geçerli olduğu gibi, AGO eksi (zarar durumu) olursa, hissedarların zarar oranı da AGO’nın yansıttığı zararlılıktan çok daha yüksek olur.
Ekonomilerde en yüksek mali kaldıracı finansal kesim şirketleri (örneğin, bankalar) kullanır. Tüm finansal rasyo kategorileri gibi, mali kaldıraç da çeşitli rasyolarla ölçülebilir; örneğin, aktifler/öz sermaye, kredi/öz sermaye, ve kredi/toplam sermaye oranları gibi. Tabii her oranın değeri değişik olur, ancak oranların mesajı aynı olur. Şirketin yükümlükleri artarsa, yukardaki üç oranın tümü bu durumu yansıtır.
11 yıllık verilere bakıldığında, sektörün AGO’sunun yüzde 1.6 – 2.8 civarında olduğu ve en yüksek seviyesine yüzde 2.78 ile 2007’de ulaşılmış olduğu görülüyor. Eğer bu seviyelerdeki AGO bir finansal kesim şirketi yerine, bir reel kesim şirketinin performansını temsil ediyor olsa, söz konusu şirketin aktiflerinin çok verimsiz olduğu düşünülür. Ancak, yukarda belirtildiği gibi, bankaların yüksek dereceli mali kaldıraçları olması sayesinde, düşük AGO’lar, banka sahiplerine (hissedarlara) yüksek öz sermaye getirileri olarak yansır (yüksek ÖGO). Nitekim yukarda belirtildiği gibi, 2007’de sektörün AGO’su yüzde 2.78 ile rekor kırdığında, hissedarların getiri oranı da yüzde 24.77 ile zirve yapmıştı. 2007’nin bu iki kârlılık verisi mali kaldıraç katsayısının 8.91 olmuş olduğunu ima ediyor.
AGO’nun son yıllardaki performansı endişe yaratıyor. Bu kârlılık ölçeğinde yıllardır devam eden genel düşüş trendi, son yıllarda daha da belirgin hale geldi: 2009-2013 dönemi AGO’su sırasıyla, (yüzde) 2.63, 2.46, 1.74, 1.83, 1.60 ve bu yılın ilk 4 ayında yüzde 1.3 olarak gerçekleşti. 2014 yılı için nihai AGO’yu bilmediğimiz için tüm yıl olarak, 2013’ün yüzde 1.6’sı 11 yıllık dönemin tabanını temsil ediyor. 2011 öncesi (2005 hariç), AGO 2’nin altında olmamıştı. 2011 -2014 döneminde ise 2’nin üzerinde olduğu bir yıl olmadı.
2009-2014 Nisan dönemi öz kaynak getirisi AGO’ya paralel olan bir düşüş trendi sergiledi ve sırasıyla: (yüzde) 22.9, 20.1, 15.5, 15.7, 14.2, ve 2014’un Ocak-Nisan döneminde yüzde 11.7 idi. Ender de olsa, bazen ÖGO performansında, mali kaldıraçtaki artışın da rolü oldu. Örneğin, 2007’de 8.91 olan kaldıraç (aktifler/öz sermaye), 2008’de 9.14’e çıktı. Kaldıraç 2007 seviyesinde kalsaydı, 2008 ÖGO’su, yüzde 18.74 yerine 18.26 olacaktı.
Bankaların kârlarının seviyesi incelendiğinde, 2009-2013 döneminde sektörün toplam kredileri yılda 26.6 artmış olmasına rağmen, aynı dönemin kârlarında yılda sadece yüzde 3.6’lik bir artış yaşanmış olduğu görülüyor. Hatta, 2013’ün ilk 4 ayıyla karşılaştırıldığında 2014’un ilk 4 ayında, kârlarda artış yerine, yüzde 16’lik bir düşüş yaşandı (9.079 milyar TL’den, 7.625 milyara).
Sonuç olarak kârlılığın oranları olsun (AGO ve ÖGO), seviyesi olsun, 2009 öncesi yaşanan düşüş trendinin 2009 sonrası da devam etmekte olduğu görülüyor. Ancak, aradaki önemli fark şu: 2003-2009 döneminde bankaların SYR’si çok daha sağlıklıydı. Yani, bankaları olumsuz gelişmelere karşı koruyacak kalın bir sermaye tabakası vardı. Nitekim tutsat krizinde hiç bir Türk bankasının batmamış olması bu dönemin sermaye yeterliliğinin sağlıklı olduğunun bir kanıtı oluyor. Ancak, 2007-2009 krizi döneminde yüzde 18-21 bandında olan SYR, 2010 sonrası düşme trendini devam ettirerek, 2013 sonunda yüzde 15.3’e geriledi.
Özet olarak, SYR’de yaşanan erozyonun bir nedeninin bankacılık sektörünün kârlılığında da hala devam eden paralel bir erozyonun yaşanması olduğu görülüyor.
Bankacılık sektöründe kârlıkla en direkt ilişkisi olan değişken net faiz marjı olur. (Faiz gelirleri – faiz masrafları)/faiz getirili aktifler olarak tanımlanan bu oran 2003-2009 döneminde yüzde 6.45 ile yüzde 4.79 arasında, ve 2009’da yüzde 5.44 iken, bazı iniş-çıkışlara rağmen, bilhassa 2009 sonrası genel bir düşüş trendi içindeydi. 2009’da yüzde 5.44 iken, 2010-2013 döneminde sırasıyla (yüzde), 4.3, 3.46, 4.07 ve 3,72 olarak gerçekleşti ve Nisan 2014’de ise senelik olarak yüzde 3.21’e geriledi.
Net faiz marjındaki 2009 – 2014 Nisan dönemindeki gelişmeler, sektörün aynı dönemdeki AGO ve ÖGO’suna paralel oldu. Tabii, bankaların gelir tablolarını belirleyen en önemli değişken faiz gelirleri ile faiz giderleri arasındaki fark oluyor. Bu nedenle, net faiz marjındaki gelişmelerin sektör kârlılığına etkisi AGO, dolayısıyla ÖGO kanalıyla yansıdığı için net faiz marjı ve bu iki kârlılık ölçütü arasında yakın bir ilişki oluyor.
Bu yazılar, bankacılık sektörünün daha çok son yıllardaki (2009-2013) durumunu inceliyor. Dolar 2009 sonunda 1.506 TL iken, 2013 sonunda (ve Nisan 2014 sonunda) 2.13 civarına tırmanmıştı. Döviz değer artışının sektörün kârlılığını ve SYR’sini hangi yönde etkilediğini belirlemek için, döviz değer gelişmelerinin hangi bankacılık verileri kanalıyla sisteminin kârlılığını belirlediğinin incelenmesi gerekiyor.
Son veriler, Türk bankaları mevduatlarının takriben yüzde 21’ini temsil eden miktardaki fonlama ihtiyaçlarını döviz (sendikasyon) kredileri ile karşılamakta olduklarını gösteriyor. Ülkenin politik risk priminin yükselmiş olmasına ek olarak, kredi notu şirketleri son aylarda bankaların bir kısmını (muhtemel bir not indirimi için) izlemeye aldı, hatta bir önceki yazıda belirtildiği gibi, Fitch bir ay kadar önce, 3 bankanın notunu indirdi, 1 bankanın ise görünümünü durağandan negatife çevirdi. Bu durum tabii ki, bankaların döviz cinsli sendikasyon kredi faizlerinin artacağı anlamına geliyor.
Ancak, bu kredi notu/görünümü değişiklikleri bankaların kredi maliyetlerinde bir yükselme yaşanacağı anlamına gelmesine rağmen, bankaların kredi bulma konusunda bir problem yaşayacaklarını düşünemiyorum. Türk bankalarının yabancı bankalarla sendikasyon kredileri konusunda geçmişi uzun olan bir “ilişkiye dayanan borçlanma” tecrübeleri var. Bu dereceli kredi notu değişimlerinin bu ilişkiyi etkileme ihtimalini çok düşük buluyorum.
Kur değerlerindeki artış, bankaların mevduat maliyetini de artırıyor. 2009 sonunda döviz mevduatları toplam mevduatların yüzde 33.7’sini oluştururken, Nisan 2014’de bu oran yüzde 39.3’e çıktı (180.725 milyar dolar). Bu mevduatların çok yüksek bir oranının yurtiçi yerleşiklere ait olduğu şüphesiz. Nitekim, Mayıs 2013’de yüzde 33.1 olan bu oran, döviz değerlerindeki yükselme nedeniyle bir yıldan kısa bir sürede yüzde 39’a ulaştı. Tabii, döviz değerlerindeki artış bankaların bu yükümlülüklerini TL cinsli olarak artırıyor.
Bankaların sadece döviz cinsli yükümlülükleri yok. Döviz cinsli aktifleri de var. Nitekim, sektörün kredilerinin 2009 sonunda yüzde 26.6’sı, Nisan 2014’de ise yüzde 27.6’sı (142.205 milyar dolar) döviz kredilerinden oluşuyordu. Özel kesimin döviz kredilerinin “yabancı bankaların problemi” olduğu algısı yaygın. Ancak, yukardaki veriler özel kesim döviz kredilerinin önemli oranının Türk bankacılık sektörünün sağladığını ima ediyor.
Sektör kredilerinin yüksek bir oranının döviz cinsli olmasının bankacılık sektörü için olumlu mu, olumsuz mu olduğu tartışma götürür. Bankaların önemli miktarda döviz yükümlülükleri olduğu için döviz kredileri bankaların yükümlülüklerini hedge etmeleri açısından bir artı olmasına rağmen, bu durumun eksi yönü de var. Bankaların döviz yükümlülüklerini karşılamama lüksleri yok. Ancak, bu kredileri kullanan Türkiye’nin reel kesim şirketleri açısından büyüme hızının yavaşlaması, döviz değerlerinin artması gibi nedenlerle temerrüt konusu gündeme gelebilir. Bankalar döviz kredileri olmasa da pozisyonlarını hedge edebilecekleri için, bence, döviz kredileri sektör için bir risk kaynağını temsil ediyor.
Tüm sektörün bilançosu incelendiğinde bankaların döviz cinsli pasiflerinin, döviz cinsli aktiflerinden yüksek olduğu yani net döviz pozisyonu açıkları olduğu ortaya çıkıyor. 2002 sonunda sadece 9.408 milyar olan sektörün döviz açık pozisyonu senede yüzde 19.8’lik bir hızla büyüyerek, Nisan 2014’de 73.195 milyar dolara ulaştı. Bu rakam sektörün toplam döviz aktiflerinin yüzde 8.60’ini temsil ediyor (söz konusu oran 2009 sonunda yüzde 4.80’di). Döviz değerlerindeki artışın bankacılık sektörünün kârlılığına net etkisini kesin olarak belirlemek güç. Yine de eğer bankalar döviz pozisyonlarını hedge etmezlerse, bence, döviz değerlerindeki artışların kârlılık açısından etkisi sektör için olumsuz olur. Ancak, kur riskini yönetme konusunda bankalar reel sektör şirketlerinden daha tecrübeli oldukları için, bu riski türev araçlarıyla hedge ettiklerini sanıyorum.
Bir önceki yazı, sektör SYR’sında uzun zamandır yaşanmakta olan erozyonu belgelemiş ve bunun aritmetik/mekanik nedeninin sermaye yeterlilik rasyosu paydasının (risk ağırlıklı varlıklar), rasyonun payından (yasal öz kaynak kalemleri), daha yüksek bir hızla büyümesi olduğunu göstermişti. Bu yazı SYR’nin payına odaklandı ve yasal özkaynaklar genel olarak dağıtılmayan kârlar tarafından belirlendiği için, sektörün kârlılığında da bir erozyon yaşanmasının SYR’daki düşüşten en az kısmen sorumlu olduğunu gösterdi. Kârlılık gelir ile maliyet farkını temsil ettiği için bu yazı faiz ve kur gelişmelerinin bankaların kredi ve mevduat maliyetleri üzerindeki etkileri de inceledi.
Tabii, söz konusu SYR erozyonundan, daha önce belgelenen risk ağırlıklı varlıkların yüksek hızla büyümesi de sorumlu oluyor. Bu nedenle, bankacılık sektöründe bilhassa son yıllarda oluşan çatlaklar hakkındaki 3 yazının sonuncusu (bir sonraki yazı), sektörün risk durumunda ne gibi gelişmeler olduğunu ve ne gibi faktörlerin risk ağırlıklı varlıkların artmış olmasından sorumlu olduğunu inceleyecek.