Büyüme-finansman ihtiyacı ilişkisi
Son yazımda, çok sayıda konunun hem makro ekonomi hem de kurumsal finansman dallarında ortak olarak incelendiğini ve aradaki farkın kullanılan perspektiften kaynaklandığını yazmıştım. Makro ekonomi dalı, konuyu ekonomi düzeyinde değerlendirirken; kurumsal finansman bilimi aynı konuya şirket perspektifi ile bakar. Bu ortak konulardan birisi büyüme politikası oluyor. Konuya şirket açısından bakıldığında büyüme kavramı şirketin satışlarını artırmasını içerir. Konu ekonomi açısından incelendiğinde ise tabii ki kavram GSYH’deki artışa tekabül ediyor. Ancak, konu şirket açısından da, ekonomi açısından da incelense şu gerçek değişmiyor: Büyümenin hem bir faaliyet (işletme) boyutu hem de finansman boyutu olur.
Bir başka deyimle, büyüme politikası sadece şirket satışlarını ya da ekonominin üretimini artırmasına odaklanamaz, aynı zamanda bu artışın nasıl finanse edileceğinin de belirlenmesi gerekir. Şirket yöneticilerinin sadece satışlarını nasıl artırabileceklerine karar vermeleri yeterli olmaz; yöneticilerin aynı zamanda söz konusu satış artışı için gereken finansmanı bulup bulamayacaklarını ve ne gibi finansman kaynaklarını kullanacaklarını da sorgulamaları gerekir. Aynı şekilde, ekonomik yöneticiler GSYH’yi belli bir oranda artırmalarının mümkün olup olmadığını incelemekle yetinemez; bu yöneticilerin aynı zamanda GSYH’deki artış için gereken finansman ihtiyacının miktarının ve kaynaklarının ne olacağını da planlamaları gerekir.
Sonuç olarak, başarılı bir büyüme politikasının belirlenebilmesi için şirket ya da ekonomi yöneticilerinin şu gerçeği unutma lüksleri olamaz: Büyüme ek finansman ihtiyacı yaratır. Bir başka deyimle, büyümenin finanse edilme zorunluluğu olur. Ayrıca, büyüme hızı ne kadar yüksek olursa, bulunması gereken finansman kaynakları da o kadar fazla olur.
Bir şirket yöneticisine 2 büyüme hızı alternatifi verirseniz; diyelim yüzde 10 ve yüzde 15, çok az sayılı yönetici yüzde 10 alternatifini seçer. Yüksek büyüme hızı tercihi ekonomik yöneticiler için de geçerlidir. Ama şirket olsun, ekonomi olsun belki de optimal alternatif daha düşük olan büyüme hızıdır; çünkü daha hızlı büyümenin içerdiği finansman ihtiyacı daha yüksek olduğu için, bazı şirketlerin/ekonomilerin finansman kapasitesi yüksek büyüme hızının gerektirdiği miktar için yeterli olmayabilir. Tabii, eğer bu finansmanı bulma problemi olmazsa, hızlı büyüme, ek kâr yaratma şartıyla, seçilmesi gereken alternatif olur.
Ancak, yüksek büyüme hızının gerektirdiği finansman bulunamazsa, çok tehlikeli bir durum oluşur. Aslında, bu noktada şirket örneğini kullanarak daha da güçlü bir ifade kullanacağım (aynı nokta ekonomiler için de geçerli): Şirket bu yüksek büyüme hızı için bugün gereken finansmanı bulmakta zorluk çekmese bile, eğer ileride finansman boyutlu problemlerle karşılaşacaksa, belki yine daha düşük büyümeyi seçmeli.
Büyüme-finansman ihtiyacı konusu 2 alternatif yönlü yaklaşımla incelenebilir: 1. Önce büyüme hızı konusunda bir seçim yapılır, sonra seçilen alternatifin ne miktarda ek finansman ihtiyacı yaratacağı hesaplanır ve bu finansmanın kaynakları belirlenir. 2. Alternatif olarak da konuya bulunabilecek finansmanla başlayıp, söz konusu finansmanın ne gibi bir büyüme hızı ile uyumlu olacağını belirlenebilir. İkinci alternatif ‘sürdürülebilir büyüme hızı’ olarak bilinir.
Büyüme hızının neden ek finansman ihtiyacı yarattığını şirket bazlı bir örnek vererek açıklamadan önce, hemen bir noktayı vurgulamak isterim: Türkiye’nin bugünkü temel problemleri ve maalesef ileride daha da kritik bir seviyeye ulaşacak olan bu problemlerin ana nedeni, ekonominin yaratılacak büyümenin kalitesi dikkate alınmadan yüksek hızla büyümüş olmasıdır.
İşin enteresan tarafı yüksek büyüme hızının yakın geçmişte yaratmış olduğu, daha sonra tartışacağım problemlerine rağmen, ekonomiden sorumlu yöneticilerin yüksek büyüme hızı konusundaki saplantıları hâlâ devam ediyor (aslında nedense iş dünyası da bu görüşü paylaşıyor). 2011 yılı büyüme rakamının yüzde 8.5 olduğu açıklandığında, hükümetin, iş dünyasının, düşünebileceğiniz tüm ekonomik sivil kuruluşların ‘dünyanın en hızlı büyüyen ikinci ekonomisiyiz’ övüncüyle sokaklarda ‘halay çektikleri’ günleri hatırlarsınız.
Sizi bilmem ama ben kimsenin, “Peki bu büyümenin yaratmış olduğu 77 milyar dolarlık 2011 cari açığının bugünkü finansmanını, 2011 cari açığı ve geçmişteki cari açıkların sadece 2011 için değil, ilerisi için de yaratmış olduğu ve yaratmaya devam edeceği yükümlülükleri nasıl karşılayacağız?” konulu bir endişe ifade ettiğini hatırlamıyorum.
Konunun ilginç yönü, ekonominin şu anda içinde bulunduğu dış finansman darboğazının geçmişteki yüksek ve düşük kaliteli (‘düşük kalite’den cari fazla yerine cari açık yaratan büyümeyi kastediyorum) büyüme hızı nedeniyle ortaya çıkmış olduğunun bilincinin bile yaygın olduğunu sanmıyorum.
Belki de, bunun nedeni ekonomik tablonun bugün bile ne denli karanlık olduğunun henüz yaygın olarak bilinmemesi, ekonominin durumunun hâlâ sağlıklı olduğunun sanılması olabilir. Tabii bugün ekonominin içinde bulunduğu durumun güç olduğu bilinmiyorsa, ileride durumun daha da vahim olacağının düşünülmesi beklenemez.
Okuyucular/izleyiciler benim bu yüksek büyüme hızını kutlayan kampta yer almamış olduğumu, tam tersine, bu konuda, popüler olmamasına rağmen devamlı uyarılarda bulunduğumu bilir. Nitekim, geçmişteki gazete yazılarıma, yazılı ve görsel basında verdiğim söyleşilere, sosyal medyadaki tartışmalarıma ve bloglarıma bakılırsa, kırık plak gibi ekonominin en kırılgan noktasının ‘dış finansman’ konusunda olduğunu tekrarladığım görülür.
Büyüme-ek finansman ihtiyacı ilişkisini anlamak için şirket boyutlu olarak şu örneği vereceğim: Diyelim bir şirketin 100 milyon TL’lik satışı var. Tabii her şirket için de geçerli olduğu gibi, bu şirketin de satış seviyesini destekleyecek hem cari hem de uzun vadeli aktiflere ihtiyacı olur. Diyelim bu şirketin 100 milyonluk satış yapabilmesi için, 20 milyonluk net (yani ticari alacaklar eksi ticari borçlar) ticari alacakları (müşterilerine sağladığı kredi) ve 24 milyonluk stoklara ihtiyacı var. Ayrıca, bu şirketin yapmakta olduğu satış seviyesini desteklemek için her birisi 30 milyon değerinde olan 2 fabrikaya da ihtiyacı olduğunu farz edelim. Son olarak da bu şirketin tüm aktiflerini yüksek randımanlı olarak yönettiğini farz edelim. Yani, şirket gereksiz envanter taşımamakta, ticari alacaklarını zamanında tahsil etmekte ve fabrikalarını tam kapasite ile çalıştırmakta olsun.
Şimdi, bu şirketin bir sonraki yıl yüzde 50 büyüme, yani satışlarını 150 milyon TL seviyesine çikarma olanağı olduğunu düşünelim. Tabii, böylesine yüksek büyüme imkânının olması, söz konusu şirketin ürünlerine talebin yüksek olduğunu ve şirketin faaliyet açısından başarılı olduğunu gösterir.
Ancak, yine de, bu yüksek büyüme olasılığının ima ettiği derecede müşterileri için değer yaratan ürünleri olmasına rağmen, belki de bu şirket bu kadar yüksek hızla büyümemeli. Ancak şirketin yöneticilerine daha düşük hızlı olarak büyümeleri tavsiye edilirse, genellikle tepkileri “Neden yüzde 50 büyümeyelim? Mallarıma böylesine rağbet göstermeleri, ürünlerimin müşterilerime değer kazandırdığını gösteriyor” şeklinde olur.
Ancak satışlar 150 milyona arttığında şirketin 100 milyonluk satışlarını destekleyen aktifleri, yüzde 50 artan satış seviyesi için yeterli olamaz. Dolayısıyla, şirketin ek cari ve duran varlıklara yatırım yapması gerekir. Tabii ki, bu varlıkları bilançosuna dahil etmesi için de ek paraya ihtiyacı olur. Nitekim, bu örnekteki şirketin ek bir fabrika inşaa etmesi (30 milyon TL), stoklarını 36 milyon seviyesine çıkarması (ek 12 milyon TL) ve müşterilerine sağladığı krediyi (ticari alacaklarını) 10 milyon TL daha artırması gerekir. Sonuç olarak, bu şirketin yüzde 50 büyümesi için 52 milyon TL’lik ek finansman bulması gerekir.
Bazı şirketler için bu bir problem yaratmaz: Şirket yüksek miktarda kâr ediyor olabilir ve bu 52 milyon TL’nin tamamını iç kaynaklardan sağlayabilir. Ya da şirketin mali durumu öylesine sağlıklı olabilir ki, banka ve sermaye piyasaları bu şirkete gereken finansmanı sağlamakta tereddüt etmezler ve şirket ya 52 milyonun tümünü dış kaynaklardan ya da finansman ihtiyacının bir kısmını iç kaynaklardan (kâr), geri kalanını dış kaynaklardan bulabilir.
Ama bir başka şirket, eğer söz konusu ek 52 milyon TL’yi iç ve dış kaynaklarla karşılayamazsa, müşterilerine değer yaratan ürünleri olmasına rağmen iflasın eşiğine gelebilir. Yöneticiler, yüzde 50 gibi yüksek büyüme imkânları olmasına rağmen, belki de daha düşük hızla büyümeleri gerektiği şeklinde bir tavsiyeyi genellikle yadırgar. Ama bir şirketin büyüme potansiyeli ne kadar yüksek olursa olsun, bu şirket büyüme hızı ile uyumlu olan finansman ihtiyacını bulmakta güçlük çekecekse, şirketin hayatta kalabilmesi için daha düşük büyüme hızını seçmesi gerekebilir.
Yukarıda büyüme politikası konusunda 2 alternatif yaklaşımdan söz etmiştim. Bir alternatif, şirketin mümkün olan en yüksek hızla büyümesi ve söz konusu büyüme hızıyla uyumlu olan finansmanı büyüme hızı kararından sonra bulmaya çalışması, “Bir yolunu bulup bu parayı bir yerden bulurum” şeklinde davranması. Yani, bu senaryodaki karar sıralaması önce büyüme, sonra finansman oluyor (bu alternatif Türkiye’nin büyüme politikasını temsil ediyor!).
Tabii, diğer yaklaşım ise, ilk etapta şirketin gereken araştırmayı yapıp iç ve dış kaynaklardan ne kadar finansman sağlayabileceğini hesaplaması ve ikinci etap olarak da bulacağından emin olduğu bu toplam finansman ile uyumlu olan büyüme hızını seçmesini içerir. Bu yaklaşımın karar sıralaması önce finansman. sonra büyüme oluyor. Bu yaklaşım, ‘sürdürülebilir büyüme hızı’ alternatifini temsil ediyor (Türkiye’nin uygulaması gereken, ama uygulamadığı yaklaşım).
Diyelim örnekteki şirket, kâr artı finansman pazarlarının kısıtlama duvarına çarpmadan sağlayabileceği dış finansmanın 26 milyon olduğunu hesaplıyor. Tabii, bu demek olur ki şirketin sürdürülebilir büyüme hızı yüzde 50 yerine, yüzde 25 olur. Eğer, 26 milyon TL’nin bulunabileceği realistik varsayımlara dayanıyorsa, söz konusu şirketin yüzde 25 büyümesi şirketin bir finansman problemi olmayacağı anlamına geliyor.
Microsoft şirketi 1980 ve 1990’larda astronomik bir hızla büyüdü ancak, bu hızın yarattığı çok yüksek finansman ihtiyacına rağmen çok kâr yapan bir şirket olduğu için, 1986 yılında halka açılması dışında, sermaye pazarlarından ve bankalardan finansman sağlaması gerekmedi (gerçekte, Microsoft 2-3 yıl kadar önce sırf AAA kredi notumuz var diyebilmek için (bir şirketin kredi notunun olması için tedavülde tahvillerinin olması gerekiyor), şirket için çok cüzi bir rakamı temsil eden miktarda bir tahvil ihracı yaptı).
Microsoft’un borca ihtiyacı olmadığı bilançosuna bakıldığında görülüyor: Microsoft’un 16 milyar dolar borcuna karşılık 77 milyar dolar nakidi var, yani şirketin net borcu -61 milyar dolar! Bir şirketin net borcunun eksi bir rakam olması, o şirketin nakit fazlası olduğunu gösterir.
Bir başka şirket, diyelim Coca-Cola’nın da Microsoft kadar kârlı olmasa da yatırım fırsatları varsa, tüm yatırımlarını yapıp yüksek hızla büyümesi problem yaratmaz, çünkü Coca-Cola’nın kârı artı sermaye piyasalarından bulabileceği para, yüksek büyüme hızını desteklemesi için gereken finansman ihtiyacını karşılar.
Ancak yelpazenin diğer ucunda ise internet dönemi şirketleri var (diğer adıyla, dotcom şirketleri). Bu şirketler internet döneminin başında çok yüksek hızla büyüdü ve bir problem yaşamadı. Bunun nedeni, hisse senedi yatırımcılarının, bankaların, vs. bu yeni teknolojik dönemin çok kâr yaratacağını düşünüp, yüksek büyüme hızı için gereken yüksek finansmanı sağlamakta tereddüt etmemiş olmalarıydı.
Ancak 2-3 sene sonra anlaşıldı ki; bu şirketler satışlarını her yıl 2’ye, 3’e katlayabilmelerine rağmen, hiç bir zaman kâr yaratan şirketler olamayacak. Yatırımcılar bu sonuca vardıklarında, finansman musluğunu kapattı. Finansman bulamamanın sonucu olarak, bu dönemde kurulan dotcom şirketlerinin yüzde 98’i iflas etti. Yukarıda, böyle bir durumun olasılığından bahsetmiştim: Yani bugün bir şirket yüksek büyüme hızını destekleyecek finansmanı bulmakta güçlük çekmiyorsa bile, eğer ileride finansman sağlama konusunda problemler yaşama olasılığı yüksek olabilecekse, bu şirketin yine de yüksek hızlı olarak büyümemesi gerekir.
Konuyu Türkiye’ye çevirirsek, ülkenin geçmişteki yüksek büyüme hızının yarattığı cari açığı karşılayabilmiş olması, bugün ve gelecekte finansman bulmakta zorlanmayacağı anlamına gelmez. Nitekim bu nedenle ben uzun zamandır ekonominin yüksek büyüme hızını kutlamak yerine, yüksek hızlı olarak büyümenin yarattığı ve yaratmaya devam edeceği finansmanın boyutu hakkında uyarılar yapmaktaydım.
Büyümenin ek finansman gerektirdiği kavramı nasıl şirketler için doğruysa, bu durum ekonomiler için de geçerlidir. Çin de yüksek hızla büyüyor, Türkiye de. Aradaki fark, Çin’in cari fazla ile büyüyor olması, Türkiye’nin ise cari açık yaratan bir büyümesi olması. Çin ne kadar hızlı büyürse o kadar cari fazlası oluyor (cari açık/fazlayı, dış ticaret fazlası olarak yani ihracat – ithalat olarak düşünelim). Yani Çin’in ihracatı ithalatından fazla. Bu demek oluyor ki, bu ülke ne kadar hızlı büyürse, ihracat eksi ithalat rakamı o kadar yüksek oluyor.
Bu nedenle Çin’in gıpta edilecek ‘problemi’, biriktirmiş olduğu trilyonlarca dolar seviyesinde olan rezervlerini nereye yatırmasının ideal olacağı. Öte yandan, Türkiye ne kadar hızlı büyürse, o kadar çok cari açığı oluyor. Bu nedenle Türkiye’nin problemi, ithalatın gerektirdiği döviz harcamaları, ihracatın yarattığı döviz girişlerinden daha fazla olduğu için ve ne kadar yüksek hızla büyürse aradaki fark (eksi rakam, yani cari açık) o kadar arttığı için, gittikçe artan döviz farkını nereden bulacağı oluyor. Yani Çin’i, Microsoft şirketinin makro ekonomik eşidi olarak düşünebiliriz. Umarım bir gün Türkiye, dotcom şirketlerinin makro ekonomik eşidi durumuna düşmez.
Türkiye’nin büyüme hızı yüksek olduğunda, cari açığı neden gittikçe artıyor? Yine cari açığı dış ticaret açığı imiş gibi düşünüp, basit bir örneği inceleyelim (yukarıda belirttiğim gibi dış ticaret açığı ihracat -ithalatın eksi bir rakam olmasını temsil ediyor). Bilindiği gibi, gerçekte cari açık, dış ticaret açığına ek olarak turizm, faiz ve diğer gelir/gider vs. kalemlerini de içeriyor. Ama bu açıklamada biz dış ticaret açığını sanki cari açıkmış gibi değerlendiriyoruz. Bu realistik olmayan bir varsayım değil. Nitekim, tarihsel olarak Türkiye’nin dış ticaret açığı, cari açıktan daha yüksek seviyede gerçekleşti.
Diyelim bir ülkenin ihracatı 80, ithalatı 100 olsun (yani, bu ülkenin, Türkiye gibi cari (dış ticaret) açığı olsun). İhracat ve ithalat işlemlerinde TL değil de döviz kullanılıyor (kullanılan dövizin dolar olduğunu varsayalım). Türkiye’ye benzeyen örnekteki ülkenin döviz girişleri 80 dolar, ithalat için harcanan döviz (çıkışları) ise 100 dolar olduğu için, bu ülkenin 20 dolara ihtiyacı olur. Bu örnekteki ihracat/ithalat oranının sabit kaldığını varsayalım. Bu ülke yüzde 50 büyüdüğünde, ihracatı 120, ithalatı 150 olacağı için yüzde 50 büyüme hızı finansman ihtiyacını da yüzde 50 artırır. Tabii bu örnekteki ülkenin döviz ihtiyacı 20 dolardan 30 dolara çıkar. Yani bu ülkenin şimdi 20 yerine 30 dolar bulması gerekir. Bir başka deyimle, ihracatın ithalatı karşılama oranı bozulmasa bile, bir ekonominin büyümesi ek finansman ihtiyacı yaratır.
Peki bir ülke büyüyorsa ve aynı zamanda ihracatın ithalatı karşılama oranı da gittikçe bozuluyorsa (1 dolar ihracata karşılık her yıl gittikçe artan miktarda ithalat yapması gerekiyorsa), bu durumun ülkenin finansman ihtiyacına etkisi olur mu? Bu sorunun cevabı “Evet” oluyor. Karşılama oranında yaşanan bir bozulma, büyümenin yarattığı finansman ihtiyacının, ihracat/ithalat ilişkisinin sabit kaldığı senaryoya oranla daha yüksek olmasını tetikler.
Yukarıda büyümenin, cari açığı olan bir ülke için ihracat/ithalat sabit kalsa bile başlı başına ek finansman ihtiyacı yarattığını görmüştük. Aynı zamanda, ekonomi büyümese bile, eğer ihracatın ithalatı karşılama oranı zaman içinde bozulursa, bu durum da başlı başına cari açığı olan ülkede gittikçe artan dış finansman ihtiyacı yaratır. Bu ikisini bir araya getirirsek, yani ekonomi hem büyümekte hem de ihracatın ithalatı karşılama oranı bozulmakta ise, dış finansman ihtiyacı bu 2 faktörün yarattığı 2 kaynaklı ek finansmanın toplamına eşit olur. Bir başka deyimle, büyüyen ve cari açığı olan bir ekonomide, aynı zamanda 1 dolar karşılığı yapılması gereken ithalat gittikçe artıyorsa, cari açık artmakla kalmaz, açığın artış hızı da yükselir.
Türkiye’nin ihracatının ithalatını karşılama oranını incelediğimizde şu verileri görüyoruz: 2003 yılında Türkiye 1 dolar ihracat için 1.47 ithalat yapmıştı. 2004-2012 yıllarında aynı 1 dolarlık ihracat için yapılan ithalat sırasıyla şu şekilde gerçekleşti (dolar olarak): 1.59, 1.63, 1.59, 1.53, 1.38 (2009 yılı), 1.63, 1.79, 1.55 (2012 yılı). 2009 ve 2012 yıllarını bilhassa işaret ettim, çünkü söz konusu her 2 senede de bir önceki seneye kıyasla karşılama oranında nispeten relatif bir düzelme yaşanmış.
Bunun nedeni ne olabilir? 2009 yılı verilerine bakarsak, bu senede bizi ‘teğet geçecek’ olan krizin teğet geçmediğini ve ekonomide -yüzde 4.7’lik bir daralma yaşanmış olduğunu görürüz. Aynı şekilde 2012’de büyüme hızı (yüzde 2.2), 2011’ye oranla (yüzde 8.5) düşük olarak gerçekleşti. Bu veriler Türkiye’nin cari açığı ve finansman ihtiyacı konusunda 2 stilize gerçeğin olduğunu ortaya çıkarıyor: 1. Büyüme hızı ne kadar yüksek olursa, bir önceki seneye kıyasla, büyüme başlı başına ek finansman ihtiyacını artırıyor. 2. Türkiye’nin büyüme hızı ne kadar yüksek olursa, bu durum da başlı başına ihracatın ithalatı karşılama oranının bozulmasını tetikliyor.
Yukarıda gördüğümüz gibi 1 dolarlık ihracat için 2003’te olduğu gibi 1.47 dolarlık ithalata ihtiyacımız olmaya devam etse bile, ekonomideki büyüme, zaman içinde gittikçe artan bir cari açık yaratacaktı. Bir de, yukarıdaki rakamların gösterdiği gibi, ekonominin (daralma ya da düşük büyüme hızı olan yıllar hariç), yüksek büyüme hızı ihracat/ithalat ilişkisinde de bir bozulma yaratıyorsa, cari açık zaman içinde yüksek seviyeli olarak artar.
Sonuç olarak şu kaçınılmaz bir gerçek olarak ortaya çıkıyor: Türkiye’nin geçmişte sergilemiş olduğu büyüme sağlıklı değildi. Bu şartlar altında, benim görüşümce ülkenin 3 alternatifi oluyor: 1. İhracatın ithalattan daha yüksek olması, yani cari açık yerine, cari fazla yaratacak olan yapısal reformların gerçekleştirilmesi 2. Aynı zamanda, yüksek büyüme hızının bozduğu ihracat/ithalat ilişkisinin bozulmasını önleyici tedbirlerin alınması 3. Eğer bu ilk 2 alternatifin de gerçekleştirilmesi mümkün olmuyorsa, ekonominin büyüme hızının yavaşlatılması. Tabii ki bu 3 alternatif arasında çekici olanları ilk 2’sinin aynı zamanda gerçekleşmesi.
Bu yazının sonunda, bu konuyu inceleyen 2 link göreceksiniz. Birinci link, neredeyse yüzde 100 destek görmesine rağmen, hükümetin Haziran 2012’de cari açığın çözümü için uygulamaya koymuş olduğu ‘teşvik paketinin’ niçin başarısız olmaya mahkum olduğunu, yani yukarıdaki birinci alternatifin gerçekleştirmesinin mümkün olmayacağını açıklıyor. İkinci link ise, benim bu çok kritik olan ekonominin cari açık probleminin yapısal olarak nasıl çözülebileceği konusundaki önerilerimi sunuyor. Ayrıca, bu linkte oluşturmuş olduğum önerilerin cari açık için yapısal bir çözüm olmasının ötesinde, ekonomiye başka ek büyük boyutlu faydalar sağlayacak niteliklere de sahip olduğunu gösteriyor.
İhracatın ithalatı karşılayamadığını ve bu durumun zaman içinde daha da bozulduğunu yukarıda görmüştük. Büyümenin ne kadar sağlıksız olduğunu şu veriler daha da açık olarak ortaya koyuyor: Bırakın 1 dolarlık ihracat için ekonominin 1 dolardan fazla ithalata ihtiyacı olmasını, veriler yakın geçmişte ülke ihracatının ara malları ithalatını bile karşılayamadığını gösteriyor: 1 dolarlık ihracat için 2003’te 1.05 ara malı ithal edilmesi gerekirken, bu rakamlar 2004-2011 için sırayla şu şekilde gerçekleşti: 1.07, 1.11, 1.17, 1.15, 0.97 (2009), 1.15, 1.28.
Büyüme hızı ile cari açık arasında olumsuz bir ilişki olduğunu 2008-2011 yılları arasında gerçekleşmiş olan cari açık rakamları da teyit ediyor: 2008 yılında cari açık 42 milyar dolardı. Ekonominin -yüzde 4.7 büyüdüğü (daraldığı) 2009’da ise cari açık 13.8 milyara düştü. 2010’da büyüme hızı yüzde 9’du ve bu yüksek büyüme hızı 48.5 milyar dolarlık cari açık yarattı. 2011’in büyüme hızı yüzde 8.5 olarak gerçekleşti, buna karşılık cari açık astronomik bir rakamı temsil eden 77 milyar dolara ulaştı. Tabii bu rakamların gösterdiği ‘büyüme hızı ne kadar yüksek olmuşsa, cari açığın da o derecede yüksek olarak gerçekleşmiş olduğu’ gerçeği yukarıda yapılan analizin ışığında sürpriz olmuyor.
2011 yılında, dünyanın (Çin’den sonra) en hızlı büyüyen ikinci ülkesi olmuş olduğumuz için sokaklarda dans edildiğinden bahsetmiştim. Ancak, bu büyümenin yarattığı 77 milyar dolarlık cari açık ile ilgili bir perspektif vermek istiyorum. Ekonomist dergisi, her hafta 57 ülkenin cari açık rakamlarını yayınlar. 2011’de Türkiye’nin 77 milyar dolarlık cari açığı yüzde 10.3’lük bir cari açık oranına (Cari Açık/GSYH) tekabül ediyordu. Bu oran, 57 ülke arasında Türkiye’yi dünyada en yüksek cari açık oranı olan ülke yapmıştı.
Evet, 2011’de Türkiye büyümede dünya ikincisi idi, ama bu büyümenin maliyeti ülkenin böylesine yüksek cari açığı olması ise (dünya birincisi), bu maliyet, söz konusu büyüme hızına değer mi? Cari açık oranını bir yana bırakalım, 2011’de Türkiye, cari açığın seviyesi olarak, ABD’den sonra dünyanın ikinci yüksek cari açığı olan ülkesi olmuştu. ABD birinci idi, ama ABD’nin GSYH’si 15 trilyon dolar olduğu için cari açık cüzi bir oranı temsil eden yüzde 3 olarak gerçekleşmişti. Türkiye’nin 2011 GSYH’si ise sadece 773 milyar dolar civarındaydı.
ABD-Türkiye-cari açık hakkında vurgulanması gereken son bir nokta daha var. Bu nokta cari açık hakkında değil de, açığın finansmanı konusunda. Genel izlenim cari açığın bir problemi temsil ettiği şeklinde. Ancak, bu konu 2 problemi içeriyor: 1. Cari açığın kendisi 2. Cari açığın finanse edilmesi zorunluluğu. ABD’nin cari açığını finanse etme problemi yok: Açığını dolar basarak karşılayabilir. Tabii Türkiye’nin bu lüksü olmadığı için, ülkenin bir de ithalat ile ihracat arasındaki farkı kapatacak yeterli miktarda döviz bulma problemi var. Bu dövizlerin yabancı sermaye piyasalarında bulunması gerekiyor ve bazen açığın finansmanı konusunda büyük ölçülü problemler yaşanıyor (şimdi olduğu gibi ve yakın gelecekte olacağı gibi).
Önemli bir noktanın altını çizmek için tekrar büyüme politikasına kurumsal finansman boyutlu olarak bakacağım. Yukarıda, şirket açısından büyüme kavramının satışlarındaki artışı temsil ettiğinden bahsetmiştim. Bir şirketin gayesi satışlarının mümkün olduğu kadar hızlı büyümesi mi olmalı, yoksa şirketin gayesi mümkün olduğu kadar çok kâr etmek mi olmalı? Tabii ki önemli olan şirketin kârlarını maksimum seviyeye çıkarmasıdır. Satışların (büyümenin) maksimum seviyede olmasının – bilhassa satışların yüksek bir seviyeye ulaşması şirkette büyük çaplı zarar yaratmaktaysa – şirket sahiplerine ne faydası olabilir? Konuya ekonomi açısından bakarsak, büyümenin çok yüksek – dünya ikincisi olmasının maliyeti ülkenin cari açıkta dünya birincisi olması sonucunu doğuruyorsa, büyüme hızı kutlanacak bir başarı yerine, üzüntü yaratması gereken büyük bir başarısızlığın göstergesidir.
Tekrar büyüme hızı – şirket platformuna dönersek, eğer hedef şirketin büyüme hızını, yani, satışlarını maksimum seviyeye getirmesiyse, satışları artırmak hiç de zor değil: Örneğin rakipleriniz ticari alacaklarını 1 ayda tahsil ediyorsa ve siz müşterilerinize borçlarını 6 ayda ödeyebileceklerini söylerseniz satışlarınız artmaz mı? Ya da rakipleriniz ürünü 2 TL’den satıyorsa ve siz aynı ürünün fiyatını 1.90 TL’ye indirirseniz, yine satışlarınız artmaz mı? Tabii ki her 2 durumda da satışlar artar, yani şirketin büyüme hızı yükselir. Ancak, bu 2 durumda da şirketin kârlarına ne olur? Tabii ki kârlarda düşüş yaşanır, hatta büyük bir ihtimalle kâr yerine şirketin büyük çaplı zararları olur.
Aynı şekilde, ekonominin yüksek hızlı olarak büyütülmesi mümkün. Ama, yapılan ihracatın, bırakın ithalatı karşılamasını, eğer gereken ara malı ithalatını bile karşılayamama durumu varsa, o zaman ülke zarar eder, yani büyüme cari açık yaratır. Ben Türkiye büyümesin demiyorum. Tahminim, ekonominin yerinde sayması için bile yüzde 5 civarında bir büyümenin gerçekleştirilmesi gerekiyor. Benim savunduğum ana nokta, büyümenin cari fazla yaratan nitelikte olması. Bence bu mümkün. Bu yazının sonundaki linkin birisinde açıkladığım önerilerimin bu senaryoyu gerçekleştirme ihtimalinin yüksek olduğuna inanıyorum.
Türkiye’nin geçmişteki ve bugünkü stratejisi, mümkün olduğu kadar hızlı büyüme olmuştur. Eğer bu Çin’de olduğu gibi cari fazla yaratan bir büyüme olsa, tabii ki ekonominin mümkün olduğu kadar yüksek hızla büyümesi arzu edilir. Ancak, Türkiye’nin büyüme hızı ile cari açığı arasında direkt bir ilişki olduğunu ve bu açığın finasmanında problemler yaşanabilineceğini/yaşandığını gördük.
Geçmişte Türkiye cari açığı için nispeten sağlıklı (uzun vadeli) finansman bulabiliyordu, ama bugün sağlıklı finansman kaynakları bulamadığı için cari açığın çok yüksek bir oranını ‘sıcak para’ ve diğer kısa vadeli finansman kaynakları ile karşılayabilme durumuna düşmüş durumda. Başbakan’ın ‘faiz lobisi’, ‘komplo teorileri’ retoriği sayesinde bu finansman kaynağının da önemli derecede kuruma olasılığı var (nitekim kurumakta olduğunu ima eden veriler var).
Tabii birinci derecede arzu edilen durum, dış finansman ihtiyacı yaratmayan (cari fazla sonucunu yaratan) bir büyüme politikasının oluşturulması. İkinci tercih ise cari açık oranının yüzde 5’in altında olması ve açığın uzun vadeli kaynaklarla finanse edilmesi.
Ancak cari açık oranı hem yüksek, hem de açık kısa vadeli finansman kaynaklarıyla kapatılıyorsa, (Türkiye’nin bugünkü hali), bu sağlıklı bir durumu temsil edemez. Konunun sadece finansman boyutunu düşünürsek, eğer bulunabilen kaynakların ortak noktası kısa vadeli olması ise, bu kaynağa ulaşılabilse bile, benim görüşümce ‘bugün burada, yarın yok’ cinsli bir kaynak olduğu için, kısa vadeli finansmanla finanse edilen yüksek bir büyüme hızı yerine büyüme hızının düşük olması tercih edilmeli.
Yukarıda ülkeyi yakın gelecekte çok karanlık günler beklemesinden endişe ettiğimi ifade etmiştim. Bence bunun en önemli nedeni hem finansman bulma konusunda yaşanan güçlükler hem de sağlıklı finansman kaynakları bulunamadığı için, finansmanın kalitesinin düşük seviyeli olması. Yani Türkiye’nin hem büyüme performansının düşük kaliteli olması (cari fazla değil de cari açık yaratan bir büyüme) hem de büyümenin yarattığı finansman ihtiyacını düşük kaliteli (kısa vadeli) kaynaklarla karşılanmakta olması. Yıllardır Türkiye’nin en hassas kırılganlık noktalarının cari açık ve dış finansman konularında olduğunu yazmaktayım. Korkarım ekonomi, dış finansmandan kaynaklanacak olan önemli boyutlu bir türbülans ortamına çok yakın. Bu konuyu daha detaylı olarak dizinin beşinci bölümünde tartışacağız (3 yazı sonrası)
İhracatın neden ithalattan az olduğunun hiç sorgulanmamış olması, problemin cari açık denkleminin ihracat değişkeninde olabileceğinin düşünülmemiş olması (tam tersine, ihracattaki artışlar, bunun gerektirdiği ithalat ihtiyacı örtbas edilerek bir gurur kaynağı olarak pazarlanıyor), Türkiye’nin küresel pazarlarda karşılaştırmalı avantajının hangi ürünler olduğunun araştırılmamış olması konularını bir muamma olarak görüyorum. Benim görüşüm, ihracat ithalattan az ise ve karşılama oranı gittikçe bozuluyorsa, bu durum büyük bir ihtimalle şu gerçeği yansıtıyor: Türkiye doğru malları (mukayeseli avantajı olan ürünleri) ihraç etmemekte. Türkiye’nin hangi konularda mukayeseli avantajı olduğunu hakkındaki görüşlerim ve cari açık problemi için yapısal çözüm önerimi şu linkte bulabilirsiniz: http://t24.com.tr/yazı/cari-açık-problemine-yapısal-bir-çözüm-önerisi/6305
Hükümetin 13 ay önce uygulamaya soktuğu teşvik paketinin cari açık problemine bir çözüm getirmesinin neden mümkün olmayacağı konusundaki düşüncelerimi ise şu linkte bulabilirsiniz: http://t24.com.tr/yazı/teşvik-paketi-cari-açık-problemini-çözemez/6297