Başbakan ve Ekonomik politikalar
İyi bir satranç oyuncusu, satranç taşını oynatmadan önce karşı tarafın bu hamleye nasıl karşılık vereceğini, hatta 3-4 hamle sonrası, satranç tahtasındaki taşların ne gibi bir pozisyonda olacağı hakkında olasılıklar oluşturur. Bir başka deyimle satranç stratejik bir oyundur. Tecrübeler, konu ekonomik politika olduğunda Başbakan’ın durumu stratejik açıdan değerlendirmediğini, yani verdiği bir kararın yaratacağı zincir reaksiyonunu düşünmek yerine sadece ilk etkisini dikkate aldığını gösteriyor.
Ayrıca, Başbakanın bazı konularda ekonomi dalında yıllarca süren çalışmalar sonucu olarak oluşturulmuş geleneksel ilişkilere ters düşen görüşleri de olabiliyor. Benim görüşümce, ekonomi konusunda bir başka eksiklik ise, Başbakanın aynı anda gerçekleşmesini arzu ettiği bazı ekonomik hedeflerin birbirleriyle çelişkili olabileceğini düşünmemesi ve bu uyumsuz hedeflere ulaşılması direktifini vererek ekonomik teknokratlarını çıkmaz sokaklara yönlendirmesi oluyor. Son olarak da Başbakanın ekonomik konjonktür değişmiş olsa bile, geçmişte ‘başarılı’ olmuş politikaların tekrarlanmasının yine başarı yaratacağı şeklinde bir tutumu var. Bu son noktayı şu şekilde de ifade edebiliriz: Başbakan, bir veri noktası/bir gözlem ile bir çizginin formülünü belirlemeye, yani çizginin kesişimi ve eğimini içeren denklemini bulmaya çalışıyor.
Ekonominin bu gün içinde bulunduğu zor durumu ve ekonomik problemlerin yakın gelecekte daha da karmaşık hale gelecek olma olasılığını, en az kısmen Başbakanının yıllardır sürdürdüğü bu doğru olmayan/eksik olan ekonomik yaklaşımının kümtlatif faturası olarak değerlendirmek mümkün. Bu yaklaşımın önemli olanlarından bazı örnekler vermek istiyorum.
Okuyucular bu konuda yazdığım yazıyı hatırlayabilirler (‘faiz lobisi fobisi’). http://t24.com.tr/yazı/faiz-lobisi-mi-faiz-lobisi-fobisi-mi/6874
Başbakan bir ‘faiz lobisi‘nin olduğunu ve bu lobinin önemli üyelerinin yerli bankalar olduğunu iddia etmekte. Ancak, ‘faiz lobisi’ kavramını bir günah keçisine dönüştürmüş olduğunu, faizlerin yükselmesinin bankalara kâr yerine zarar yaratacağını göstererek ispatlamak mümkün. Ama, önce bu lobinin var olduğu varsayımını sorgulamak istiyorum.
Bir önceki yazımda faizlerin son 2 ay öncesine kadar, yakın geçmişte bir düşüş trendi sergilediğini görmüştük. Örneğin 2011 sonunda faizi yüzde 9.59 olan 10 yıl vadeli hazine bonosunun getirisi 2012 sonunda yüzde 6.75’e, 22 Mayıs 2013’de ise yüzde 6.22’ye kadar inmişti. Bu demek oluyor ki, eğer bir faiz lobisi varsa ve faizlerin yüksek olması bu lobiye kazanç sağlıyorsa, bu lobi faizlerdeki bu düşüşü önleyememiş olduğuna göre, güçlü bir lobi olamaz.
Bir önceki bölümde ayrıca hem 10 yıl vadeli hazine bonosu faizinin hem de 2 yıl vadeli gösterge faizinin 2 ay gibi kısa zamanda çok hızlı bir yükseliş kaydetmiş olduğunu da görmüştük. Nitekim, gösterge faizi bu kısa zaman süresinde yüzde 4.61’den yüzde 9.40’lara kadar çıktı (31 Temmuz itibariyle bu faiz yüzde 9.11 seviyesinde idi), yani bu faiz 17 Mayıs - 31 Temmuz döneminde takriben 2 katlık bir artış gösterdi. Faizlerdeki yükselişten kısmen Fed’in para genişlemesi politikasını yakında durdurmak niyetinde olduğu konusunda sinyaller vermiş olmasının sorumlu olduğunu açıklamıştık.
Ancak, bu ekonomik faktör, tüm gelişen ekonomiler için geçerliydi. Buna rağmen Türkiye faizlerindeki artışın diğer gelişen ülkelerde yaşanan faiz yükselişlerini gölgede bırakmış olması, Türkiye’deki sert faiz artışlarından Türkiye’ye özgü ek faktörlerin sorumlu olmuş olması gerektiğini de belirtmiştik. Bu durumu, belki de en önemli olarak, Türkiye ile diğer gelişen ülkeler arasındaki farktan tahvil yatırımcılarının Türkiye yatırımları hakkında bir güven hasarı yaşamış olmalarına bağlamıştık. Bu güven kaybının ise Başbakanın ‘faiz lobisi’, ‘komplo teorileri’ retoriğinden kaynaklandığını gösteren veriler var. Bu gerçeğin ışığında, Başbakan bir faiz lobisini faizlerdeki artıştan sorumlu tutmasına rağmen, faiz artışlarından kendi beyanatlarının, olasılı bir faiz lobisine yüklediği rolden sorumlu olmuş olduğu ortaya çıkıyor. Bu görüşü teyit eden en önemli delil, faizlerdeki artışların çok önemli oranının Başbakanın söz konusu retoriği kullanmaya başladıktan sonra gerçekleşmiş olması oluyor.
Faiz lobisinin hayali bir organizasyon olması gerektiğini, faizlerdeki artışın gerçekte bankalara kâr yerine zarar yaratacağını göstererek de kanıtlayabiliriz. Yükselişlerin bankalara zarar yaratacağını göstermek için epey uzun listeli argümanlar kullanabilirim. Ancak ben yukarda linkini verdiğim yazımda bu konuyla ilgili olarak vermiş olduğum 2 nedeni tekrarlamakla yetineceğim:
1. Faizlerin yükselmesi tahvil değerlerini düşürdüğüne, faiz düşüşleri ise tahvil değerlerini artırdığına göre, ‘lobi’ üyesi bankaların zarar yaratan faiz yükselişleri yerine, kâr yaratacak olan faiz düşüşlerini istemeleri gerekir.
Bankaların bilançolarında önemli miktarda tahvil var. Nitekim, 26 Temmuz itibariyle, bankacılık sektörünün toplam bilançosunda 235.5 milyar TL’lik net menkul değerler vardı. Bu tarihte, sektörün menkul değerlerinin yüzde 96’sını tahviller oluşturmaktaydı. Bankacılık sektörünün toplam kredi hacmi 900 milyar TL, sektörün toplam mevduatı ise 556.8 milyar TL olduğuna göre, banka menkul değerlerinin kredilerin yüzde 26’sı, mevduatların ise yüzde 42’si büyüklüğünde olduğu ortaya çıkıyor. Dolayısıyla tahviller bankacılık sektör bilançosunun yüksek bir oranını temsil ediyor.
Faizlerin yükselmesi, tahvil değerlerini düşürdüğü için, ve bankaların bilançosu yüksek miktarda tahvil yatırımlarını içerdiği için, küçük boyutlu bir faiz yükselişi bile bu tahvil değerlerinde önemli bir düşüşe tekabül eder. Nitekim 12 Temmuz - 26 Temmuz döneminde bankacılık sektörü menkul değerlerindeki değer kaybı 7.5 milyar TL olarak gerçekleşti.
2. Bankaların temel fonksiyonlarından birisi vade aracılığıdır. Yani, kısa vadeli para bulup (genellikle mevduatlar), bu parayla daha uzun vadeli kredi verirler. Diyelim bir banka 3 ay vadeli mevduat toplayıp, bununla 10 yıl vadeli konut kredisi vermekte. Dolayısıyla, faizler yükselirse söz konusu mevduatın vadesi dolduğunda, yeni 3 aylık mevduatın faiz maliyeti de artar. Buna karşılık 10 yıl vadeli sabit faizli konut kredisinin sağladığı faiz gelirinde bir artış yaşanmayacağı için, faiz kar marjı daralır, hatta faiz artışları son 2 aydaki gibi dramatik bir artış gösterdiğinde, faiz kâr marjı artı yerine eksi bile olabilir.
Yukarda belirtildiği gibi, faiz artışlarının bankalarda, en azından ilk etap olarak zarar yaratacağını gösteren başka nedenler de var. Ancak, ben bu iki nedeni vermekle yetinip, bankaların bir lobi kurabilmeleri ve faizleri artırabilme güçleri olsa bile (son 1.5 senede yaşanan faiz düşüşlerini önleyememiş olmaları, böyle bir güçlerinin olmadığını gösteriyor), bunu gerçekleştirmeleri tahvil varlıkları kârlarını çoğaltmak yerine azaltacağı, hatta kârlarını zarara bile dönüştürebileceği için faizleri yükseltmeleri çıkarlarına ters düşen bir eylem olur. Özet olarak, bir ‘faiz lobisi’nin var olduğu, bu lobi üyelerinin yerli / yabancı finansal kuruluşlardan oluştuğu, böyle bir lobi olsa bile bu lobinin faizleri etkileme yeteneklerinin olduğu, bu kabiliyetleri olsa bile faizlerdeki artışların bankaların tahvil varlıklarının değerini düşüreceği için, bankaların bu “güçlerini” faizleri artırıcı yönde kullanacakları, kavramlarının tümü sağlam bir mantığa dayanmıyor.
Ekonomi dalında enflasyon ile faiz arasındaki sebep-sonuç ilişkisinin enflasyonda, daha doğrusu enflasyon beklentilerin de yaşanan bir artışın, faizleri artırdığı şekilde olduğu ispatlanmış bir gerçek. Bir yatırımcı, eğer gelecek yıl enflasyonun yüzde 4 olacağını tahmin ediyorsa, ve yüzde 3 reel getiri istiyorsa, bu yatırımcı yapacağı yatırımdan nominal olarak (takriben) yüzde 7 talep eder. Eğer, herhangi bir nedenle enflasyon beklentileri yüzde 6’ya yükselirse, ve yatırımcı yüzde 3 reel getiri istemeye devam ederse, bu defa yüzde 7 değil de yüzde 9 nominal getiri talep eder. Yani enflasyon beklentileri (nominal) faizleri belirler. Başbakan, ilişkinin diğer yönde olduğunu, yani yüksek faizlerin yüksek enflasyonu tetiklediğini düşünüyor. Ancak, Yıllarca yapılmış olan sayısız araştırmaların sonucu olarak ekonomistler bu düşüncenin doğru olmadığını göstermiş durumdalar.
Faizlerin düşük olması ve aynı zamanda TL’nin değerinin yüksek olması hedefleri
Yüksek değerli TL hedefinin nedeni
Gayet basit olarak bu iki hedefin birbiriyle tutarlı olmadığını söyleyebiliriz. Başbakanın neden her iki hedefin de tutturulmasını istediğini açıklayabileceğimi sanıyorum: 1. TL’nin yüksek değerli olmasını istemesinin nedeni bence çok basit: TL ne kadar değerli olursa, ekonominin performansının diğer ülkelerle karşılaştırılması dolar birimini kullanılarak yapıldığı için, Türkiye’nin performansı para birimleri aşırı değerli olmayan ülkelere kıyasla gerçekte olduğundan daha başarılı görünüyor.
Ekonominin tarihsel performansının dolar olarak değil de, TL bazlı sabit fiyatlarla ölçülmesi gerekir. Ancak, buna rağmen tarihsel performans dolar birimi ile ölçülürse, ve TL söz konusu dönemde aşırı değerli olursa, dolar bazlı performans TL boyutlu performanstan daha yüksek olarak görünür. Ancak bu durum gerçeği yansıtmaz.
Örneğin kişi başına milli gelirin (KBMG) son 10 yılda 3 kat artmış olduğunu yıllardır defalarca duyduk. Nitekim, Başbakan dün (30 Temmuz) TOBB’de yaptığı konuşmada bunu tekrarlamaktan çekinmedi. KMBG dolar olarak ölçüldüğünde bu verinin 10 yılda 3 kat artmış olduğu iddiası aritmetik olarak doğru oluyor. Ancak, bunun nedeni TL’nin söz konusu sürede aşırı değerli olmasından kaynaklanıyor ve 3 kat rakamı halkın satın alma gücündeki artışı yansıtmadığı için yanıltıcı ve abartılmış bir veri oluyor.
2002 sonunda KBMG 3,492 dolar iken, bu rakam 2012 sonunda 10,504 dolara ulaştı, yani söz konusu değişken 10 yılda 3 kat arttı. Ancak, bu 3 kat artış, ekonomik anlamda, yani ortalama bir vatandaşın satın alma gücündeki artış açısından gerçeği yansıtmamakta olduğunu daha önceki bir yazımda göstermiştim (okuyucular, benim bu tip egzersizlere ‘istatistiki şehir efsanesi’ adını vermiş olduğumu bilir). 10 yılda KMBG’nin 3 kat artmış olması, eğer böyle bir grup varsa, sadece şu grup için geçerli olmuştur: Söz konusu 10 yıllık sürede bu grup gelirlerinin tümünü TL olarak kazanıyor, harcamalarının tümünü ise dolar olarak yapıyor. Ancak, Türkiye nüfusunun yüzde kaçı bu kategoride olabilir? Herhalde nüfusun yüzde 99.9’unun hem gelir hem de harcamaları TL birimliydi. Bu grubun satın alma gücü, yani ekonomik KBMG’si, söz konusu 10 yılda, enflasyondan arındırılmış olarak (sabit fiyatlar ve TL olarak), 3 kat değil de sadece yüzde 43 arttı.
Aynı şekilde, Türkiye’nin dünyanın en büyük 17. Ekonomisi olduğu durumu da yine ekonominin boyutunun dolar ile ölçülmesinden ve TL’nin yakın geçmişte yüksek değerli olmuş olmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla, her iki istatistik de aritmetik olarak doğru olmasına rağmen gerçekleri yansıtmak yerine bir illüzyonu temsil ediyor. İllüzyon olmasına rağmen, Başbakan ‘halkla ilişkiler’ acısından tabii ki bu istatistiklerden hoşlanıyor. Eğer TL bu dönemde ‘aşırı değerli’ olmak yerine değeri ‘aşırı derecede düşük’ olsaydı, tabii bu durumda dolar olarak ölçülen KBMG ve ekonominin boyutu, gerçekte olduğundan daha düşük bir performansı yansıtacaktı. Sanıyorum, eğer TL’nin bu dönemdeki değeri aşırı düşük olmuş olsaydı, Başbakan ve ekonomik kurmaylar, KBMG ve ekonominin boyutuyla ilgili verileri açıklarken dolar yerine TL birimli verileri kullanırlardı.
Umarım, yukardaki analiz, Başbakanın bir hedef olarak neden TL’nin değerli olmasını istediğini açıklıyor.
2. Başbakanın TL’nin değerinin yüksek olmasına ek olarak aynı zamanda faizlerin de düşük olması hedefinin olduğu da biliniyor. Düşük faizlerin hedef olarak belirlemesinin nedeni ise, tabii ki genellikle düşük faizlerin ekonominin büyüme hızının yüksek olması sonucunu yaratmasından kaynaklanıyor. Aslında, geleneksel olarak ‘düşük faiz-yüksek büyüme hızı’ ilişkisi doğru da olsa, bu her zaman için geçerli değil. Nitekim, son yıllarda gelişmiş ülke faizleri nominal olarak bile yüzde sıfıra yakın olmasına rağmen, şirketler yatırım yapmaktan çekindikleri için (küresel belirsizlikler nedeniyle), bu ülkelerin ekonomilerinin büyüme hızı düşük olmaya devam etmekte.
Yukarda Başbakanın neden TL’nin değerli olmasını ve aynı zamanda neden faizlerin düşük olmasını arzu ettiğini de açıkladık. Peki, bu iki hedef birbiriyle uyumlu mu? Bu soruyu cevaplayabilmek için TL’nin geçmişte ‘aşırı değerli’ olmasından ne gibi faktörlerin sorumlu olduğunu ve bu faktörlerin ne gibi bir mekanizmayla TL’yi aşırı değerli hale getirmiş olduğunu incelememiz gerekiyor. Bir sonraki bölümde göreceğimiz gibi, yeterli miktarda uzun vadeli krediler ve doğrudan yatırımlar (yabancı şirketlerin, Türkiye’de reel sektör yatırımları yapmaları) çekemediğimiz için cari açığının gittikçe artan bölümünü sağlıksız (kısa vadeli) kaynaklarla karşılar olduk.
Bu kısa vadeli finansman kaynakları listesinin başında ‘sıcak para’, ‘portföy yatırımları’, ‘hedge fonları’ olarak bilinen finansman döviz girişleri var. Bir önceki bölümde gördüğümüz gibi, bu parayı Türkiye gibi ülkelere çeken en önemli faktör gelişen ülkelerde faizlerin gelişmiş ülke faizlerinden yüksek olması oluyor.
Bu fonların Türkiye’de yatırım yapmalarının şu etapları içerdiğini hatırlatmakta fayda var: 1. Yabancı yatırımcılar Türkiye’ye döviz ile geliyor. 2. Bu dövizi satıp TL satın alıyor (TL’nin en azından 2003-2010 döneminde ‘aşırı değerli’ olması büyük ölçüde, bu fonların TL’ye olan yüksek taleplerinden kaynaklanmıştı). 3. Ellerindeki TL ile Türkiye borsasında hazine tahvilleri ve hisse senetleri satın alıyorlar (son yıllarda hisse senet satın alımları önemsiz bir miktarı temsil etti).
Türkiye faizleri gelişmiş ülkelere oranla daha yüksek olduğu için, bu fonların ‘kârı’ aradaki faiz farkıyla ölçülebilir. Ancak, bu yatırımların bir kur riskini de içerdiğinden bahsedilmesi gerekir. Örneğin, herhangi bir yılda faiz farkının yüzde 8 olduğunu varsayalım. Eğer, yıl sonunda TL’nin değeri yüzde 10 düşmüş olursa, bu fonlar yüzde 8 kâr yerine yüzde 2’lik bir zarar yaşar.
Ancak, 2003-2010 döneminde TL’nin değeri azalmak yerine artmaktaydı. Belirli bir senede Türkiye lehine olan faiz farkı yüzde 8, ve sene sonu itibariyle TL’deki artış yüzde 3 olduğunda bu fonların net kârı yüzde 11 olur. Nitekim, 2003-2010 döneminde, ekonomik veriler bu örnekteki gibiydi ve bu fonlar Türkiye tahvil ve hisse senedi yatırımlarından çok yüksek getiri sağladılar.
Başbakanın ikinci gayesinin düşük faiz olduğunu belirtmiştik. Bunun gerçekleşmesi Türkiye lehine olan faiz farkının daralması anlamına gelir. Tabii, bu durum ‘sıcak para’ açısından Türkiye yatırımlarının cazibesini azaltır: Türkiye’ye yatırımları azalacağı için sıcak para kaynaklı döviz girişlerinde düşüş yaşanır. Bu demek olur ki işlemlerinin ilk etabını temsil eden TL satın almaları, yani TL’ye olan talep azalır ve TL’nin değeri, yüksek faiz senaryosuna kıyasla daha düşük olur.
Hatta, bu durum, Türkiye’nin ABD’ye oranla riskinin derecesine bağlı olarak, belki de net döviz girişi yerine döviz çıkışlarını bile tetikleyebilir. Tabii, ‘sıcak para’ kaynaklı döviz girişleri azalmanın da ötesine gidip, net çıkışa dönüşmesi, yani bu fonların Türkiye tahvillerini satıp, bu satıştan elde ettikleri TL’leri dövize çevirmeleri, yani TL satıp karşılığında dolar satın almaları, TL’nin değer düşüşünün daha da sert olması sonucunu yaratır.
Özet: TL’nin değerinin yüksek olması için faizlerin de (gelişmiş ülke faizlerine oranla) yeteri derecede yüksek olması gerekir. Faizlerde düşüş yaşanırsa, TL’ye olan talep azalacağı için TL’nin değeri düşer. Sonuç: Hedef ya yüksek değerli TL olabilir (yüksek faiz), ya da düşük faiz olabilir (düşük değerli TL). Hedef, hem yüksek değerli TL, hem de düşük faiz olamaz. Anlaşıldığı kadarıyla, her iki hedefin aynı zamanda gerçekleşmesini arzu ettiğine göre, Başbakan, bu iki hedefi yukarda açıklandığının tersine çelişkili olarak görmüyor, ya da çelişkinin farkında değil.
Bu arada, umarım yukardaki işlemler son 2 ayda neden hem faizlerin yükselmiş olduğunu ve hem de doların değer kazanmış olduğunu da açıklıyor. Son bir-kaç ayın faiz ve döviz verileri net olarak ekonomide bir ‘sıcak para’ çıkışı yaşanmakta olduğunu ima ediyor. Bu durumu hem ABD faizlerindeki artış, hem de yabancı yatırımcıların Türkiye konulu bir güven erozyonu yaşamış olmaları tetiklemekte. Bu fonların yöneticileri Türkiye’den çıkmak için önce Türkiye tahvillerini satıyorlar. Bu işlem tahvil fiyatlarını düşürüyor, yani faizleri yükseltiyor. Çıkışın ikinci etabı tahvil satışlarından elde ettikleri TL’leri satıp, dolar almak olduğuna göre, dolara olan talebi artıran bu işlem, aynı zamanda doların değerini de artırmış oluyor (TL’nin değerini düşürüyor).
Yukarda, ekonomik kararların zincirleme etkisi olduğunu ifade etmek için satranç anolojisini kullanmıştım. Nitekim, ilişkilerin kompleks yapısı olduğu faizlerin düşük olması hedefinin gerçekleşmesi durumunun TL’nin değerini düşürmenin ötesinde bir başka olumsuz etkisinin de olacağını açıklayarak gösterebiliriz. Düşük faiz hedefinin gerçekleşmesinin ek bir olumsuz etkisi de tasarruf değişkeninde yaşanır. Ülkenin kronik problemlerinden birisinin tasarruf oranının yüzde 12 gibi çok düşük olması olduğunu biliyoruz. Faizlerdeki düşüş tabii ki bu oranı artırmak yerine, daha da küçültür. Düşük faiz ortamı tüketimin azalmasını ve tasarrufların artmasını desteklemek yerine, tam tersine, tüketimi çoğaltır ve tasarruf oranının daha da düşük olması sonucunu yaratır.
Bu arada, Türkiye’de tasarrufların ne derecede düşük bir seviyede olduğunu, cari açık yerine cari fazlası olmasına rağmen, yani finansman ihtiyacı yerine birikmiş döviz rezervleri ile ne gibi yatırımlar yapmasının uygun olacağına karar verme lüksü olan, Çin’in tasarruf oranının yüzde 52 olduğunu (yüzde 35 hane halkı + yüzde 17 şirketler) hatırlamamız yeter.
Türkiye’de kredi kart kullanımı, tüm diğer bireysel kredilerde de olduğu gibi yüksek bir hızla büyümekte. Nitekim, 2012 Haziran ayında tedavülde 140.4 milyon kredi kartı varken, bu rakam 2013 Haziranında 152.4 milyona ulaştı. Buna paralel olarak, 2013 başından Temmuz 26’ya kadar ki sürede mevduat bankalarından alınan kredi kartları ile yapılan harcamalar 84.5 milyar TL’yi buldu. Bu rakam 2012’nin aynı dönemine oranla yüzde 28’lik bir artışı temsil ediyor.
Ekonomik yöneticiler, zaman zaman, bireysel krediler hızla artmasına rağmen, gelişmiş ülkeleri kıstas olarak kullanıp yine de Türkiye’nin bireysel kredi oranının düşük olduğunu ifade etmekteler. Ancak, tüm ekonomik konularda olduğu gibi Türkiye’nin durumunu değerlendirilmesinde kullanılması gereken kıstas gelişmiş ülkeler olamaz. Gelişmiş ülkelerin aksine, bireysel seviyede Türkiye’de borç yönetme kültürü henüz olgun olarak oluşmuş değil. Sanırım, Başbakan bu nedenle halkın kredi kart kullanımını sınırlamasını istiyor (bir başka nedenin de bankaların kredi kart kullanımından yüksek miktarda kâr etmekte olmaları olduğunu düşünüyorum!)
Düşük faiz – az kredi kart kullanımı – yüksek büyüme hızı hedefleri zincirinde iki kademeli çelişki var. Bir çelişki düşük faizler ile kredi kart kullanımı arasında. Diğeri ise kredi kart kullanımı ile büyüme hızı arasında. Önce birincisine bakalım. Yukarda belirtildiği gibi Başbakan ‘faiz lobisi’ savaşında yeni bir cephe açtı. Savaşın bu son cephesi, halkın kredi kart kullanımını azaltması, hatta hiç kullanmaması arzusunu içeriyor. Ancak, düşük faizler tüketimi, dolayısıyla kredi kart kullanımını teşvik eder. Tabii tüm ekonomilerde çok sayılı faiz var. Ancak faizler arttığında, ya da düştüğünde aynı miktarda olmamakla beraber kredi kartı faizleri de aynı yönde değişir. Nitekim, kredi kart faizlerini çeşitli tüketici kredi faizlerini içeren ‘gizli bir formülle’ TCMB belirliyor. Dolayısıyla, kredi faizleri değiştiğinde bu direkt olarak kredi kart faizlerini de aynı yönde etkiliyor. Eğer hedef kredi kart kullanımının azaltılması ise, günün sonunda, bunu gerçekleştirmenin en efektif metodu faizlerin düşük olması yerine yüksek olması olur. Sonuç olarak düşük faiz hedefi ile kredi kart kullanımın azalması hedefleri arasında bir çelişki söz konusu. Faizler düşük olursa, kredi kart kullanımı azalmaz, tam tersine çoğalır.
İkinci çelişki ise düşük kredi kullanılması ile yüksek büyüme hızı hedefleri arasında. Türkiye ekonomisinin büyümesinin iç talep kaynaklı olduğundan bahsetmiştik. Yani, ekonominin büyüme lokomotifini iç talep artışları temsil ediyor. Ayrıca, tüm ekonomilerde olduğu gibi, Türkiye’de de iç talebin çok yüksek bir oranını tüketim oluşturuyor. Büyüme iç talep kaynaklı olduğuna göre, ve kredi kart kullanımının azalması tüketimi aşağı çekeceğine göre, bu kartların kullanımının azalması büyümeyi olumsuz yönde etkiler. Dolayısıyla, düşük kredi kartı kullanımı hedefi, yüksek büyüme hızı hedefi ile de uyumlu değil. Tam tersine, iki hedef birbiriyle çelişkili.
İki zinciri bir araya getirdiğimizde şu sonuç ortaya çıkıyor: Faizlerin düşük olması, kredi kart kullanımı artırır (Başbakanın arzu etmediği sonuç), kredi kart kullanımı arttığında ise, büyüme hızı yüksek olur (arzu edilen sonuç). Yüksek faizlerin yarattığı zincir ilişkisi tabii ki diğer yönde oluyor.
Bu hedeflerin bir arada gerçekleşmesini istemesi, Başbakanın söz konusu hedefler arasında iki kademeli çelişkinin olmasının önemli olmadığını, ya da söz konusu hedefler arasında iki kademeli çelişki olduğunun farkında olmadığını ima ediyor.
Son olarak şu noktayı vurgulamak isterim: yukardaki analizin hedefi tüketicilerin kredi kart kullanılmalarının iyi mi kötü mü olduğunu değerlendirmek değildi. Analizin gayesi faizler – kredi kart kullanımı – büyüme hızı hedefleri arasında iki kademeli çelişkinin söz konusu olduğunu göstermekti.
Ekonomi için konulan başka çelişkili hedefler de var. Ancak, bu bölümün motivasyonu, çelişkili hedeflerin tümünü incelemek değil de, bazı önemli hedefler arasında çelişkiler olduğunu örnekler vererek göstermekti. Bu bölümün ana mesajı şu: Hedefler arasında önemli çelişkiler olduğunda, bu çelişkiler, potansiyel olarak ekonominin performansını olumsuz olarak etkiler. Bu bölümde örneklerini verdiğim birbiriyle çelişkili olan hedeflerin seçilmesini ekonomik dizayn hataları olarak yorumluyorum.
Ekonomi olsun, bir başka konu olsun (örneğin bir binanın depreme dayanıklılığı), dizayn hatalarının yarattığı problemler genellikle olumlu değil de, olumsuz koşulların hakim olduğu ortamlarda ortaya çıkar. Dolayısıyla, benim görüşümce bu bölümde incelenen ekonominin çelişkili-hedefler boyutlu dizayn hatalarını tut-sat krizi öncesi yaşanan “lâle devri” olarak tanımladığım küresel seviyeli olumlu ekonomik koşulların hakim olduğu ekonomik ortam büyük ölçüde örtbas etti. Bu nedenle, Türkiye ekonomisinin problemlerinin tut-sat krizinin etkilerinin hala üzerinden gelinememiş, üstelik küresel belirsizliklerin yoğunlaşmış, ve riske olan iştahın önemli ölçüde kurumuş olduğu bu günün ortamında bariz olarak ortaya çıkmış olmasını sürpriz olarak görmüyorum.
Üstelik, şartların olumlu olduğu döneme oranla ekonomik kararların daha da dikkatli olarak verilmesi gereken bir ortamda ‘faiz lobisi’, ‘komplo teorileri’, vs. gibi bir ‘ekonomik cadı kazanı ortamı’nın yaratılmış olması, ekonomik problemlerin çok daha vahim bir seviyeye ulaşması sonucunu doğuruyor. Türkiye ekonomisi bu gün, hem bu bölümde örneklerini verdiğim geçmişin dizayn hatalarının, hem de ekonominin güç şartlar altında faaliyet gösterdiği bir durumda yaratılmış olan ‘ekonomik cadı kazanı’ ortamının maliyetlerini ödemekte.