Bilirsiniz, bir hikâye vardır: Birisi kuyuya bir taş atar, ondan sonra bin kişi o taşı kuyudan ҫıkarıp, kuyu suyunu tekrar iҫilebilir hale getirmek için uğraşır. Benzeri bir durum, bir hafta kadar önce yaşandı. Ege Cansen, “Türkiye’nin yeni hikayesinin Euro’ya geҫiş olması gerektiği” beyanatında bulundu. Bu beyanat bence, hedefsiz, gereksiz, suni bir tartışmayı başlattı: Türkiye Euro’ya girsin mi girmesin mi? Konunun enteresan tarafı, bırakın bunun iyi bir fikir olup olmadığını, kimse ҫıkıp da “Ya biz kendi kendimize gelin güvey oluyoruz; hiҫbir ülke –bilhassa başları Yunanistan problemiyle dertteyken, Türkiye’nin Euro’ya girişini gündem maddesi bile yapmış değil ve yapacaklarını da beklememeliyiz” demiyor.
Her şeyden önce, “Türkiye’nin yeni bir hikayeye ihtiyacının olması” ne anlamına geliyor? Bu beyanat bana AKP’nin ustası olduğu ve geҫmişte sık sık kullandığı, benim “istatistiki şehir efsaneleri” adını verdiğim halkla ilişkiler kampanyasını hatırlatıyor. Bu beyanat böyle bir kampanyanın ötesine gidebilen bir kavramı/ bilimsel tartışma platformunu temsil etmiyor. Ne zaman ülkelerin ekonomik politikaları ”hikayeler” ҫerçevesinde düşünülür, formüle edilir, uygulanır oldu? Ben bu “hikaye” hikayesini “yerli otomobil iҫin bir babayiğit arıyoruz” ve İsviҫre’de bir saat fabrikasını gezdikten sonra zamanın Ekonomi Bakanı Ҫağlayan’ın “Kafamı bir Türk saat markası olmamasına taktım” demesine benzetiyorum.
Ҫağlayan iş dünyasından geliyor. Acaba, o dünyadayken, işi ile ilgili yatırım kararlarını “kafasına takıp takmama kriteriyle” mi, yoksa, proje ile ilgili nakit akışlarını ve iskonto haddini belirleyip, projenin eksi ve artılarını karşılaştırarak mı verirdi? Umarım, yatırım kararlarını verirken geҫmişte bilimsel olan ikinci alternatifi seҫmistir. İsviҫre’de saat imalatı konusunda yüzyılların insan sermayesi ve birikimi varken, acaba Ҫağlayan hiҫ sorgulamadı mı, Türkiye’nin bu konuda küresel pazarlarda karşılaştırmalı avantajının olup olmadığını? Bu saatleri müşterilerin değer yaratıcı bulup satın alıp almayacaklarını? Tabii, bildiğiniz gibi, sonradan kendisine verilen 700 küsür bin dolarlık İsviçre malı saat “hediyesi”nden öğrendiğimiz gibi, bırakın yerli ve yabancıların bir Türk saatini almayacak olmalarını; demek ki, Ҫağlayan’ın kendisi bile bu yerli ürünü satın almayacakmış!
Ege Cansen, Euro sistemine geҫişin, kur riskini elimine ederek ve ülkeler arası faiz farkını sıfırlayarak dış ticareti iç ticarete dönüştürüp, ticaret hacmini çoğaltarak, sistemin üyelerinin refahını artıracağını iddia ediyor. Bu sistemde, kur riskinin elimine edildiği doğru. Ancak, yukarda bahsettiğim yazıların ilkinde de belirttiğim gibi, bugünün türev menüsü çok zengin olan finansal pazarlarında, kur riskinin elimine edilmesinin (hedge edilmesinin) maliyeti neredeyse “sıfır”. Yani bu fayda için bir Euro sistemine ihtiyaҫ yok. Ege Cansen’in, faiz farkı argümanı ise çok basit olarak yanlış. 10 yıl vadeli hazine bonolarının faizi 4 Temmuz itibariyle, ABD’de yüzde 2.32, Japonya’da binde 4.5, Danimarka’da yüzde 1.05, Yunanistan’da yüzde 15.1, Rusya’da yüzde 10.9 idi. Sonuҫ: Ne bu nominal faizler ne de reel faizler ülkeler arasında aynı değil.
Nitekim, Euro sisteminin dizaynında önemli hatalar yapıldı. Bu konuda suçlanacak çok kişi ve kurum var. Sistemde problemler çıkmasından sorumlu gruplardan birisi tahvil yatırımcılarıydı. Bu grup, diyelim “Yunanistan’da problem olursa, nasıl olsa Almanya bu ülkeyi kurtarır” düşüncesiyle, borҫ verirken Almanya ve Yunanistan’dan neredeyse aynı faizi talep etti. Kurtarılması gerekecek tek ülke Yunanistan olsaydı, bu önemli bir problem olmayabilirdi. Ama, üçüncü defa kurtarılması müzakere edilen Yunanistan’a Portekiz, İrlanda, Güney Kıbrıs’ı eklerseniz, daha da önemli olarak, kapıda İtalya ve İspanya’nın beklemekte olduğunu da hesaba katarsanız, tahvil yatırımcılarının ҫok önemli bir hata yapmış oldukları ortaya çıkıyor. Yatırımcılar, daha yüksek faiz talep etmemekle, Yunanistan ve diğer ülkeleri hem değersiz yatırımlar yapma hem de bu ülkelerin halklarına bu ülke hükümetlerinin güҫlerinin yetmeyeceği derecede yüksek emeklilik ve diğer sosyal güvenceler vermeye itmiş oldular.
İki yazı önceki makalemde, Avro sisteminin ҫökmeye mahkum olduğunun ekonomik nedenlerini verdim. (Bu arada şimdi aklıma geldi: para politikasını Avrupa Merkez Bankası uygulayacağına göre, sayın Cumhurbaşkanımız, nasıl faizler konusunda Başҫı’ya yaptığı baskıyı Draghi’ye yapabilecek!). Son yazımda ise, ekonomik nedenlere ek olarak bu sistemin uzun vadede hayatta kalmayacak olmasının kültürel nedenlerini de sıraladım. Türkiye’nin Euro’ya geҫiş hikayesine ihtiyacı olup/olmadığı kampındakilerin angaje oldukları hayali ‘Euro’ya geçiş senaryoları’nın zaman kaybından başka bir şeyi temsil etmediğini bilmelerini beklerdim. Bu tartışmaya katılanları, yaptıkları verimsiz münazaralara girmek yerine, Avro sisteminin neden ҫökmeye mahküm olduğu konusunda vermiş olduğum argümanlarda ne gibi hatalar yaptığımı göstermeye davet ediyorum.
Faydalar arasında tek mantıklı olanı, Türkiye’nin Euro sistemine girebilmek için gereken yapısal reformları gerçekleştirmek zorunda kalacağı argümanı. Bu doğru. Ancak, bu noktayı düşünürken hüzün duyduğumu itiraf etmek isterim. Ҫeşitli yazılarımda da bahsettiğim gibi, iki gerçek var: 1. Yapısal reformlar acı bir ilacı temsil eder. Bu nedenle, hissedilecek acının nispeten az olması için bu reformların ekonomik koşulların olumlu olduğu bir ortamda geçekleştirilmesi ideal olur. 2. Defalarca tekrarladığım gibi, Türkiye’nin son 10 yıldaki “başarılı” ekonomik performansı, büyük bir ölҫüde ekonomik yöneticilerin bilerek gerҫekleştirdikleri gerҫek bir başarı değil de, son 12 yılın ҫok olumlu küresel koşullardan Türkiye’nin payını almasından başka bir şeyi temsil ettiği söylenemez.
Buna rağmen, bu ortamdan faydalanmamak, inanılmaz bir kibir duygusuyla, “Avro ülkelerinin problemleri bizde olsa, biz bunları 3 ay içinde çözerdik” bazlı beyanatlar vermek, kronik problemlere hitap edecek dişe dokunur hiçbir yapısal reform yapmamak bir yana, yepyeni problemlerin ortaya çıkmasına şahit olmak, affedilemeyecek bir durumu temsil ediyor. Neden ‘yazık olsun’ diyor ve hüzün duyuyorum biliyor musunuz? Hukuki alt-yapıyı güҫlendirmek başta olmak üzere, Türkiye’nin gereken bu reformları kendisi bilip/anlayıp yapması yerine, Euro sisteminin kırbacı sayesinde yapması beklendiği iҫin...
Yukardaki iki yazımda da belirttiğim gibi, Avro sisteminin hasarları, faydalarından çok daha yüksek. Ayrıca, işçi ve sermaye piyasalarının entegre edilmesi boyutlu esas faydaları AB sistemi mümkün kılıyor. Bu nedenle Gümrük Birliği ҫerҫevesindeki tartışmalar genişletilerek, AB sisteminin üyesi olacağımız bir müzakere rayına oturtulmalı. Eğer ölümcül hastalıklı olan Avro sistemi bir at olmuş olsaydı, acısından kurtulsun diye, ҫoktan kafasına bir kurşun sıkılmış olurdu. Demek istediğim, eğer bu sistemin eninde sonunda ҫökeceği görüşüm doğruysa –ki doğru olduğunu sanıyorum– sistem ne kadar erken dağılırsa, yaratılan faydalar o kadar daha ҫok olacak. Eninde sonunda batmaya mahkûm olan bir sisteme sırf “İyi bir hikayeyi temsil edeceği için bir halkla ilişkiler kampanyası” seviyesinde bakan tartışmaların durdurulması, verimsiz bir zaman kaybının önlenilmesi gerekiyor.
Gereksiz tartışmalara girmek yerine, Türkiye, ilerde AB üyesi olmasını mümkün kılacak (AB üyesi olabilse de olamasa da) reformları bir an önce gerçekleştirmeli. “kendi kendine gelin güvey olma durumunu” ve “tango dansı yapmak iҫin 2 kişiye ihtiyaҫ olduğu gerҫeği”ni unutmadan yapısal reformlar konusunda cesur ve ҫabuk davranılmalı. İsterdim ki son 12 yıl ekonomi için bir “kayıp hafta sonu”nu temsil etmesin. Yine isterdim ki, hedef, AB üyeliği olsun olmasın, tek başına iktidar olmanın yarattığı politik istikrar ve küresel olarak ҫok olumlu olan ekonomik ortamdan faydalanılsın. Ekonomik yöneticiler “başarılı” olduklarının bir illüzyon olduğunun farkında olup, ekonominin gerçekte ҫok zayıf bir yapısı olduğunu biliyor olsalardı. Eğer biliyor idiyseler, bu durumun doğru teşhisini yapıp, ekonominin güҫlendirilmesi iҫin şart olan yapısal reformları, bu reformlar iҫin ideal olan ortamda gerҫekleştirmiş olsalardı.
Avro üyeliğinin sadece AB üyesi olmanın ötesinde sağladığı bir ek fayda yok. Tam tersine, Avro sistemi ҫok yüksek maliyetli ekonomik ve kültürel problemleri içermekte.
Bu yazıyı yazdığım şu anda Türkiye’de saatler Pazar gecesi 21:30’u gösteriyor. Yunanistan’daki referandumda “Hayır” oyu ilerde. Bunun uzun vadeli sonuҫları sistemin dağılma/bölünme seviyesine ulaşabilir. Ama, bu duruma gelinmesi iҫin ҫok erken. Eminim taraflar tekrar müzakere masasına oturacaklar. Ama, hiҫ bir şeyin değişeceğini sanmıyorum. Nasıl önceki 2 kurtarmaya rağmen, Yunanistan’ın bugünkü durumu daha da kötüyse, bence Yunanistan şimdi kurtarılsa bile, ilerdeki problemleri daha da çözülemeyecek bir seviyeye ulaşacak. Ayrıca, korkarım, daha da uzun vadeye bakarsak, kutarılma ihiyacı olacak ülkeler konvoyunda daha da uzun bir kuyruk oluşacak. Şu andaki problemlerden hiҫ birisinin uzun vadede kendi kendine ҫözülmeyeceği bir gerҫek. Einstein’ın ҫok bilinen bir sözünü hatırlarsınız: “Ҫılgınlığın bir tanımı, aynı şeyleri yapmaya rağmen, değişik sonuҫlar beklemektir.”
Ancak, uzun vade durumu ne olursa olsun, “Hayır” kazanmaya drevam ederse, benim görüşümce, kısa vadede tüm ülkelerde, bilhassa Türkiye gibi dış finansman ihtiyacı yüksek olan gelişen ülkelerde, döviz değerlerinin ve faizlerin yükselmesi hisse senedi fiyatlarının düşmesi ve volatilitenin artması beklenmeli.