Türkiye ekonomisi kritik bir noktaya gelmiş durumda. Ekonomik yöneticiler çok sayılı cephede seçimler yapmak zorunda. Üstelik, bu seçimler enflasyon, büyüme hızı, faizler, cari açık ve bütçe açığı, döviz kuru, vs. gibi makro değişkenlerin bazıları arasında takasları içeriyor. Yakın geçmişteki Türkiye ekonomisinin yapısını şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Ekonominin büyüme hızı yüksek olarak gerçekleşti.
2. Büyüme dengesizdi, ihracat yerine iç talep kaynaklı oldu. Yani, büyüme düşük kaliteli olarak gerçekleşti.
3. Büyümenin bir başka düşük kaliteli niteliği de Çin’de olduğu gibi cari fazla yerine, cari açık yaratan bir büyüme olmasıydı. Büyüme hızı ne kadar yüksek olduysa cari açık da o kadar büyük oldu. Nitekim, 2011’de ekonomik yöneticiler ve iş dünyası kuruluşları ekonominin büyüme hızının dünya ikincisi olmasını kutlarken, aynı yıl Türkiye, cari açık oranı (Cari açık/GSYH) yüzde 10.3 ile 57 ülke arasında en yüksek olan ülkeydi.
4. Türkiye’nin vergi sistemi dolaylı vergi ağırlıklı. Toplam vergilerin yüzde 70’i dolaylı, yüzde 30’u dolaysız vergilerden oluşuyor (AB ülkelerinde ortalama olarak dolaylı yüzde 30, dolaysız, yüzde 70 civarında).
5. Bu vergi yapısı ile 2. ve 3. maddelerdeki stilize gerçekler birleştirildiğinde cari ve bütçe açığı arasında bir takas yaşanmış olmasının nedeni ortaya çıkıyor. Büyüme hızı yüksek olduğunda, büyüme iç talep kaynaklı olduğu için (en önemli maddesi tüketim), ve vergiler dolaylı ağırlıklı olduğu için, vergi tahsilatları yüksek, dolayısıyla borç ve bütçe açığı düşük (‘mali disiplin’) oluyor. Ancak, bu durumda büyüme ile cari açık arasındaki direkt ilişki nedeniyle, cari açık yüksek olarak gerçekleşiyor. Düşük büyüme hızının olduğu dönemlerde ise cari açık düşük, bütçe açığı ve borç oranları yüksek oluyor. İlerdeki bir yazımda açıklayacağım gibi, bu durumun değişme ihtimali oldukça yüksek: ilerde takas yerine ikiz açık yaşanması ihtimali düşük değil.
6. Türkiye’nin tasarruf oranı çok düşük bir seviyede. Cari fazlası olduğu için finansman ihtiyacı olmayan Çin’de bu oran yüzde 52 iken (yüzde 35’i hane halkı tasarrufu, yüzde 17’sı şirket tasarrufları), Türkiye’nin tasarruf oranı yüzde 12 civarında. Tabii, yerli fonların eksikliği dış finansman ihtiyacını artıyor.
7. Fonlama konusunda ülke şanslı bir dönem yaşadı. 2008 krizi öncesi riske olan iştah yüksek olduğu için dış finansman bulma konusu ekonomide bir dar boğaz oluşturmadı. 2008 sonrası ise gelişmiş ülke merkez bankaları (bilhassa Fed), krizin etkisini nötralize etmek için gevşek para politikası uyguladılar ve sonuç olarak Türkiye yine dış finansman bulma konusunda zorlanmamış oldu. Ekonomi için bir kavşak noktası faktörünü Fed’in çok yakında ayda 85 milyar dolarlık para pompalaması işlemini kısacak, ilerde durduracak, hatta daha uzun vadede piyasalardan para çekecek olması oluşturuyor. Sonuç olarak ekonomi geçmişte, büyümesini kriz öncesi küresel finansman konjonktürü, kriz sonrası ise Fed politikasının yarattığı küresel likidite ile finanse etti.
8. Yukarda büyümenin düşük kaliteli olduğundan bahsetmiştim. Buna büyümenin yarattığı finansman ihtiyacı için kullanılan finansmanın kalitesinin de zaman içinde bozulmuş olduğunu da eklemek gerekiyor. Örneğin uzun vadeli olduğu için sağlıklı bir finansman kaynağı olan doğrudan yatırımlar (yabancı şirketlerin Türkiye’de direkt olarak reel sektör yatırımları yapmaları, Türk şirketlerinin hisse senetlerini alarak ortak olmaları, ya da bir şirketin tümünü satın almaları), 2006 – 2008 döneminde sırasıyla 19.2, 19.9, 17.2 milyar dolar olarak gerçekleşti, ve bu rakamlar bu dönemin cari açıklarının yine sırasıyla, yüzde 61, yüzde 53, ve yüzde 43’ünü oluşturdu.
Ancak, son yıllarda net doğrudan yatırımlar gittikçe bir azalma trendi göstermekte. 2012’de yüzde 35’lik bir düşüşle 8.9 milyar dolara seviyesinde olan bu yatırımlar, 2013’ün ilk 9 ayında, 2012’nin aynı dönemine göre, ek bir yüzde 8 düşüş göstererek 6.8 milyar dolara indi (bu dönem dış finansman ihtiyacının sadece yüzde 2.6’sını karşılayabildi).
Bunun nedenini anlamak güç değil. Yapılan bir ankette, Türk şirketleri bile yatırım için en büyük engelin Türkiye’de hukuki alt yapının yeterli derecede gelişmemiş olmasını, kuralların muğlak olmasını ve devamlı değişmesini göstermişlerdi. Bu konunun yabancı şirketleri daha da rahatsız edici olacağı şüphesiz. Ayrıca sanırım, kazanılan ihalelerin Başbakan tarafından iptal edilmesi, belki de, bir şirketin otelinde gaz yiyen protestocuların sığınmasına izin vermesinin vergi müfettişlerinin söz konusu şirketi incelemeye almalarını tetiklemesi gibi olaylar doğrudan yatırımları teşvik ediyor olamaz.
Altı sonraki yazımda göreceğimiz gibi, son yıllarda dış finansman kaynaklarının yüzde 80’ini ürkek, kısa vadeli, bu gün burada-yarın yok nitelikli portföy yatırımları (‘sıcak para’, yani, yabancı yatırımcıların BİST’de hisse senedi ve tahvil satın almaları), ve diğer kısa vadeli kaynaklar oluşturur oldu. Tabii, Fed’in geçen hafta aldığı aylık 85 milyar dolarlık likidite enjeksiyonunu 10 milyar dolar azaltma kararı, ilerde bu miktarı daha da düşüreceği, hatta bir noktada tahvil alımları yerine piyasalardan para çekmeye başlayacak olması bu kaynaktan sağlanan dış finansmanını olumsuz olarak etkilemiş durumda ve ilerde bu durumun daha da vahim bir nitelik kazanacağı şüphesiz. Ek olarak, Başbakanın “Faiz Lobisi”, ve yolsuzluk soruşturmalarını “karanlık dış güçlere bağlaması” retorikleri de ‘sıcak para’ yatırımlarına olumsuz etkisi olmaya devam edeceği şüphe götürmez.
9. Batı iş dünyası medyası ve yabancı yatırımcılar, TCMB politikalarının ‘geleneksel olmadığı’nı, ekonomideki belirsizlikleri artırdığını düşünmekteler. Ayrıca, TCMB’nin ne derecede bağımsız olduğunu da sorgulamaktalar. Nitekim, geçen yaz faizlerin artırılması, TCMB Başkanı, Başbakan ve ekonomiden sorumlu bakanların yaptığı bir toplantı sonucunda mümkün olmuştu. Fed’in ve diğer gelişmiş ülke merkez bankalarının faiz kararlarını ancak ABD Başkanının/ülkenin Başbakanının onayını aldıktan sonra gerçekleştirebilmesi durumu düşünebilinecek bir senaryo değil.
Ülke ekonomisinin yukardaki maddelerin yansıttığı geçmişteki kırılganlık noktaları bu gün için de geçerli. Ancak, bu günkü durum daha da kritik ve ekonomik yöneticileri ve Başbakanı epey sayılı konuda verilmesi gereken zor kararlar bekliyor.
Her şeyden önce, yakın gelecekte ekonominin büyüme hızının geçmişteki seviyesinden çok daha düşük olması beklenmeli. Nitekim, IMF ve kredi derecelendirme şirketleri gibi kuruluşlar Türkiye’nin yakın gelecekte yüzde 3-4 büyümesini “yeni normal” olarak görmekteler. Ortalama yaşın 30 civarında olduğu ülkemizde, iş gücüne yeni katılacakların iş bulabilmeleri için ekonominin yüzde 5 civarında büyümesi gerekiyor. IMF, bu yıl için yüzde 3.8, 2014 için ise yüzde 3.5’lük bir büyüme hızı öngörmekte. S&P kredi derecelendirme şirketi ise 2013 büyümesini yüzde 3, 2014 büyüme hızını yüzde 3.6 olarak tahmin etmekte. Financial Times bu sene büyümenin yüzde 3 civarında olacağını düşünüyor. Sonuç olarak, Türkiye’nin yakın gelecekte geçmişin yüzde 7-9 büyüme hızını yakalayabileceğini düşünen bir yabancı kurum yok.
Ekonominin 2013 ilk 3 çeyreğinde büyüme hızı yüzde 4 olarak gerçekleşti. Ancak, bunun nasıl gerçekleştiğini bilmekte fayda var: Bu büyüme performansının lokomotifi kamu sektörü oldu. Bir başka deyimle, elde edilen büyümeyi devlet yarattı. Örneğin yılın ilk çeyreğinde, 2012’nin aynı dönemine oranla kamu yatırımları yüzde 83.9, ikinci çeyreğinde ise yüzde 36.7 arttı. Büyümenin kalitesinin bir ölçüsü büyüme kaynağının kamu mu yoksa özel kesim mi olduğudur. Kamu sektörünün imal ettiği büyüme ‘düşük kaliteli’ olarak düşünülür, çünkü bu sektörün önayak olduğu büyümenin, özel sektör yatırımları tarafından gerçekleştirilen büyümenin tersine, olumsuz bütçe ve borç etkileri olur.
Bu dönemde büyüme hızı yüzde 4.4 olarak gerçekleşti. Ancak, yüzde 4.4’ün detayları incelendiğinde nitelik olarak bu büyümenin yine “düşük kaliteli” olduğu ortaya çıkıyor. Her şeyden önce, yukarda belirtildiği gibi bu büyüme özel sektör yerine kamu sektörü yatırımları tarafından gerçekleştirildi. Özel sektörün yüzde 4.4’lük büyümeye katkısı binde eksi 5 iken, kamu yatırımlarının büyümeye katkısı yüzde 1.4 olarak gerçekleşti. Yüzde 5.6 olan toplam nihai tüketim bile kamu kesimi ağırlıklı olarak gerçekleşti: Hanehalkı tüketimi yüzde 5.3 artarken, kamu sektörünün tüketim artışı yüzde 7.4 oldu. Ayrıca, söz konusu ikinci çeyrek büyüme hızının yüzde 2.3’ü stoklardaki artıştan kaynaklandı. Tabii, eğer bu artışı ihracatta yaşanan bir durgunluk tetikliyorsa bu durumu olumlu olarak yorumlamak mümkün olmaz.
Söz konusu büyümeyi düşük kaliteli yapan bir başka faktör ise, büyümenin dengesiz olmaya devam etmesi, ihracat yerine, iç talep kaynaklı olması oluyor. Dış ticaretin büyümeye katkısı eksi yüzde 3.1 olarak gerçekleşti (ithalatın yüzde11.7 büyümüş olması büyümeyi yüzde3.4, azaltırken, ihracatın sadece yüzde1.2 büyümüş olmasının büyümeye katkısı yüzde 0.3 oldu. Dolayısıyla, dış ticaretin büyümeye net katkısı, eksi yüzde 3.1 olmuş oluyor). Ayrıca, bu durum iç talebin büyümeye devam ettiği bir ortamda, tüketim artışını karşılayacak yeterli yatırım yapılmamasının ilerdeki dönemlerde ithalatın büyümesi kanalıyla cari açığı artıracağını da ima ediyor.
3. Çeyreğin büyüme hızı ise yüzde 4.35 olarak gerçekleşti. Ancak, büyüme yine hem iç talep kaynaklı olmaya (tüketimdeki artış yüzde 5.1), hem de bu büyümeden özel kesim yerine önemli ölçüde kamu sektörü sorumlu olmaya devam etti. Özel sektör yatırımlarının 7 çeyrek üst üste daraldıktan sonra (özel kesim yatırımları 2013’ün ilk çeyreğinde yüzde 7.26, ikinci çeyreğinde ise yüzde 2.04 küçülmüştü), 2013’ün üçüncü çeyreğinde ilk defa bir artış göstermesi ilk bakışta olumlu bir gelişme olarak görülüyor. Buna rağmen söz konusu artış sadece yüzde 4.22 seviyesindeydi. Ayrıca, kamu sektörü inşaat yatırımları yüzde 11.52 artarken, özel sektör inşaat yatırımları yüzde 7.22 arttı.
Ek olarak, büyümenin dengesiz olduğunu ithalat yüzde 6 artarken, ihracatın sadece yüzde 2.2 artmış olması kanıtlıyor.
Türkiye için tercih edilen büyüme tablosunun arzu edilen özelliklerinin şunları içermesi gerekiyor: 1.Tüketime değil de yatırımlara bağlı bir büyüme. 2. Kamu yatırımları yerine özel sektör yatırımları ağırlıklı büyüme. 3. İç talebe değil de ihracata odaklanan büyüme. Yukardaki tartışma 2013 (ve 2012) büyümesinde bu faktörlerin hiç birisinin geçerli olmamış olduğunu gösteriyor.
Bu konuda iki örnek vereceğim: Başbakan yardımcısı Babacan, Londra’da ülkenin orta vadeli programını yabancı yatırımcılara anlatırken şunu söyledi: “GSYH sağlıklı olarak büyüyecek, aynı zamanda cari açık daralacak”. Okuyucuların yukarda tekrarladığım gibi bu iki hedefin çelişkili olduğunu, büyüme hızı yükseldikçe, cari açığın arttığını bildiğinden eminim. Peki, Sn. Başbakan yardımcısı ekonominin yapısı ile ilgili bu gerçeği bilmiyor olabilir mi?
Diğer bir örneği ise Maliye Bakanı Şimşek’in Financial Times ile yaptığı bir söyleşide TCMB’nin kafa karıştırıcı, belirsizlikleri artıran, geleneksel olmayan politikalarını “yaratıcı” olarak savunmakla kalmayıp, Türkiye’nin, Fed kararı sonrası finansman bulma konusunda bir güçlük çekmeyeceğini söylemesi temsil ediyor. Bu iyimserliği için kullandığı bir gerekçe ise yanlış ve yanıltıcı olan “Sağlam bir mali disiplinimiz var” iddiasına dayanıyor.
Mali disiplin bütçe açık oranı (BAO, Bütçe açığı/GSYH) ve Kamu borç oranının (KBO, Kamu Borcu/GSYH) düşük olması anlamına gelir. Burada sadece bu gerekçenin yanlış olduğunu belirtmekle yetineceğim. Ancak bu yanıltıcı iddiayı duymaktan öylesine bıktım ki, bundan sonraki ikinci yazımda, büyüme ve diğer başka ekonomik veriler hakkında da kullanılan ve bilimsel olmayan bir kıstasa dayanan bu “istatistiki şehir efsanesini” inceleyeceğim. Umarım, yazacağım yazıdan sonra, ekonomik yöneticiler, kendimizi aldatmadan öteye gitmeyen bu ve benzeri asılsız iddiaları kullanmaktan vaz geçerler.
Bu yılın Ocak – Ağustos döneminde bütçe cüzi bir fazla verdi (231 milyon lira). Sanırım, bu veriye dayanarak Maliye Bakanı 10 Eylül’de “Bütçe performansı hedefleri solladı” beyanatında bulunda. Ancak, S&P Türkiye’nin bütçe açığı/GSYH oranının gelecek yıl gibi yakın bir zamanda yüzde 3 civarında olacağı konulu bir uyarı yapma ihtiyacını duymasını Maliye Bakanının beyanatıyla aynı güne rastlamasını enteresan buluyorum.
S&P’nin bütçe açığının artacağı tahmini üç temel nedene dayanıyor. 1. Büyüme hızının yavaşlaması. Yukarda belirtildiği gibi büyümenin iç talep kaynaklı olması ve vergi sisteminin dolaylı vergiler ağırlıklı olması büyüme hızının yavaşlamasının bütçe açığı yaratması sonucunu doğuruyor. 2. 2013 büyümesinin kamu yatırım ve tüketimi ile imal edilmiş olması. Tabii bu durumun ilerde bütçe açığı üzerinde bir baskı oluşturacağı şüphesiz. 3. Önümüzdeki 18 ayda 3 seçimin gündemde olması. Hükümet geçmiş seçimlerde kesenin ağzını önemli ölçüde açmamıştı. Ancak şunu hatırlamakta fayda var: Geçmiş seçimlerde ekonominin büyüme hızı yüksekti. Bu nedenle hükümetin seçimlere yönelik olarak büyüme hızını artırıcı kamu harcamaları yapmasına gerek olmamıştı.
İlerinin mali tablosu için bir başka olumsuz faktör ise “Vizyon 2023” çerçevesinde Türkiye’nin en az 700 milyar TL’lık (350 milyar dolar) bir yatırım programı olması. En iyimser tahminler bu miktarın en az 250 milyar dolarının borçlanmayla karşılanacağı şeklinde. Hükümet, güç küresel finasman ortamına rağmen, bu yatırımlar konusunda bir geri adım atmaya niyetli görünmüyor. Örneğin, 2020 olimpiyatlarını kaybetmize rağmen, olimpiyatlarla ilgili 19.2 milyarlık alt yapı yatırımlarının neredeyse tümünün yapılması planlanıyor.
ABD ekonomisinde ufak çaplı da olsa ekonomik verilerde ‘yeni filizleri’ temsil eden bir takım olumlu gelişmeler kaydediliyor (örneğin işsizlik oranında). Bu nedenle Fed’in belki de bu hafta Çarşamba günü bitecek toplantısında ayda 85 milyar dolarlık para pompalama işlemini kısma kararı alacağını, en azından, bu konuda somut bir tarih vereceğini düşünenlerin sayısı az değil. Bu karar verildiğinde, Türkiye yılda yüzde 5 büyüyebilse bile, bu büyümenin gerektireceği finansmanı bulabilmesinin sürdürülebilir olup olmadığı tartışma götürecek bir durum.
Bence, ekonominin en önemli belirsizlik kaynağı Fed likidite enjeksiyonlarını azaltıp/durdurup/enjeksiyon yerine piyasalardan para çekmeye başlaması durumunda, Türkiye’nin dış finansman bulma konusunda ne derecede etkileneceği. Etki tabii ki olumlu olmayacak, ancak, kısa vadeli finansman kaynaklarına bağımlı olan Türkiye’nin (yukarda belirtildiği gibi son yıllarda dış finansman ihtiyacının yüzde 80’ni kısa vadeli kaynaklarla karşılanmakta) hissedeceği olumsuz etkinin derecesi bilinmiyor.
Ancak şu noktada görüş birliği var: Fed’in operasyonundan en çok etkilenecek gelişen ülkenin Türkiye olacağı düşünülüyor. Nitekim The Economist dergisi bir-kaç hafta önceki sayısında döviz girişlerinde ani bir duruşa gelişen ülkelerin ne derecede kırılgan olduklarını ölçme gayesi ile bir “Döviz girişinde donma endeksi” oluşturdu.
Bu endeks 5 faktörü içeriyor: 1. Cari açık. 2. Kısa vadeli borç ve yapılması gereken ödemelerin Merkez Bankası rezervlerine oranı. 3. Ülkede kredilerinin büyüme hızı 4. Sermaye piyasalarının serbestliği (ne kadar serbestse döviz kaçışları o kadar kolay olur) 5. Ülke para biriminin aşırı değerlilik ya da aşırı değersizlik derecesi.
Bu endeksin üst limiti 20 puan olarak belirleniyor (maksimum kırılganlık). 20 puan üzerinden Türkiye 26 gelişen ülke arasında yaklaşık 18 puanla en kırılgan ülke olarak gösterildi. Türkiye’nin kırılganlık derecesini şu veri de teyit ediyor: Listede ikinci sırayı Romanya alıyor, ancak Romanya’nın puanı 20 üzerinden 14 civarında yani bu ülke kırılganlık sıralamasında ikinci olmasına rağmen, puanı Türkiye’nin puanından çok daha düşük.
TCMB’nin yıl sonu için enflasyon hedefinin yüzde 5 olduğu yaygın olarak biliniyor. Ancak Ekim ayı enflasyonu yüzde 7.7 olarak gerçekleşti. TCMB bu veri ışığında yıl sonu enflasyon tahminini yüzde 6.8’e yükseltti. Ancak, enflasyonun bu yukarı yönde revize edilmiş rakamı aşmasını sürpriz olarak görmemek gerekir. Nitekim The Economist dergisinin son anketi 2013 Türkiye enflasyonunun yüzde 7.6 olacağı tahminini yansıtıyor.
Bence Türkiye’de enflasyona katkısı olan faktörler şunlar: 1. Gevşek para politikası -faizlerin düşük olması (reel faizler yüzde sıfır civarında). 2. Kısmen düşük faizlerin sorumlu olduğu kredilerde yaşanan çok yüksek hızlı büyümenin devam etmesi. 3. TL’nin değer kaybetmesi. TL’nin değer kaybı tabii ki ithal mallarının fiyatını artırıyor. Bu arada şunu söylemek istiyorum: Devamlı olarak otomotiv sektörün ihracat başarısını okumam beynimi yıkamış olmalı ki şu istatistik bende şaşkınlık yarattı: Türkiye, son sene 25 milyar dolarlık otomobil ithalatı yapmış. Ayrıca, Türkiye’de satılan otomobillerin yüzde 80’ni ithal ediliyormuş!
TCMB’nin kendi araştırmacılarının yaptığı bir çalışma döviz değerlerinde yüzde 1’lik bir artışın enflasyona binde 15 katkısı olduğunu buluyor. 1 Mayıs - 15 Aralık döneminde TL’nin dolara karşı yüzde 14 değer kaybetmiş olduğu göz önüne alınırsa ve TCMB araştırmasının bulgusu kullanılırsa, sadece döviz değerlerindeki artışın yüzde 2.1’lik ek bir enflasyon yaratmış olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.
Bundan sonraki 6 yazımın başlıkları şu şekilde: 1. “Arka Plan Bilgileri: Ekonominin Mali Yapısının Sağlığı, 2012 Büyüme hızının Başarı Derecesi, ve Koridor Faiz Politikası”. 2. Cari Açık Problemi ve Dış Finansman Bulma Sorunu”. 3. “Kavşak Noktasındaki Ekonomi İçin Politika Reçeteleri: Faiz Politikası”. 4. “Mali Politika ve Orta vadeli Problemler için Çözüm Önerileri”. 5. “2013’ün ilk 3 Çeyreğinde Dış Finansman İhtiyacını Belirleyen Faktörler”. 6. “2013’un İlk 3 Çeyreğinde Dış Finansman İhtiyacının Karşılanmasında Kullanılan Kaynaklar”.
Bu son iki yazımda 2013’un ilk 9 ayına ilaveten “yakında gelecek filmler” olarak gördüğüm, Fed konulu beklentiler ile Gezi Parkı olaylarının örtüştüğü Mayıs – Temmuz 2013 dönemini ayrı olarak inceleyeceğim.