D_Masthead_970x250

Sıra diğer iki maymuna da gelmedi mi; duymak, dinlemek, anlamak üzerine…

Sıra diğer iki maymuna da gelmedi mi; duymak, dinlemek, anlamak üzerine…
 Sanki birey olarak da toplum olarak da en büyük ihtiyaçlarımızdan biri dinlemek, dinlenilmek… Bu yazıyla biraz kavramın kendisine yönelik bir kazı çalışmasına girişeceğim

Son yıllarda artarak toplumumuzu bölen kutuplaşma sorununun çözümünün birbirimizi dinlemekten geçtiğine inanıyorum. Fakat baktığımda kimsenin kimseyi dinlemek istemediği bir toplum ile karşılaşıyorum. Bu öyle bir dinlememe haline bürünmeye başladı ki aynı mahalleden insanlar bile görüşlerini ifade eden benzerlerine geçtim hoşgörüyü tahammül bile göstermiyor; hatta linç girişiminden çekinmiyor.

Geçenlerde Üsküdar Meydanı'nda bunun örneği olabilecek bir sokak röportajına denk geldim Twitter'da. Mütedeyyin bir genç, kendisine uzatılan mikrofona din üzerinden toplumun şekillendirilmesine ilişkin görüşlerini "Ben de elhamdülillah Müslümanım" cümlesini kurarak açıklamasına rağmen, çevresine biriken kalabalık ne söylediğini dinlemeden hem gence hem de muhabire sözlü ve fiziksel şiddet girişiminde bulundu. Bırakın gencin ya da muhabirin ne dediğini dinlemeyi, ağzını açmalarına fırsat vermedi.

Bu linç kültürü üzerine düşündüğümde aklıma gelen: "Karşıt bir görüşü dinlemekten kaçmanın altında yatan asıl sebep, dinlersek anlayacağımız, anlarsak hak vereceğimiz, hak verirsek belki de şimdiye kadar savunduklarımızın gölgesinde boşa geçmiş bir hayatı yaşadığımız duygusuyla karşılaşmak olabilir mi?" sorusu oldu. Soru, toplumun tüm kesimleri ve kimlikleri için geçerli elbette, sadece örnek çok taze.

Uzun zamandır bu kutuplaşma ve linç üzerine düşünüyorum, kendi kendime "birbirimizi anlamak bu kadar zor olmamalı" dediğimde, "anlamak için önce dinlemek gerek" diyen bir aksiseda duyuyorum zihnimde. Sanki birey olarak da toplum olarak da en büyük ihtiyaçlarımızdan biri dinlemek, dinlenilmek… Bu yazıyla biraz kavramın kendisine yönelik bir kazı çalışmasına girişeceğim.

Çocukların dilsel gelişim süreçlerine yönelik oyunlar tasarlarken yaptığım araştırma ve okumalarda insanın kazandığı ilk dil becerisinin işitme duyusuna bağlı olarak dinleme becerisi olduğunu öğrenmiştim. İnsan bu beceriyi henüz doğmadan, yani anne karnındayken, dördüncü ay civarında kazanıyor. İşitme duyusu, ölümden önce yitirilen son duyu, yani insan, fiziksel bir sorunu/rahatsızlığı yoksa, ölene kadar dinleyebiliyor. Karşılaştığım bu bilginin bana şaşırtıcı gelen tarafı ise insanın, dünya ile bağını ilk olarak dinleme ile kurup, o bağı kopana kadar bunu koruyan biyolojik bir yapıya sahip olmasına rağmen, bu doğal becerisini etkisizleştiren bir yaşantıyı sürmesi. İlk geliştirdiğimiz becerimizin en az kullandığımız becerimiz olmasının eğitim ve kültürle yakın ilişkisi olduğu bir gerçek. Bu gerçekliğin hayatımızda acı tat bırakan gündelik deneyimlerinden birini hep birlikte Üsküdar Meydanı'nda gördük, başkaları da var elbette.

Kazı çalışması deyince dinlemenin öncesi "duymak" ve dinlemenin kaçınılmaz sonucu "anlamak" üzerine birkaç söz etmenin faydalı olacağı kanaatindeyim.

Duymak ve dinlemek eylemlerinin arasındaki farkı, bakmak ve görmek eylemlerinin arasındaki farka benzetiyorum. Gözümüz açık olduğu sürece canlı cansız her şeye bakarız fakat görmek daha derinlikli bir eylem, dikkat gerektiriyor; çok kullandığımız "bakar kör olmak" deyimi bu durumu iyi anlatıyor. Görmekle açılan kapı, algılama ve anlamayla sonuçlanıyor, beynimiz böyle işliyor. Gördüğünü algılayıp, anlamlandırıyor ve biz gördüğümüzle "anlama" üzerinden bağ kuruyoruz. Aynı durum duymak ve dinlemek için de geçerli. Uyandığımız andan itibaren hatta uyurken bile işitme duyumuz açık, birçok ses duyuyoruz. Ancak, dinleme eylemi başladığında duyduğumuz sesi algılıyor ve anlamlandırıyoruz. Bu nedenle dinlemek, anlamanın başladığı yerdir demek yanlış olmaz sanırım.

İnsan dinleme becerisine sahip olarak doğduğundan bunun eğitimle geliştirilebileceğini düşünmüyoruz. Çocuğun eğitimle geliştirilecek becerilerinden anladığımız daha çok okuma-yazma, çarpma-bölme, ezber bilmekten öteye geçmiyor. Oysa tüm bu akademik hedeflere ulaşabilmenin altında iyi gelişmiş bir dinleme becerisi yatıyor. Eğitimin aile ile başlayıp okul ile devam eden süreçlerinde dört dil becerisinden (dinleme-konuşma-okuma-yazma) okuma-yazma-konuşmanın sürekli bir değerlendirmeye tabi tutulduğunu hepimiz görmüşüzdür, hatta bu değerlendirme çoğu zaman kıyas da içeriyor: "Bak gördün mü yazısı nasıl, inci gibi", "maşallah, bir hızlı öğrendi okumayı", "ay, kaç yaşına geldi hâlâ bazı kelimeleri yarım yamalak söylüyor, dili dönmüyor yavrucağın". Fakat, çocuğun dikkatini vererek dinlediğine, dinleyip gerçekten anladığına dair cümleleri çok seyrek kuruyoruz. Gelişmiş ülkelerde dinleme becerilerini geliştirmeye yönelik daha fazla çalışma yapılsa da dünya genelinde, örneğin okuma üzerine yapılanlara kıyasla çok geride kalan dinleme çalışmaları ihmal edilmiş, unutulmuş, kaybolmuş, yetim kalmış dil becerisi olarak değerlendiriliyor.

Dinleme çalışmalarını niteleyen bu sıfatlar, gündelik hayatta dinleme eyleminin gerçekleşmediği durumlarla nasıl da örtüşüyor. Biriyle konuşurken söylediklerimizin dinlenmemesi, çoğunlukla bize ya da sözlerimize değer verilmediği, önemsenmediğimiz hissinin oluşmasına sebep olmaz mı? İhmal kelimesinin de etimolojisine baktığımızda aynı anlamla karşılaşırız.

Bu hem kendisinin gelişimi ihmal edilmiş hem de yeterince gelişmediği için bireye ihmal edilmiş hissettiren dinleme becerisinin, anne-baba-çocuk arasındaki iletişimde yeterince desteklenmemesi bireyin, kendisi ve çevresiyle kurduğu ilişkilerde olduğu kadar kendisini gerçekleştirme sürecinde ihtiyaç duyduğu eğitim, iş, sosyalizasyon gibi birçok alanda olumsuz etkisini gösteriyor. Birçok araştırma dinlemeye değer verilmeyen, sırayla konuşma davranışının yerleşmediği ailelerde büyüyen çocukların sınıf ortamındaki çalışmaları olumsuz etkilediğinin örnekleriyle dolu. Aslında sınıflardaki durumun benzerini her gün televizyon ekranlarında, isimlerinin önündeki unvanlarına yakışmayacak şekilde tartışmalar yürüten, birbirini dinlemeyen, sözünü kesen, konuşmanın içeriğinden çok ne kadar yüksek sesle söylediğinin önemli olduğunu sanan yetişkinlerde de görüyoruz.

Dinlemenin toplumumuzda yanlış kavranan bir tarafı da büyüğün, güçlünün, erkin, erkeğin, devletin sözüne biat etmek. Tarihi 1600'lere uzanan atasözleri sözlüklerinde farklı yazımlarla su, suç, sus küçüğün iken söz her zaman büyüğün olmuş. Dolayısıyla kültürümüzde dinleme eylemi söz dinlemek ile birlikte anlam kazanmış görünüyor. Oysa dil, etkileşime dayalı olarak yaşanan ve bu şeklide kavranılan, öğrenilen bir yapı. İletişimin temelinde de en az iki kişi arasında gerçekleşmesi var. Kültürel olarak tek tarafın konuşma hakkı olduğu, onun da bir çeşit dikte yöntemiyle gerçekleştiği toplumumuzda en büyük sorunlardan birinin anlamamak, anlaşılamamak olması şaşırtıcı değil. Burada bir parantez açarak eğitim dünyamızın üç yılda bir yaşadığı hezimete değinmek istiyorum: PISA yani Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı. 2003 yılından bu yana her üç yılda bir OECD ülkelerinden 15 yaşındaki öğrencilerin katıldığı, okuma, matematik ve bilim alanında yapılan bu ölçme sınavında ülkemiz şimdiye kadar, maalesef, ortalamanın üzerinde bir sonuç elde edemedi. Üzücü... Fakat bunun dinleme ile ilişkisini, dil becerisinin yukarıdaki sıralamasına baktığımızda açık bir şekilde görüyoruz. Okuma alanında metindeki açık bilgilerin saptanması, yazıların ana fikrinin belirlenmesi gibi basitten başlayarak bilgilerin birbirleriyle ilişkilendirilerek yorumlanması, ortaya atılan hipotezlerin eleştirel biçimde değerlendirilmesine kadar zorlaşan sınavda, becerinin düzeyi belirleniyor. Bu konudaki beceri, matematik sorularını anlamak, çözmek için de belirleyici. Ailelerin ve okulların peşinde olduğu akademik başarının temelinin yalnızca çocuklara bir şeyler öğretmek, öğretecek birilerini tutmak değil, onları dinlemek ve iletişimi karşılıklı kurmak olduğunu hatırlatarak parantezi kapatıyorum.

Kültürümüzde dinlemenin yanlış kavrayışlarından biri biat kültürünün içselleştirilmesiyken bir diğeri anlamaktan ziyade ilgi, beğeni hedefli bir eylem olması. İstediğimiz müziği, ilgilendiğimiz konudaki bir konuşmayı dinlemek elbette hayattan aldığımız keyfi artırıyor ama bu dinleme etkileşimsiz bir eylem. Etkileşimli dinleme, karşılıklılık ilkesine dayanıyor yani birbiriyle konuşan en az iki kişi olmalı. Bir konuyla ilgili soru sorup açıklama istediğimizde, tekrarını talep ettiğimizde, konuya dair yorum yaptığımızda dinlemekten anlamaya doğru geçmeye başlıyoruz. Bu bağlamda toplum olarak dinleme becerimizin eksikliğinin yanında dinleyici olarak önyargılarımızın fazlalığı dikkat çekiyor. Bu önyargılarımız sebebiyle özellikle karşıt görüşleri dinlemiyoruz. Kendi fikrimizi tartışmaya açmaktan kaçınıyor, karşı tarafın ne söylediğinden çok kendi cevabımızın ne kadar önemli olduğuna sıkıca sarılıyoruz. Bu durum özellikle siyasal, ideolojik, inançsal, yaşantısal tercihlerimiz ve varoluşsal aidiyetlerimiz söz konusu olduğunda çokça ortaya çıkıyor. Sonucunda da kendimizi dinleye dinleye mahallemizin içinden bir adım dışarıya çıkamıyoruz, dışarıdaki herkes öteki oluyor.

Üç maymun biblolarını hepimiz biliriz, hani şu kulaklarını, gözlerini ve ağzını elleriyle kapatanlar; dilimizde de "üç maymunu oynamak" diye deyimleşmiştir suretleri. İçlerinden biri, yaşadığı aydınlanma ile deyimdeki rolünden kopar; "maymun gözünü açtı" ile kendi anlam dünyasını yaratır. Sizce de artık sıra diğer iki maymuna gelmedi mi? Kulaklarımızı ve ağzımızı açıp birbirimizi dinlemek, karşılıklı konuşarak birbirimizi anlamak için...

İnsanlar konuşa konuşa.

Vildan Güleç kimdir?

Sosyal girişimci, yapımcı, yazar, dilsel gelişim oyunları tasarımcısı, iki genç annesi. Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü'nü bitirdikten sonra Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Yüksek Lisans Programı'nda eğitim aldı. 2017-2021 yılları arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü Danışma Kurulu üyeliği görevini yürüttü. 2022 yılı itibarıyla Tiyatro Kooperatifi Yönetim Kurulu üyesi.

Yeni Asır Gazetesi Gençlik Tiyatrosu kurucu oyuncularından biri olarak amatör ruhla sahnede başlayan tiyatro deneyimini, oyun yazarı kimliğiyle birleştirerek 2017 yılında Wise Akademi'yi kurdu. Çift dilli, yani aynı anda hem ebeveyne hem de çocuğa hitap eden ve psikoloji literatüründen kuramlar üzerinde yükselen ilk "Ebeveyn-Çocuk Tiyatrosu" oyunlarını yazdı.

Okul, aile, çocuk üçgeninde, sanatın iyileştirici gücünü kullanarak psiko-sosyal eğitim verme amacıyla bağımsız Akademik Danışma Kurulu onaylı tiyatro oyunları ve oyun sonrası uzman psikologlar yürütücülüğünde tamamlayıcı atölyeler geliştirdi.

Aktif olarak Wise Akademi bünyesinde ebeveyn-çocuk tiyatro oyunları sahnelemekte, ebeveyn-çocuk tiyatro oyunları, ebeveyn-çocuk hikâye kitapları yazmakta, eğitimler ve atölyeler vermektedir.

Boğaziçi Üniversitesi'nce gerçekleştirilen "Çocuklar İçin Felsefe (P4C) Eğitmeni" uzmanlık programını tamamlayan Güleç, halen psikoloji yüksek lisans eğitimine devam etmekte ve çocukların dilsel gelişimine yönelik çalışmalar yapmakta ve bu alanı destekleyici kutu oyunları tasarlamaktadır.

 

İlgili İçerikler