İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold 22 Eylül 1922’de Londra’ya çektiği telgrafta:
“Padişah Vahdettin ile yaptığım son görüşmede, Padişah bana Mustafa Kemal’e kutlama mesajı göndermeye zorlandığını ancak, bunu geri çevirdiğini bilgime sunmuştur”. (İngiliz Gizli Belgelerinde Kurtuluş Savaşı, Cilt 1, s.247).
Neden kutlama mesajı?
Çünkü, Kurtuluş Savaşı kazanılmış, yeni Cumhuriyet’e doğru yol almaya başlanmıştır. Ama, Vahdettin’in padişahı olduğu ülkenin kurtuluşuyla, özgürlüğü ile ilgisi yok.
Vahdettin İstanbul işgâl kuvvetleri arasında yer alan İngilizlerle pek haşır neşir. Nedeni kısa sürede ortaya çıkıyor.
İşgal Kuvvetleri Başkomutanı İngiliz Generali Harrington’a mektup gönderiyor:
“İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden, İngiltere devlet’i fahimesine iltica ve bir an evvel İstanbul’dan mahall-i ahara naklimi talep ederim efendim”.
İngilizlere İstanbul’dan kaçmak istediğini bildiriyor.
17 Kasım 1922 sabahı, henüz ortalık aydınlanmamışken, İngiliz zırhlısı Malaya’ya binerek, İstanbul’dan kaçıyor.
Aynı tarihlerde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Vahdettin’in taraftarları var. Kürsüde onu korumak isteyenler, ona sahip çıkmak isteyenler var.
Mustafa Kemal noktayı koyuyor:
“Eğer amaç, bugünkü padişaha bağlılığı bildirmekse, bu kişi haindir”. (TBMM Gizli Zabıt Ceridesi, Cilt 1, s.136).
Mustafa Kemal’in bu tespiti çok geçmeden doğrulanıyor. Vahdettin Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasını hiçe sayarak, kendi derdine düşüyor ve İstanbul’dan kaçıyor. İngilizler onu önce Malta’ya, sonra İtalya’da San Remo’ya götürüyor.
Vahdettin’in TBMM’ye husumeti dinmek bilmiyor. 13 Mart 1924’te Amerikan Başkanı’na gönderdiği mektupta:
“Bu süresiz uzaklaşmam, babadan kalma sahip olduğum Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmez.
Ankara Meclisi gibi, isyancı bir fitnenin bu konuda alacağı tüm kararların geçersiz olacağını bildiririm.
(...)
Saltanat ve Hilafet dini, kavmiyeti, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresinin zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş, altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir.
(...) Yüce kişiliğiniz ve Cumhuriyet hükümetiniz tarafından yapılacak yardımları pek değerli sayacağımı açıklamaya gerek yoktur”. (Amerikan Ulusal Arşivi, No 86700 / 1788).
Ülkesinden kaçan, Kurtuluş Savaşı’na sırtını dönen, ülkesini işgal eden düşmanlara sığınan bir padişah, Mustafa Kemal’in ilan ettiği gibi, açıkça “hain”.
İhaneti yetmiyormuş gibi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni “şer zümresi”, yani “kötülük, hayırlı olmayan bir topluluk” olarak niteliyor.
Ülkesi için savaşanlara “isyancı fitne” diyerek, yabancılardan yardım istiyor. Tarafsız bütün tarih kitaplarının, yabancı kaynakların Vahdettin’i nereye koydukları belli.
Ne var ki, aynı Vahdettin bugünlerde bizde pek revaçta.
TBMM Başkanı ve Osmanlı meraklısı İsmail Kahraman Vahdettin’i pek seviyor olmalı ki:
TBMM Şeref Salonu’nda açtığı Osmanlı Sergisinde Vahdettin’in boy boy resimleri yer alıyor.
“Şer zümresi” olarak nefret ettiği Meclis’te şimdi onun da resimleri var.
Bu duruma CHP milletvekili Engin Altay önceki gün TBMM kürsüsünden itiraz ediyor:
“TBMM Şeref Salonunda Osmanlı sergisi var. Güzel, bir itirazımız yok. Selçuklu da bizim, Osmanlı da. Ama, ABD Başkanına yazdığı mektupta TBMM’yi şer zümresi olarak niteleyen Sultan Vahdettin’in boy boy resimlerinin sergilenmesini milletvekillerimizin ve kamu oyunun takdirine bırakıyorum.
Sayın Meclis Başkanının Osmanlı merakını biliyoruz.
(...)
Selçuklu evet, Osmanlı evet ama, Türkiye Cumhuriyeti’nin de bir tarihi var. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin de bir tarihi var. Sayın Meclis Başkanından 23 Nisan’larda, 29 Ekim’lerde, 10 Kasım’larda da, Osmanlı’ya gösterdiği hassasiyetin bir parçasını göstermesini beklemek, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, diyerek bu Meclis kuran Gazi Mustafa Kemal’e saygının gereğidir”. (TBMM Tutanak, 7 Haziran 2017, s.12).
Engin Altay’ın itirazı üzerine bazı AKP milletvekilleri oturdukları yerden laf atıyor, oturumu yöneten AKP’li Başkan Vekili Ahmet Aydın laf ola, beri gele bir cümleyle sergiye sahip çıkıyor:
“Cumhuriyet bizim, Selçuklu bizim, Osmanlı bizim. Köklerimizi inkar edemeyiz”. (Meclis tutanakları, aynı yerde).
Kimse inkâr etmiyor, sadece o “köklerde” ayıklama yapmak gereğini söylüyor.
O “köklerin” içinde nasıl “yabanıl” otlar var, onları dile getiriyor.
İsmail Kahraman da, inatla ve çok bilinçli biçimde, yok “Abdülhamit”, yok “Vahdettin” nağmeleriyle tarihimizin en karanlık kimliklerini parlatmaya çabalıyor.
Hani, örneğin bir de “Dünden Bugüne Cumhuriyet”, “Dünden Bugüne Türkiye Büyük Millet Meclisi” sergileri açsa, biz de dişimizi kırsak.
İsmail o kadar “Kahraman” değil.