"Annem ilk vurulduğunda haber verdiler, koştuk. Biz daha varmadan amcam gitmek istemiş, onu da vurmuşlar.
Gittiğimde amcamı taşıyordu komşular. 'Annem?' dedim, 'Sokakta kaldı.' dediler.
Ben gitmek istedim, tuttular; ağladım, ağladım, ağladım. Annem sokağın ortasında kaldı öylece. Önce belli belirsiz kıpırdıyordu, sonra saatler geçtikçe hareketleri azaldı. Kimi aramadık ki? Vekilleri, kaymakamı, valiyi.
Dedik çeksinler şu kargaları, öldü ölmesine de, cenazemizi alalım.
Annem ne hissetti acaba? Canı çok, yanmıştır.
Bize sevgi nedir hiç dile getirmezdi, ama bir sarılması vardı, dünyaya değerdi. Binlerce söz gelse anlatamazdı o sevgiyi.
Annem tam tamına yedi gün sokakta kaldı. Hiçbirimiz uyuyamadık köpekler gelir, kuşlar konar diye. O orada yattı, biz 150 metre ilerisinde öldük.
Bir insan bir insana ne kadar acı çektirebilirse, devlet bize yedi gün bunu yaptı.
Tam yedi gün annemizin cenazesi sokak ortasında kaldı. İnsan çok iyi olamıyor, insan kalamıyor.
Annemin elleri kaskatı olmuş ve öyle sıkmış ki eşarbını belli ki canı hayli acımış. Öptüm ellerinden helal et hakkını diye.
Ama kanı kurumuş annemin, elleri, yüzü ki, yüzü düşerken toprak olmuş, elbiseleri kandan ıslanmış, sonra da kurumuş, sonra taş olmuş annemin.
Kokusu gitmiş, toprak ve kan kokuyor annem. Saçları sertleşmiş, kirlenmiş.
Gözleri açık kalmış annemin, yüzü eve dönük, ayakları toplanmış; bir takat gelsin diye belli ki çabalamış.
Siz benim annemi öldürdünüz.
Çocuklarınız var mı, bilmiyorum. Sizin yoksa bile sahiplerinizin var. Nasıl bir acı demeyeceğim, zira ağır.
Yedi gün benim annem, yedi gün kara kış soğuğunda kaldı. En acısı, kaç saat yaralı kaldı bilememek.
Keşke diyorum hemen ölmüş olsa.
Siz benim annemi öldürdünüz."
Ağlıyorsunuz değil mi? Okudukça, ağlıyorsunuz. Kanınız donuyor, yumruklarınızı sıkıyorsunuz, dişleriniz kenetli, ağlıyorsunuz.
İnsanlığın geldiği yere ağlıyorsunuz.
Lanet olsun bu savaşa. Bu savaşı önlemeyenlere, sürdürenlere lanet olsun.
Güneydoğu’daki iç savaşta toplum otomatiğe bağlanıyor, her gün yaşanan trajediler artık o kadar olağan ki, “Cizre’de, Silopi’de, Dargeçit’te bir polis şehit oldu, bir uzman çavuş kaldırıldığı hastanede şehit düştü, biri kadın, ikisi çocuk, üç sivil hayatını kaybetti”, ve benzeri haberleri dinleyip geçiyor büyük çoğunluk.
Korkunç bir kanıksama, rezil bir alışkanlık.
Bir ölüm haberinden ötekine. Kanıksanarak, umursamadan dinlenen, sıradan haberler gibi.
Oysa, hayatlarını kaybedenler… Geride kalanlar… Kalanlarda ömür boyu silinmeyecek izler…
Aralığın ikinci yarısı, Silopi.
Anne Taybet İnan sokağa çıkıyor, çıktığı anda vücuduna saplanan kurşunlarla yere yuvarlanıyor.
Sonrasını oğlu Mehmet İnan yukarıda aktardığım mektubunda anlatıyor. Mektubu önceki gün CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu Meclis genel kurulunda okuyor.
Taybet İnan’ın cansız bedeni yedi gün sokakta kalıyor, yedi gün. Çocukları, mektupta anlatıldığı gibi, cenazesinin başında bekliyor, kargalar, kediler yemesin, diye.
İnsanlığın bittiği yer. Sözün çoktan buharlaştığı yer.
Taybet İnan’ı kim, nasıl, neden vurdu, belli değil.
Ama, vurulduktan sonraki hali mektuptaki gibi.
Taybet İnan’ın öldürülmesi insanlık suçu. Cansız bedenini yedi gün sokakta bekletmek, katmerli insanlık suçu.
Bu cinayetin hesabını kim verecek? Kim çekecek bu suçun cezasını, kim?
Mehmet İnan Silopi’de “anne” diye feryat ederken, 4 Ocak’ta Diyarbakır’da şehit düşen polis Musa Yüce’nin üç yaşındaki oğlunun çığlıkları yeri göğü inletiyor:
“Baba… Baba… Baba…”
Üç yaşındaki çocuk babasının bir daha geri gelmeyeceğini fark ediyor, acı gerçeği ona annesinin dinmeyen feryatları anlatıyor.
Bir insanlık suçu, bir insanlık suçu, bir insanlık suçu, kim çekecek bu suçun cezasını, kim?
Sezgin Tanrıkulu’nun verdiği bilgiye göre;
Bu dönemde on yedi ilçede elli altı kez sokağa çıkma yasağı ilan ediliyor.
Toplam sokağa çıkma yasağı üç yüz günü aşmış bulunuyor.
Sokağa çıkma yasaklarından bir milyon üç yüz bin kişi etkileniyor.
Küçük bir devletin toplam nüfusuna eşit bir topluluk. Üç yüz gün evlerinde hapis. Bir kaymakam ya da valinin emriyle, emir Ankara’dan geliyor olsa bile.
Sokağa çıkma yasakları süresince yapılan operasyonlarda öldürülen sivillerin araştırılması amacıyla HDP Meclis Araştırması açılmasını istiyor.
Görüşmeler sırasında ilgi çekici bir durum var. Kürsüde CHP milletvekili Aytuğ Atıcı önerge için söz aldığında:
“AKP sıralarına bakıyorum, saydım, 30-31 milletvekili var. Oylamaya girecek AKP milletvekilleri içerde ne konuşulduğundan habersiz, gelip ret oyu verecek”. (TBMM Tutanakları, 5 Ocak 2016).
Görüşmeler sırasında Meclis genel kurulunda muhalefetten kaç milletvekili var, tutanaklarda o yok, bilmiyorum.
Aktardığım mektup görüşmeler sırasında okunuyor. Oylamaya geçiliyor, önerge AKP oylarıyla ret ediliyor.
Güneydoğu’da aylardır iç savaş sürüyor, konu hemen her gün her yerde tartışılıyor, ama bölgede yaşanan olaylarla ilgili bir önerge görüşülürken, milletvekili sıraları boş.
Söz yine buharlaşıyor.
Sokağa çıkma yasaklarının anayasaya aykırılığını savunan bir gurup avukat Diyarbakır'da, Şırnak'ta, Mardin'de idare mahkemelerine başvuruyor.
Sonuç alamayınca, Anayasa Mahkemesine gidiyorlar. Anayasa Mahkemesi bu dosyaları görüşmüyor, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) gönderiyor.
AİHM başvuruyu derhal kabul ediyor ve AKP Hükümetine sokağa çıkma yasaklarıyla ilgili sorular soruyor.
Süre yarın doluyor, hükümetin yarın AİHM’e yanıt vermesi gerekiyor. O zaman sokağa çıkma yasaklarının neden ve nasıl ilan edildiğini öğreneceğiz umarım.
Meclis araştırması, AİHM ve devamı… Silopi’den Mehmet İnan’ın mektubu… Unutamıyorum… Üç yaşındaki çocuğun çığlıkları… Tam kabus…