“Türkiye IMF ile ilk anlaşmayı 1961 yılında yapmıştır.”
Dün partisinin grup toplantısında Başbakan Binali Yıldırım olağan olarak çeşitli konularda görüşlerini açıklarken, ekonomiye geniş yer ayırıyor. Her hükümet başkanının yaptığı gibi, ister istemez, halka pembe ekonomik tablolar çizmeye çaba harcıyor.
Bu arada, ne yazık ki, tarihsel gerçekler de güme gidiyor, yanlış bilgiler veriyor.
Örneğin, IMF ile ilişkilerde kullandığı yukarıda cümle ne yazık ki, yanlış.
Söylemesi ayıp, 1980 yılında ben bir kitap yazdım, “IMF Kıskacında Türkiye, 1946 - 1980” başlıklı bir kitap. Söylemesi yine ayıp, o kitap, Türkiye - IMF ilişkileri üzerine yazılan ilk kitap. Orada başlangıcından, yani 1946’dan 1980 yılına kadar olan ilişkilerimizi enine boyuna anlatıyorum.
Türkiye IMF ile ilk bağlantıyı 7 Eylül 1946 ekonomik kararları ile kuruyor. (Anılan kitap, s.54-62).
7 Eylül 1946 “ekonomik istikrar kararları,” İkinci Dünya Savaşı ertesinde hem içerde ekonomiye çeki düzen vermek amacını taşıyor, hem de IMF’ye üye olmak amacıyla atılan bir adım. Müthiş bir devalüasyonla birlikte. Türk Lirası dolar karşısında 1.28 kuruştan 2.80 kuruşa düşürülüyor.
14 Şubat 1947’de TBMM’de IMF’ye üye olma anlaşması kabul ediliyor. 11 Mart 1947’de Türkiye IMF’ye fiilen üye oluyor. Üyeliğe giriş belgesi altında iki imza var, biri Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Hüseyin Ragıp Baydur, diğeri Hazine Genel Müdürü Sait Naci Ergin.
Demokrat Parti döneminde, özellikle 1956 sonrasında ekonomide işler kötüye gitmeye başladığında, Adnan Menderes Hükümeti ekonomide yeni bir “istikrar paketi” hazırlamak zorunda kalıyor.
Yine inanılmaz bir devalüasyon içeren bu kararlarda TL dolar karşısında 2.80 kuruştan 9 liraya düşüyor.
O yıllarda piyasa ekonomisi yok, döviz kurunu serbest piyasa değil, siyasal iktidarlar belirliyor, 1980’lerin ikinci yarısına kadar hep böyle. Sonraları zaman zaman piyasa dışında, kura siyasal iktidarların müdahale ettiği de bir gerçek.
4 Ağustos 1958 kararlarıyla birlikte Türkiye IMF’ye ilk niyet mektubunu veriyor. (Anılan kitap, s. 96 - 102).
Daha sonraki yıllarda IMF ile sadece Türkiye değil, hangi ülke anlaşmaya gitse, önce mutlaka parasının değerini dolar karşısında düşürüyor, devalüasyon yapıyor. Temel kurallardan biri bu.
1980’e kadar Türkiye IMF’ye on üç niyet mektubu veriyor, on üç anlaşma.
Aradan yetmiş yıl geçmiş, Binali Yıldırım’ın bu sözü üzerine, bu hatırlatmanın, daha doğrusu, bir yanlışı düzeltmenin nedeni var.
O söz bugün için ekonomide bir değişiklik ifade etmiyor, bir karar değil, sonuçta geçmişe ilişkin bir yanılgı. İlk anlaşma 1961’de olsa ne olur, 1946’da olsa, ne olur, demek mümkün.
Pek öyle değil:
-Önce danışmanlarını iyi seçmek meselesi. Yıldırım’ın önüne muhtemelen danışmanları bir not hazırlıyor ve yanlış bilgilendiriyor. Acaba başka hangi danışmanlar, başka konularda hangi yanlış bilgileri veriyor?
-İkincisi, ekonomik, siyasal, hukuki ya da herhangi bir alanda alınan kararları etkileyecek bilgiler bir süzgeçten geçiyor mu? Geçmiyorsa, yukarıdaki gibiyse, yandık. AKP farklı alanlarda aldığı bir karardan bir süre sonra geri dönüyor, örnekleri var. “Yap -boz” kararlarında bilgi akışının eksikliği rol oynuyor mu? Sonuçta, AKP yönetiminde Türkiye “deneme tahtasına” dönüyor.
-Üçüncüsü ve günümüz için önemli olan ise, söylenenler, verilen sözler bir süre sonra unutuluyor, ama söylendiği gün çalınmadık davul kalmıyor.
AKP “Onuncu Kalkınma Planı” ile birlikte, aziz medyanın eşsiz davul zurnaları arasında “nurlu ufuklara” işaret ediyor. Çok tipik bir örnek var. Günümüze cuk oturuyor.
Onuncu Planda AKP 2018 yılı için doların kurunu 1.97 Lira ilan ediyor.
Şu ekonomik istikrara bak sen.
Dolar 2016 bitmeden, malum 3.40’larda dolaşıyor.
AKP’de bir telaş, halka yine “nurlu ufaklar” vaadleri, popülizm nutukları. Binali Beyin çala kalem her zaman ve dün grupta yaptığı gibi.
Aziz halkımızın belleği zayıf olduğu ve aziz medya da bu gibi hatırlatmalarda bulunmaktan dört nala kaçtığı için ki, yoksa müfettiş teftiş, tehdit vaziyetleri, o vaadler ve nutuklar sanki gerçekmiş gibi muamele görüyor.
Ulusal bir kandırmaca.
İş öyle nutuklara, goygoya, popülist demagojiye gelmekten çoktan çıkmış durumda.
Doların fiyatı ile ilgili çeşitli tahminler sıralanıyor. O tahmini bilemem ama, resmi verilerden hareketle bildiğim bir şey var.
30 Haziran 2016 tarihli TÜİK açıklamasına göre:
Türkiye’nin 411.5 milyar dolar dış borcu var. Dış borcun milli gelire oranı yüzde 58.1 gibi ürperten bir rakam.
15 Ağustos’tan bugüne kadar dolar 45 kuruş artıyor, bu artış dış borçlarımızı 185 milyar lira arttırmış bulunuyor.
Gelecek yıl Türkiye 165 milyar dolar dış borç ödemek zorunda. Şu anda bu borç bize 74 milyar liralık ek yük (kazık) getirmiş durumda.
Sadece dış borç penceresi popülizm nutuklarını yerle bir ediyor.
Son iki yılda Türk Lirası dolar karşısında yüzde elli değer kaybediyor, iki yılda yüzde elli oranında devalüasyon, hiç bir ekonominin bu ölçüde bir yükü kolay kolay kaldırması mümkün değil.
Binali Bey, diyorsunuz ki:
“Üzerinde ekonomik yaptırımlarla oyun oynanan eski Türkiye senaryoları artık tarihin çöplüğüne atılmıştır, ama kurlardaki oynaklık konusunda tedbirliyiz.”
Binali Bey, iki yılda yüzde elli devalüasyon, ne senaryosu, ne çöplüğü, bu hikayeleri bırakın ve bence “kendinize yeni ekonomik danışmanlar” bulun, size doğruları söyleyecek.
Gerçi, “Başkanlık gelirse, dolar düşer” ya da “ÖTV Türkiye’yi etkilemez” gibi akıllara durgunluk veren cin gibi Bakanlarınız, bu gibi incileri serdettikçe, akıllı uslu danışman bulmanın, onların sözüne kulak vermenin ne kadar güç olduğu ortada. Yine de siz siz olun, hikaye anlatmak yerine, sadece sizin değil, hepimizin kaderiyle oynamaktan vazgeçin.
Çanlar çalıyor Binali Bey, çanlar…